'Alien Romulus': Köklere dönüş

'Alien Romulus': Köklere dönüş
'Alien Romulus', nostalji bataklığına düşmeden tüm seriyle sıkı bir bağ kurup, kendine yeni bir yol açmayı başarmış. Sırtını dijitale dayamadan, eski usul 'Alien' ruhuna yakışır bir korku, gerilim filmi ortaya çıkarabilmiş.

Can ÖKTEMER


Sonda söyleyeceğim şeyi başta söylemeyelim: Fede Álvarez, 'Alien: Romulus’ta risk almadan ve mevcut yapıyı bozmadan Ridley Scott ve James Cameron’ın 1980’lerde yaptıklarının izinden gidiyor.

Güvenlikli sularda yapılan iz takibinin hiç fena sonuç vermediğini gönül rahatlığıyla söyleyebilirim. Neticede asgari bir Aliensever’in yeni bir 'Alien' filminden beklentisi bellidir. Sahneye havalı bir şekilde giren Xenomorph, namıdiğer Alien, gerilim, korku, klostrofobik mekânlar, sağa sola panik halinde koşturan insanlar ve her daim varoluşçu bir ikilemde kalan sentetik robotlar…

Ridley Scott sinema tarihinde çağ açıp çağ kapadığı 1979 tarihli ilk Alien filminde uzayda, olabildiğince tekinsiz bir atmosferde, ne olduğu belli olmayan bir yaratık tarafından avlanan uzay mürettebatının hikâyesini anlatıyor. Hikâyenin fonunda ise 80’ler Hollywood sinemasında sıklıkla gördüğümüz şirket eleştirisi yer alıyordu. James Cameron, Scott’ın bıraktığı yerden aksiyon dozunu yükseltip, uzayı bir Vietnam atmosferine çeviriyordu. (Serinin sonraki iki filmi pek sevilmez o yüzden satır arası boşluğu yapacağım)

Ustalara laf söylemek haddimize değil ama Ridley Scott, milenyum sonrası çektiği Prometheus ve 'Alien Covenant’ta ilk iki filmde kurulan şablondan hafif saparak, seriye mitolojik bir derinlik katmak istemişti; teoloji, varoluş, hayat ve ölüm diyalektiğini 'Alien' üzerinden biraz deşmeye karar vermişti. Haliyle hikâye olarak tam oturmayan ama yine görsel dünyası muazzam kurulan filmler izlemiştik. Fede Álvarez’in 'Alien Romulus’u ise yazının başında söylediğim gibi entelektüel bir çabanın içerisine hiç girmiyor. Bir Alien severin iştahla beklediği bir hikâye ve atmosferin içerisine sokuyor bizi. Serinin kült filmlerine öykünen, saygıda asla kusur etmeyen ve mahcubiyetten film boyunca ceketinin düğmelerini bile açmayan bir filmle karşı karşıyayız. Aşırı saygı duruşu filmin rotasını bazen saptırıyor bunu kabul edelim lakin ustaların kurdukları dünyanın izlerini iyi takip eden bir film 'Alien: Romulus'. Fede Álvarez’in bu anlamda dersini iyi çalıştığını ve iyi bir ön hazırlıkla sete çıktığını söyleyebiliriz.

'Alien Romulus', lanet olası, emekçi düşmanı, sermaye dostu ve karanlık planların yaratıcı Weylend Şirketi’nin uzay kolonilerinden birinde güneşin hiç doğmadığı, berbat koşullarda çalışan bir grup gencin, hayatlarını kurtarabilmek adına giriştikleri maceranın pahalıya patlamasını anlatıyor kısaca.

Alien filmleri genellikle uzak bir galakside yolculuk eden uzay gemileriyle başlar. Romulus ise uzay kolonilerinin birinde başlıyor. Yağmur, sis, garabet bir ortamın içinde baş kahramanımız Rain ve bu filmin sentetik robotu Andy’le tanışıyoruz. Çaresizliklerini, zorlu şartlarda çalışma koşullarına tanık oluyoruz. Sonraki sahnelerde ise Rain’in arkadaşlarıyla tanışıp, tayfayı bir araya getiriyoruz. Álvarez’in filmin başında kurduğu dünya ve açık sınıfsal göndermelerinin günümüz dünyasıyla doğrudan bağı var hiç kuşkusuz. Bu anlamda ilginç bir okuma alanı açıyor film. Neticede önceki filmlerde de Weylend’te çalışan emekçiler vardı ama onlar doğrudan şirketin görevlendirmesiyle Alien dünyasına giriş yapıyorlardı. Burada çaresizlik, ekonomik koşullar karakterleri o yöne sürüklüyor. Film bu tarafıyla politik olarak güçlü bir yerden sesleniyor. Lakin, baş kahraman Rain ve arkadaşlarının çok da derinlikli bir şekilde işlenmemesi filmin en zayıf tarafı. Kahramanların birbirleriyle bağları zayıf bu da onlarla empati kurmamıza engel olmuş. Gerçi, Álvarez bunlarla çok ilgilenmemiş gibi. Yönetmenin esas meselesi Alien’ın sahneye girdikten sonraki süreç olmuş. Gerilim dolu dakikalar başlayınca reji de maharetlerini ortaya sermiş. Dar planlar, klastorofobik bir atmosfer ve çığlık çığlığa koşuşturma… Özellikle onlarca facehuggerlı sahnede yönetmen varlığını hissettirmiş. Bu sahneleri gördükten sonra bir Aliensever daha ne ister ki zaten? Onun haricinde yer çekimi meselesi, Prometheus ve Covenant’a bağlanan hikâye çemberi de yine ikna edici.

Alien filmlerini özel kılan bir yerde Sigourney Weaver’ın canlandırdığı Ripley karakteridir. Mükemmel bir şekilde yazılan ve aynı şekilde kusursuz canlandırılan bu karakter Alien mitolojisinin en önemli sacayağı bence. Dolayısıyla kendisinin yer almadığı son iki filmde yokluğu ciddi anlamda aranmıştı. Cailee Spaeny’in canlandırdığı Rain karakteri ilhamını doğrudan Ripley’den alıyor. Bazı sahnelerde ise tuhaf bir şekilde Cailee Spaney, Sigoruney Weaver’ı dış görünüş olarak andırıyor. Peki, karakter olarak Ripley’ı andırıyor mu? İşte, o noktada tam istenen olmuyor sanki. Rain karakteri Cailee Spaney tarafından iyi canlandırılmış olsa da bir türlü derinleşmiyor maalesef. Dolayısıyla Ripley ruhu aranmaya devam ediyor.

1980'li yıllarda sıklıkla gördüğümüz robot, insan ikilemi ve teknofobi günümüzde başka bir şeye evirildi. Şeytani robotlar ve onları hükmetmeye çalışan insan hadisesi bu filmde yerini bir barış anlaşmasına bırakmış. Elbette geçmişten gelip bize selam çakan bir takım eski kötü arkadaşlarımız var, o ayrı…

Sonuç olarak 'Alien Romulus', nostalji bataklığına düşmeden (Tamam, zaman zaman bir ayağını kaptırıyor azıcık da olsa) tüm seriyle sıkı bir bağ kurup, kendine yeni bir yol açmayı başarmış. Sırtını dijitale dayamadan, eski usul 'Alien' ruhuna yakışır bir korku, gerilim filmi ortaya çıkarabilmiş. Zaten filmden ve yıllardır beklenen de buydu…

Öne Çıkanlar