Bir sinema tutkunu: Sevin Okyay
Bircan DEĞİRMENCİ
Artı Gerçek - 1950’li yıllar. İstanbul’da bir sinema salonu. Perdede; Henry King’in yönettiği, başrollerde Gregory Peck, Susan Hayward ve Ava Gardner’in oynadığı Ernest Hemingway’in aynı adlı hikayesinden uyarlanan ‘Kilimanjaro’nun Karları’ filmi oynuyor. Kitabı önceden okuduğu ve hikayenin sonunda ölüm sahnesinin olacağını bildiği için ağlamaklı biçimde izliyor.
Fakat filmin sonu kitaptaki gibi bitmiyor. “Ben öleceğini bekliyordum ama ölmedi. Daha o zamandan edebiyat uyarlamalarına güvenilmeyeceğini ilk elden görmüş oldum” diyor gülerek. Kitaplarla ve sinemayla çok küçük yaşlarda tanışan bu kız çocuğu Sevin Okyay’dan başkası değil. Sinema yazarı, çevirmen Okyay 3 Uluslararası İzmir Film ve Müzik Festivali’nde emek ödülü aldı. Okyay’la hikayesini ve sinema tutkusunu konuştuk.
“Buradan geriye baktığımda aslında güzel bir çocukluk geçirdim. Genelde nankör çocuklar olduğumuz için bunu çok fark etmeyiz” diyen Okyay, 1942 yılında İstanbul’da dünyaya gelmiş. Çocukluğu kışın Beşiktaş, yazları da Kartal Maltepe’deki evde geçen Okyay'ın anne ve babası, o 10 yaşındayken ayrılmış.
Babasını çok sevmesine rağmen annesiyle kalan Okyay, tam bir sanat tutkunu olan annesi sayesinde sinema, tiyatro, müzik ve edebiyatla çok erken tanıştığını söylüyor ve ekliyor:
“Bütün oyuncuların gençliklerini biliyorum. Çok eski filmlerini izledim. Konserlere çok giderdik. Müzik ayırımı yapmazdım. Klasik müziği de severdim alaturkayı da. Caz o zamanlar fazla yoktu, sonradan girdi hayatıma. Sadece otellerde beş çayında filan çalardı.”
Beşiktaş ve Maltepe’deki yazlık sinemalara çok gittiğini anlatan Okyay, İlk izlediği filmi hatırlamıyor ama sinemayla ilişkisine dair unutamadığı filmlerden biri balerin bir kızın bir performans sırasında düşüp sakat kalmasına çok ağladığı olmuş.
Okyay'ın, annesinin onu maymun iştahlı bulmasına rağmen en vazgeçemediği şey ise okumak.
O zamanları şöyle anlatıyor Okyay:
"En samimi merakım buydu sanırım. O gün bugün devam ettiriyorum. Hala evlere sığmayan kitaplarım var, aslında çok kitabım yok ama evler küçük. Başka bir eve taşınınca kitapları yerleştirmeye çalıştığımda şöyle bir baktım ve kızıma dedim ki bu kadar kitabı nasıl almışım? Ben şimdi anladım neden daima parasız kaldığımı. Çünkü hep kitaplara veriyormuşum.”
Liseyi Arnavutköy Amerikan Kız Koleji’nde tamamlayan Okyay, kendi döneminde okulun iyi olduğunu ve iyi öğretmenlere denk geldiğini söylüyor.
“Lisede fen edebiyat ayırımı vardı. Babam mühendis. Bana ‘sen edebiyata git, edebiyatı seviyorsun, matematiği sevmiyorsun ‘dedi. Benim de Arnavut damarım tuttu. O halde fene gideceğim diye inat ettim ve telef ettim kendimi. Fiziği nispeten severim de kimyayı sevmem ama yine de çok çalışkan olmasam da iyi bir öğrenciydim”
Liseyi bitirdikten sonra İktisadi ve Ticari Bilimler Fakültesi’nden devamsızlık nedeniyle atıldığını ve çeviriler yaparak çalışmaya başladığını anlatan Okyay, okuldayken spor yapmaya da meraklı olduğunu; basketbol, voleybol, çim hokeyi, tenis yaptığını ancak evlenip çocuk sahibi olduktan sonra sporu bıraktığını söylüyor.
Çevirmenlik ve gazeteciliği başlama serüveninden de bahseden Okyay, meslek hayatının dönüm noktalarını şu sözlerle anlatıyor:
“Ben çeviri yapıyordum, işimden çok memnundum ama o zamanlar çeviriyle hiç geçinilmiyordu. Şimdi hiç değilse arada bir Harry Poter parası geliyor da kendimizi biraz toparlıyorduk. Bana dediler ki ‘iki iş yap.’ Ben de gazeteciliği seçtim. Hayatta hiç bu kadar salakça bir seçim olabilir mi ya. İkisi bir arada da geçinilmiyor Türkiye’de. Dolayısıyla 75’te politikada başladım işe. Çok güzel de bir ekip vardı. Sonra da çeşitli yerlerde devam ettim.”
MİLLİYET YILLARI
Okyay'ın film seyretmeye çok büyük tutkusu olmasına rağmen sinema yazmak gibi bir niyeti yoktur. Ta ki 1984’te Milliyet’te başlayıncaya kadar. Milliyet’in eklerini çıkaran Enis Batur, Ömer Madra, Oruç Aruoba ile şampiyonlar ligi gibi bir ekibe dahil olur.
“O yıl çok iyi bir film festivali yapıldı. Şimdiye kadar en çok beğendiğim festivaldi. Bunlar gidip film izliyorlar, bir haftada bir film yazıyorlar. Kimse onlara ‘niye sinemaya gidiyorsunuz?’ demiyor. Arada başka filmlere de gidiyorlar. Ben bir gün dedim ki ‘Ömer benim için de bir yazı yazsana, bir yazı yaz, benim imzamı koy, o da peki’ dedi. Ertesi sabah gittim baktım, yazmamış, doğru bulmamış. E tabi sonra ben de doğru bulmadım. Benim yazmam gerekiyordu ama paniğe kapıldım. Sonra ‘Ve Gemi Gidiyor’ filmine gittim, altyazıya güvendim ama çatır çatır İtalyanca konuşuyorlar, yetişemiyorum. Ertesi gün, Enis ‘hadi yaz’ dedi. ‘Ne yazayım, ben sinema yazarı değilim ki. Gerizekalı mısın? dedi, yok değilim’ dedim. Sonra aşağı indim, Times gazetesinde çok güzel yarım sayfalık bir yazı vardı. Bir bakayım genel bir şey kaçırmayayım dedim. Onu da yaptırmadılar. Beni kapattılar dördüncü kata oturup yazdım sonunda."
"Oruç okumuş yazıyı. ‘Güzel olmuş ama keşke bana sorsaydın, gergedanı unutmuşsun’ dedi. Gemiye bir gergedan indiriyorlardı. Sonra tabi Gergedan diye bir dergi çıkaracağımızı da bilmiyorduk. Ben hep dehşet içinde dolanıyordum. ‘Bu kadın ne biçim sinema yazarı’ diyerek işten çıkartacaklar’ diye. Kimse bir şey demedi. Ertesi gün ‘başka bir filmi yazabilir miyim’ demeye başladım. Enis bazen ‘hatırlıyor musun sinema yazmaya nasıl başladığını?’ diyor. Hatırlıyorum. ‘Hay Allah unutmuşsun sanıyordum’ diyerek çok eğlenir benimle. Enislerle buluştuk ve bir daha ayrılamadık. Ben bir ara başka bir yere gidecektim. Yok dedim olmaz, siz yoksunuz ben gitmem. Enis bana dönüp ‘Biz kurt sürüsü müyüz. Her yere beraber mi gideceğiz? demişti."
SİYAD’A GİRİŞ
Okyay o günden sonra yıllarca çeşitli gazetelerde sinema yazmaya devam eder. Nokta Dergisinin “Ne Nerede?” bölümüne neredeyse TV’lerde oynanan tüm filmleri yazan Okyay, SİYAD'a (Sinema Yazarları Derneği) ilk kadın eleştirmen olarak kabul edilme hikayesini de şu sözlerle anlatıyor:
“Ömür törpüsü bir şeydi. 10 yıl filan debelendikten sonra SİYAD’a aldılar eksik olmasınlar (gülüyor). Kendimi ilk kadın eleştirmen olarak hiç düşünmedim. 16-17 kişi vardı. Başından beri hep bir arada olan, kendi içine kapanmış koza gibi bir gruptu. Ben de aralarına girebildim.
Kadın- erkek hiç aklıma gelmemişti açıkçası. Sonra orada kaldım. Başkanlık gibi şeyler için hevesim olmadığını söylersem iddiasız biri olduğum anlaşılacak.(gülüyor) SİYAD’dan çok memnunum. Sonra başka derneklerim de oldu gerçi. Fantasia ve Bilim Kurgu, Çeviri Derneği gibi. Bazen neden hem o jüride hem diğerinde var diye soranlar olurdu. E birisi polisiye jürisi, diğeri fantasia jürisi. Oysa ki bildiğim, sevdiğim bölümler. Doğan Hızlan ‘aldırma’ diyerek, hep bana cesaret veriyordu. Jüri çok sorumluluk yüklenen bir iş.”
En çok sinema jürilerinde yer almasına rağmen son zamanlarda İKSV’de Talat Sait Halman Çeviri jürisinde de yer alan Okyay'ın bulunduğu ekipte Doğan Hızlan, Yiğit Bener, Ayşe Sarısayın da vardı.
Konu festival jürilerindeki deneyiminden açılınca, jürideki anılarını da anlatan Okyay, dijital platformlarla sinemanın aynı şey olacağını asla düşünmezdim diyor ve ekliyor:
“Ahmet Cemal vardı, vefat etti. Ayşe yerine geldi ve çok değerlidir. Çok yoruluyorum. Antalya’nın da ön jürisindeyim, bu da 40 küsur film seyretmek anlamına geliyor. Gerçi yorulmasam da ne yapacağım. Pandemi dönemini çok vukuatsız geçirdim. Beklettiğim ne kadar çeviri varsa hepsini yapıp bitirdim. İki Sheakespeare bitirdim. TV’lerde filmler, konserler, YouTube müdavimi olduk. “
“Sinemada bir paylaşım var. Orada insanlarla birlikte ortak bir şeyi yaşıyorsun. Beğenip beğenmeyebilir ama birlikte bir şey görüyorsun sonuçta. Eskiden insanlar hafta sonu hangi filme gittiğini konuşurken şimdi herkes dizileri konuşuyor. Şunu gördün mü, bunu gördün mü? Çok çabuk tüketiliyor. Artık insan ilişkileri bile öyle. Eskiden arkadaşlıklar kalıcı olurdu, evlenirdin boşanmazdım, tabi ki boşanmalar da olurdu ama genelde kalıcı ilişkiler söz konusuydu. İnsanlar artık kimseye güvenmiyor. Arkadaşlarına da güvenmiyor. Ya da herkes boyunun ölçüsünü alıyor. “
Armut dibine düşer misali iki çocuğu da onun izinden devam etmiş; Kutlukhan Kutlu çevirmen ve sinema yazarı, Elif Kutlu da NTV yayınlarının direktörlüğünü üstlenmiş.
“Elif direktördü. Biz de onun köleleriydik (gülüyor). ‘Sevin Hanım siz hani bugün tatil yapacaktınız? derdi bana. “E çok sıkıldım evde ya” diyordum. İngilizcelerine rağmen Türkçeyi iyi kullanmaları için başlarının etini yediğim için Türkçeleri çok iyidir, bununla iftihar ederim. Yaptıkları işi iyi yaparlar. Onlardan yana bir şikayetim yok. Dolayısıyla boşanmama rağmen evlilikten yana da bir şikayetim yok aksi takdirde o çocuklar olmayacaktı.” diyor iftihar ettiği iki çocuğundan bahsederken.
Yazdığı yazılardan derlenen kitaplarının yanı sıra 'İlk Romanım' adlı bir çocuk romanı da bulunan Okyay,
“İlk Romanım sözde çocuk romanı ama büyükler de okudu. Çocuk kitabı yazmayı çok seviyorum. Ay ne olur devam etseniz, ergenliğini de yazsaydınız diyorlar. Çiçek Dürbünü kitabımı da çok severim, Yapı Kredi Yayınları yeniden basıyor. Ben aslında ayrıca yazılar versem bir kitap daha çıkartacaklar. Ama hep erteliyorum. Tatil bitsin, yaz geçsin, seçimler bitsin, bakalım durum ne olacak diye hep erteledim. Kutlukhan’la birlikte Alice’i çevirecektik, yüzüncü yılı olduğu için bu yıl olsun istiyordum ama yetiştiremedik.” diye anlatıyor yazarlıkla uzun soluklu ilişkisini.
Emek ödülü ilk aldığı ödül değil. Önceki yıl Adana’da Orhan Kemal Emek Ödülüne de layık görüldü. Ödüllerin, gittiği festivallerin kendisinde bıraktığı duyguyu da anlatıyor:
“Çok mutlu olmuştum. Hatırlanmak güzel şey. Gerçi zaten beni unutamıyorlar ki. Eskisi kadar festivallere gidemiyorum. İstanbul dışına çıkmak zor geliyor. Uçaktan da hiç hazzetmem. Arabayla olsa Kars’a kadar bile gidebilirim.”
Sinema bahsinde, Türkiye’de hep sanat filmi seven insan muamelesi gördüğünü söylüyor ve şöyle devam ediyor:
“Seviyorum da ama şimdi pek öyle bir şey yok. Siyasi filmler yapanlar oluyor. Çok iyi sinemacıların olduğunu düşünüyorum Türkiye’de. Dışarı çıkan da çok. Büyük festivallere katılıyorlar, en azından yarışma bölümüne giriyorlar. Devir değişmesi hikayesi de yok. Zeki Demirkubuz, Nuri Bilge, Özcan Alper, Reha Erdem var. Onlar belki üç milyon izlenen filmler yapmayacaklar ama iyi filmler yapacaklar. Yurt dışında da kendini gösterecekler. Umutluyum yani”.
'ÇOK SEVDİĞİM YÖNETMENLER ARASINDA JİM JARMUSCH VAR'
Sinema tutkusunu büyüten en sevdiği yönetmenlerden de anıları vesilesiyle bahseden Okyay, Tarkovski ve Kieslowski'nin de adını anarak yönetmenliğe bakışını şu sözlerle anlatıyor:
“Yavuzer Çetinkaya ile filmine gidecektik. Yeterince solcu bulmadığı için gelmemişti. Hep film izlediğimiz için gittiğimiz şehirleri hiç görmezdik. Tarkovski, Kieslowski’yi severim. Vizyonu bulup, ileriye bakan, hangi konuda olursa olsun ayırım yapmayan, açık olan yönetmenleri seviyorum. Türkiye’den söylersem ayıp olur, çünkü mutlaka sevdiğimi birini unutmuş olurum.”
'ÖMRÜM YETTİĞİNCE YAZACAĞIM'
Hala çevirmenliğe ve yazarlığa aktif şekilde devam eden Okyay, halihazırda elinde Shakespeare’in Otello ve Fırtına çevirileri olduğunu söylüyor ve devam eden işlerinden de bahsediyor:
“Belediyeye İstanbul kitabı yazacaktım. Bir türlü yazamadım, onu bitireceğim. Onlar istediler. Gün ışığı Kitabevi çocuk hikayeleri istedi. Ömrüm yettiğince bunları yazacağım. Çalışabildiğim kadar çalışmak istiyorum. Kendim kaşınıyorum, kimse şunu yap demiyor ama ben çalışmadan duramıyorum. ”
Sinema tutkunu Okyay’ın nice çeviriler yapması ve çalışmaktan kopmaması dileğiyle.