Aşk ve özgürlük arasında
Merve KÜÇÜKSARP
Artı Gerçek - Simone De Beauvoir (1908-1986), 20'nci yüzyıl felsefe ve edebiyat dünyasının kuşkusuz en önemli isimlerindendir. Sorbonne Üniversitesinde tamamladığı felsefe eğitiminin kendisine açtığı yolda kaleme aldığı denemeleri, eleştirileri ve romanlarıyla Fransız entelijansiyasının en üretken yazarlarından olmasının yanı sıra, kadın meselesine dair fikirleri ve 'İkinci Cinsiyet' isimli eseri ile feminizm alanında çığır açar.
Evlilik ve annelik kavramlarına çocukluğundan beri hoşnutsuzlukla bakan Simone De Beauvoir, bireysel özgürlüğünü her şeyin önünde tutan bir düstura ömrünün sonuna dek sıkı sıkıya bağlı kalır.
Hayatını yazarak kazandığı gibi, diğer kadınlara da kendi yollarından gitmelerini, geleneğin halatlarından, çalışarak ve ekonomik özgürlüklerini kazanarak kurtulmalarını salık verir.
Simone De Beauvoir, yalnızca ekonomik konularda değil, hayatının her alanında bireysel özgürlüklerden yana bir duruş sergiler. Bu, kişiliğinin, soru sormayı öğreterek yetiştirilmesinin ve dahi hayatı boyunca güttüğü varoluş felsefesinin de bir sonucudur.
Zira benlik ve bireyden yana olan varoluşçuluğun en önemli amaçlarından biri bireyin özgürlüğüdür. Ancak varoluş felsefesindeki öznellik, kendi içine kapalı ve durgun bir öznellik değil aksine dışarıya doğru akan, sürekli değişim ve gelişim halinde olan bir öznelliktir. Varoluş felsefesi kişiyi değişmeye, insanı ezen, onu kişiliksizleştiren sisteme karşı durmaya, gerekirse başkaldırmaya davet eder. Özgürlük, karşı çıkmanın sorumluluğunu alacak kadar cesur davranarak gerçekleşebilir.
Simone De Beauvoir da hayatını, yazılarını, ilişkilerini bu minvalde inşa eder. Hiçbir duygunun ve bağlılığın hayatını kısıtlamasına mahal vermez. Bilhassa kadınların birtakım hak ve hürriyetlerini abluka altına alan gelenekleri ve sistemi ağır bir şekilde eleştirir.
Öyle ki, 1929 yılında Sorbonne Üniversitesinde tanıştığı ve bir ömrü birlikte geçirdiği Jean Paul Sartre ile birbirlerinin özgürlüklerini kısıtlamayacakları, başka aşklara ve deneyimlere de açık olabilecekleri bir ilişki kurarlar. Keza aynı otelde kalırken dahi ayrı odalarda yaşarlar. Ne kıskançlık, ne mecburiyet, ne de mülkiyetperverlik söz konusudur onlar için. Fransız toplumunun duyduğu hoşnutsuzluğa rağmen, kendi özgürlüklerinden taviz vermezler.
İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI SIRASINDA YAZAR OLMAK
Simone De Beauvoir, 1943 yılında Konuk Kız isimli ilk romanını kaleme alır, Başkalarının Kanı, Simone De Beauvoir’ın 1945 yılında Le Sang des Autres orijinal ismiyle yayımlanan ikinci romanıdır. Roman, De Beauvoir’ın varoluşçuluk felsefesinin izlerini taşır. Simone De Beauvoir, özgürlük ve sorumluluk temalarıyla örer hikayesini.
İkinci dünya savaşı atmosferinde geçen Başkalarının Kanı’nda, romanın başkişisi Blomart, burjuva alışkanlıklarının hüküm sürdüğü bir ailede, müreffeh bir evde dünyaya gelmiştir. Zaman zaman arkadaşlarıyla siyasi mahfillerde buluşan ve komünizm üzerine düşünen Blomart, böyle varlıklı olduğu için işçi sınıfına karşı kendini suçlu hisseder. Sahip olduğu ne varsa onda ağırlık yapar ve yaşadığı hayatı küçümser. Yaşadığı müebbet suçluluğu da romanda şu sözlerle dile getirir:
“Huzursuzluğum dinmiyordu. Ben bir amaca hizmet ediyor muydum ki? Benim için böyle bir mesele yoktu. Haksız bir dünyada haklı bir yazgı çizemezdim kendime, istediğim adaletti. Kimin için istiyordum peki bunu? Başkaları için mi, yoksa kendim için mi? Sen bir gün hiddetlenip demiştin onu bana: ‘İnsan hep kendi için mücadele eder.’ Suçluluk duygusuna ve suça karşıydı bu mücadelem, orada olmak suçuna, kendi suçuma. Bu kavgaya kendimden başka birisini sürükleme nasıl yeltenebilmiştim?”
Buna karşın Blomart etrafındaki pek çok şeyi küçümsemesine sebep olan bu entelektüel bakışı ve birikimi ona verenin ailesinin imkanları olduğunun, yaman bir çelişki içinde yaşadığının farkındadır. Simone De Beauvoir romanda sınıfsal bir çıkmaza da işaret eder.
Blomart etrafında yaşanan onca acı karşısında elinden bir şey gelmemesi gerçeği yüzünden çaresizlik hisseder. Bu çaresizliği bir nebze hafifletmek amacıyla evden ayrılıp sıradan bir işçi gibi yaşamaya karar verir.
Emeği ile bir işte çalışacak, aldığı ücrete hamdedecek, bir işçi gibi hissedecek ve mücadelesini bu sınıf içerisinde sürdürecektir. Nitekim tez vakitte ailesinden, köklerinden, evinden, imkanlarından koparak kendini siyasi bir mücadelenin içerisinde bulur.
Blomart yalnızca sınıfsal ve toplumsal bağlamda değil, özel hayatında da sorumluluk ve suçluluk yaşar. Bu sorumluluğun en büyüğü de romanın diğer başkişisi olan Hélene’in aşkı yüzünden duyduğudur. Zira Hélene, Blomart’ı büyük bir tutkuyla sever ve Hélene aşık olma duygusuyla varoluşunu tanımlayan ve diğerinin varlığına bu bağlamda ihtiyaç duyan, aşkını fütursuzca yaşayan bir karakterdir. Öyle ki, Blomart Hélene’in aşka yüklediği anlamı şöyle tarif eder:
“Hélene’in ihityacı olan şey ona zorunlu bir gereksinim duymamdı, ancak o zaman tamamıyla varolabilecek, olduğu gibi olduğu, benim onu sevebileceğim olduğu mucizevi biçimde doğrulanmış olacaktı.”
Oysa Blomart böyle bir halet-i ruhiye içinde değildir. Onun için aşk ne kendi özgürlüğünden ne de amaçlarından daha yücedir. Bağlılık ise Blomart’ın itinayla uzak durduğu bir kavramdır. Keza Hélene’in bir defasında Blomart’ın bir restoranda yemek yiyişine dair uzaktan yaptığı gözlemi Simone De Beauvoir şöyle anlatır:
“Hélene onun sırf tevazu icabı, kendini başkalarından ayırmış olmamak için yemek yediği izlenimine kapıldı. Ne arzusu ne ihtiyacı var gibiydi. Ne kimseye ne de bir şeye bağımlıydı o, kendi bedeni dahil.”
Blomart, bu katı aşk felsefesine duyduğu sorumluluğa rağmen bağlı kalır. Zaman zaman kendini Hélene’ı sevmeye şartlasa da, hatta birine bağlanmanın kendisini nasıl doldurduğunu ve insanlaştırdığını görse de, anlatı boyunca bağlanma ve özgür olmanın sarkacından kendini kurtaramaz.
Romanda aynı zamanda savaş karşıtı ve savaş yanlısı fikirler çarpışır. Toplumun iyiliği için başkalarının kanının akıtmanın mubah olup olmadığı sorgulanır. Keza Blomart, etrafındaki insanların ve Hélene’in yaşamını tehlikeye atmakta bir beis görmez. Ona göre siyasi mücadele ve hedefe varmak, pek çok masumun canından kanından daha mühimdir. Her nevi siyasi zafer başkalarının kanı üzerinde yükselir.
Simone De Beauvoir, yaşamın erken dönemlerinde ekonomik ve kişisel özgürlüğün insan için yeterli olabileceğini düşünürken, savaş gözlemleri sonucunda kişisel özgürlüğün bireyin tek başına başarabileceği bir şey olmadığına, birinin özgürlüğünün ve esenliğinin başkalarının haline bağlı olduğuna inanmaya başlar.
Kötülükler karşısında eylemsiz kalan, mücadele etmeyen insan varoluşunu da eleştirir bu bağlamda. Özgür olmak için kişinin cesur olması ve elini taşın altına koyması gerektiğini, amaçları, aşkı ve özgürlüğü arasında kalmış bir entelektüelin iç dünyasının otopsisini yaparak başarıyla gösterir.
Başkalarının Kanı, 20. Yüzyılın en büyük felaketlerinden biri olan 2. Dünya Savaşı ekseninde bir entelektüelin yaşadıklarını konu almanın yanı sıra birey, bilinç özgürlük, seçim ve aşk üzerine, okuru zaman zaman kendi yaşamını sorgulayacağı bir okuma deneyimine sürüklüyor.
Son kertede tarihinin en önemli kadınlarından biri olan Simone De Beauvoir, psikolojik tahlilleri, satır aralarında yer verdiği varoluş felsefesi ve edebi gücüyle, nitelikli edebiyat okurunun severek okuyacağı bir “çağdaş klasik” yaratıyor.