Buz çağının buzunu çözmek: İnsanlığın derin geçmişi hakkındaki gerçek - 2

Buz çağının buzunu çözmek: İnsanlığın derin geçmişi hakkındaki gerçek - 2
Antropolog David Graeber ve Arkeolog David Wengrow'un birlikte yazdığı, İnsanlık tarihine başka bir gözle bakmamızı sağlayan 'Her Şeyin Şafağı' (The Dawn of Everything) adlı kitaptan bir bölümü, iki kısım halinde Gencer Çakır çevirisiyle yayınlıyoruz.

Çeviri: Gencer ÇAKIR


PALEOLİTİK SOYLULUK EFSANESİ

Üst Paleolitik dönemdeki şu soylu mezarlara geri dönelim; bu mezarlar “eşitsizliğin”, hatta miras yoluyla geçen türden bir soyluluğun var olduğunun kanıtı olarak yorumlandı genelde. Tuhaftır bilinmez, bu tür iddialarda bulunanlar, şunu asla fark etmiş görünmüyorlar: bu iskeletlerin oldukça önemli bir kısmı dikkat çekici fiziksel anormalliklere işaret eden izler taşımaktadır, ki bunlar da o iskeletleri sosyal çevrelerinden açık ve belirgin şekilde ayırabilen tek kanıttır. Sunghir ve Dolní Věstonice'deki mezarlarda bulunan ergen çocuklar doğuştan gelen şekil bozukluklarına sahipti; diğer antik mezar alanlarındaysa alışılmadık derecede kısa veya aşırı uzun iskeletler vardı.

Bunun bir tesadüf olması son derece şaşırtıcı olurdu. Aslında, iskelet kalıntılarından kendine özgü anatomiye sahip olduğu görülen bu bedenler bile başka bir şekilde aynı derecede dikkat çekici bir yapıda olabilir miydi, merak konusu; sonuçta, örneğin bir albino veya epileptik bir peygamber, arkeolojik kayıtlardan bu şekilde teşhis edilebilir olamazdı. Gösterişli eşyalarla birlikte gömülen Paleolitik bireylerin günlük yaşamları hakkında, herkes kadar iyi beslenmiş ve bakılmış olmaları dışında, pek bir şey bilemiyoruz; ama en azından yaşıtlarından olabildiğince farklı, en yüce bireyler olarak görüldüklerini söyleyebiliriz.

Bu durum, miras yoluyla geçen türden bir soyluluğun varlığıyla ilgili vaktinden evvel başlayan tartışmaları rafa kaldırmamız gerekebileceğini gösteriyor. Paleolitik Avrupa'nın büyük ölçüde kamburlardan, devlerden ve cücelerden oluşan tabakalı bir seçkinler üretmiş olması pek muhtemel görünmüyor. İkincisi, bu bireylere ölümden sonra takınılan tavrın yaşarken takınılan tavırla ne kadar ilgili olduğunu bilmiyoruz. Bir diğer nokta da, biz burada, bazı kişiler gösterişli eşyalarla gömülürken diğerlerinin bu eşyalar olmadan gömülmesi gibi bir durumu ele almıyoruz. Bedenlerin giyinik ve parçalara ayrılmadan gömülmesi Üst Paleolitik Çağ'da istisnai bir uygulamaydı. Genelde cesetlere tamamen farklı şekillerde muamele ediliyordu: etleri ayıklanıyor, parçalanıyor, şekle sokuluyor, hatta mücevher ve sanat eseri haline getiriliyordu. (Genel olarak, Paleolitik insanlar, bizlere kıyasla, insan vücudu parçalarıyla çok daha fazla iç içe yaşıyorlardı.)

Tek parça olarak ve eklemli biçimiyle gömülü, dahası kıyafetle gömülü cesetler açıkça olağandışı bir şeydi ve doğal olarak bunun garip bir şey olduğu varsayılabilir. Buna benzer çoğu durumda, Üst Paleolitik döneme ait cesetlerin üzeri mamut kürek kemikleri, ahşap kalaslar, taşlar ya da sıkı şeritler gibi ağır nesnelerle kapatılarak sağlamlaştırılmıştı. Belki de onları bu tür nesnelerle beraber defnetmek hem kutlama amaçlı hem de tehlike barındıran tuhaf bir duruma dair endişelerin bir uzantısıydı. Bu da mantıklı görünüyor. Etnografik kayıtlar, yaşamda başka ölümde başka şekillerde yüce ve tehlikeli görülen insan ya da başka türden müstesna varlıkların örnekleriyle doludur.

Burası spekülasyona oldukça açık. Kanıtlara eklenebilecek çok sayıda başka yorum var; bununla birlikte bu mezarların miras yoluyla geçen türden bir aristokrasinin varlığına işaret ettiği fikri ise geçerliliği en az olan fikir gibi görünüyor. Defnedilenler olağanüstü, “müstesna” kişilerdi. Cesetlerinin süslenme, sergilenme ve gömülme biçimleri, onları ölüm açısından eşit derecede olağanüstü kılıyordu. Hemen her açıdan müstesna olan bu tür mezarlar, yaşayanlar arasında geçerli olan sosyal yapının temsili olarak pek yorumlanamaz. Öte yandan, bu mezarların günümüzdeki müzik, heykel, resim ve kompleks mimariye dair tüm kanıtlarla açıkça bir ilgisi var. Bütün bunlardan ne çıkarılmalı?

DÖNGÜSEL YAŞAM KALIPLARI

Mevsim etkisinin devreye girdiği yer burası. Olağanüstü mezarlara ve anıtsal mimariye sahip neredeyse tüm buzul çağı bölgeleri, az biraz Lévi-Strauss'un Nambikwara'sına benzer bir hayat sürdüren toplumlarca, yani yılın bir döneminde avcı-toplayıcı gruplara ayrılan, diğer yarısındaysa toplu yerleşim yerlerinde bir araya gelen toplumlarca yaratıldı. Evet, ekinleri dikmek için toplanmadılar. Üst Paleolitik döneme ait büyük yerleşim yerleri, daha ziyade, göçler ve mevsimlik av sürülerinin (yünlü mamut, bozkır bizonu veya ren geyiği) avlanması ve yanı sıra dönemsel balık avcılığı ve kabuklu yemişlerin toplandığı hasat mevsimleriyle bağlantılıdır. Bu şey, Doğu Avrupa'da Dolní Věstonice gibi yerlerde bulunan, insanların ziyafet çekmek için bol miktarda vahşi kaynaktan yararlandığı, kalabalık ritüellerle ve iddialı sanatsal projelerle meşgul olduğu, dahası deniz kabuğu, mineral ve kürk ticareti yaptığı merkezler için de bir açıklama sunuyor gibidir. Batı Avrupa'da bu merkezlere denk düşen yerler, insan faaliyetine ilişkin ciddi kayıtları ile, Fransa'nın Périgord ve Cantabria kıyılarındaki büyük kaya sığınaklarıdır, ki bu sığınaklar da benzer şekilde mevsim etkisine bağlı olarak yıllık toplanma ve dağılma döngüsünün bir parçasını teşkil ediyordu.

Ayrıca arkeoloji bize Göbekli Tepe anıtlarının da mevsimsel değişim kalıplarıyla açıklanabileceğini gösteriyor. Taş tapınakların etrafındaki faaliyetler, büyük ceylan sürülerinin yaz ortası ile sonbahar arasında Harran Ovasına indiği, yılda bir kez yaşanan aşırı bolluk dönemlerine karşılık gelmektedir. Böyle zamanlarda, insanlar ayrıca alanda toplanarak büyük miktarda kabuklu yemiş ve yabanî tahıl işlediler; bu yiyecekleri inşaat faaliyetlerini körükleyecek şekilde şölen yiyecekleri haline getirmiş olmaları muhtemel görünüyor. Bu büyük yapıların her birinin nispeten kısa bir ömre sahip olduğunu; muazzam bir şölenin bitiminde duvarlarının çöp ve artıklarla doldurulduğunu gösteren bazı kanıtlar var: hiyerarşiler gökyüzüne çıkar ve çok geçmeden tekrardan alaşağı edilirler. Devam eden araştırmaların bu tabloyu karmaşık hale getirmesi olasılık dâhilinde, ancak mevsim etkisine bağlı olarak şölen için bir araya gelmeyle ilgili genel model iyi kurulmuş görünüyor.

Bu tür döngüsel yaşam kalıpları, tarımın icadından çok sonra varlığını sürdürdü. Bunlar İngiltere'nin Salisbury Ovası'ndaki ünlü Neolitik anıtları anlamanın anahtarı olabilirler, üstelik bu taşların tertibatının (diğer şeylerin yanı sıra) dev takvimler olarak işlev görüyor olmasından bağımsız olarak. Yaz ortası gün doğumunu, kış ortası gün batımını düzenleyen Stonehenge bu anıtların en ünlüsüdür. Buranın yüzyıllara yayılan bir süre zarfında ağaç ve taştan inşa edilmiş uzun bir törensel yapı dizisinin son halkası olduğu ortaya çıktı. Yılın önemli zamanlarında insanlar Britanya Adaları'nın ücra köşelerinden kalkıp bu ovada bir araya geldiler. Dikkatli bir kazı, bu yapıların birçoğunun, inşa edilmelerinden yalnızca birkaç nesil sonra söküldüklerini gösteriyor.

Daha da çarpıcı olanı, Stonehenge'i inşa eden kişiler çiftçi değildi, ya da bilinen anlamda çiftçi değildi. Bir zamanlar öyleydiler; fakat büyük anıtlar dikme ve sökme pratiği, Neolitik tarım ekonomisini kıta Avrupası'ndan alan Britanya halklarının çiftçiliğin en azından önemli bir yönüne sırt çevirdiği bir döneme rastlar: tahıl ekimini terk ettikten sonra M.Ö. 3300'den itibaren temel besin kaynağı olarak fındık toplamaya geri döndüler. Öte yandan, evcil domuzlarını ve sığır sürülerini ellerinde tuttular; kış mevsiminde yakınlarındaki Durrington Walls'da, nüfusu birkaç bin kişiyi geçmeyen ve kendilerine ait Woodhenge'leri olan bu müreffeh kasabada, ellerindeki hayvanlardan ziyafet çektiler; yaz mevsimindeyse burası terk ediliyor ve büyük ölçüde boş kalıyordu.

Tüm bunlar çok önemli, zira tarımdan vazgeçmenin bilinçli bir karar olduğunu düşünmek kolay değildir. Bir popülasyonun diğerini yerinden ettiğine dair veya çiftçilerin güçlü avcı-toplayıcılar tarafından ürünlerini terk etmeye zorlanarak bir şekilde alt edildiğine dair elde hiçbir kanıt yok. İngiltere'nin Neolitik halkı, tahıl çiftçiliğini öğrenmiş ve başka bir şekilde yaşamaya topluca karar vermiş görünüyor. Böyle bir kararın nasıl verildiğini asla bilemeyeceğiz, ancak Stonehenge bir ipucu barındırıyor gibi, çünkü burası son derece büyük taşlardan, bazıları (“bluestones”) Galler kadar uzak bir yerden getirilen büyük taşlardan inşa edilmişken, Durrington Walls'da tüketilen sığır ve domuzların çoğu oraya diğer uzak yerlerden sürü halinde ve zahmet çekilerek getirilmişti.

Başka bir deyişle ve şaşırtıcı görünse de, M.Ö. üçüncü binyılda bile Britanya Adaları'nın büyük yerlerinde bir tür koordinasyon belli ki mümkündü. Stonehenge, bugün bazı arkeologların iddia ettiği gibi, yönetici bir klanın yüce kurucularının şerefine yapılmış bir tapınaksa, aile üyelerinin bu türden etkinliklere katılmaları nedeniyle önemli roller, hatta kozmik roller üstlenmiş olması muhtemel görünüyor. Öte yandan, mevsim etkisine bağlı olarak bir araya gelme ve dağılma örüntüleri başka bir soruyu önümüze getirmektedir: Stonehenge'de krallar ve kraliçeler olduysa da bunlar tam olarak ne tür kral ve kraliçelerdi? Neticede bunlar, saltanatları ve krallıkları yılda yalnızca birkaç ay süren, bunun dışındaysa küçük gruplara dağılarak kabuklu yemiş toplayan ve hayvanlara çobanlık eden kişilerden başkası olamazlardı. Emeği örgütleyecek, yıl boyu hizmet veren ordular için yiyecek ve yem kaynaklarını kenara yığacak imkâna sahip olsalardı, hangi krallık buna bilinçli olarak sırt çevirirdi?

Hatırlayın, Lévi-Strauss'a göre, mevsim etkisine bağlı toplumsal yapı ile belirli bir tür siyasi özgürlük arasında açık bir bağlantı vardı. Gerçek şu ki, yağışlı mevsime uygun sosyal yapı ile kurak mevsime uygun sosyal yapı Nambikwara şeflerinin kendi sosyal düzenlerini dolaylı yoldan görmelerini; bunları şeylerin doğal düzeninde basitçe “verili” değil, insan müdahalesine en azından kısmen açık bir şey olarak görmelerini sağlıyordu. Birbirini izleyen toplanma ve dağılma evreleri ve anıtsal mimarisi ile İngiliz Neolitik dönemi bu tür müdahalelerin bazen ne kadar ileri gidebileceğini gösteriyor.

Lévi-Strauss'un belirttiği gibi, bunun politik sonuçları önemlidir. Paleolitik dönemde var olan benzer mevsim örüntülerinin gösterdiği şey şu ki, en başından beri, ya da en azından bu tür şeylerin tarihçesine erişebildiğimiz kadarıyla, insanlar bilinçli olarak farklı sosyal olasılıkları deneyimlemekteydiler.

TOPLUMSAL ESNEKLİK

1950'lerde ve 60'larda, siyasi örgütlenmenin, sırayla topluluklar, kabileler, şeflikler, devletler gibi farklı aşamaları üzerine tartışma yürüten bilim insanlarının Lévi-Strauss'un gözlemleri karşısında neden çaresiz kaldıklarını anlamak hiç de zor değildir. Onlara göre, siyasi gelişme aşamaları, en azından kabataslak, ekonomik gelişmenin benzer aşamalarıyla eşleşmekteydi: avcı-toplayıcılar, bahçıvanlar, çiftçiler, endüstriyel uygarlık. Nambikwara gibi bir halkın yıl boyunca farklı ekonomik sistemler arasında yer değiştiriyor olması oldukça kafa karıştırıcıydı. Bilim insanlarının çizdiği tabloda topluluk, kabile, şef ve devlet türünden gruplar siyasi yelpazenin bir ucundan diğerine düzenli olarak geçiş yapmaktadır. Başka bir deyişle, her şeyi çarpıttılar.

Mevsim etkisine bağlı ikili yaşam biçimi, avcı-toplayıcıları “basit” ya da “karmaşık” toplumsal örgütlenme türleri olarak sınıflandırmaya yönelik daha güncel çalışmaları da kaosa sürüklüyor, çünkü bölgesellik, sosyal statüler, maddi zenginlik ya da rekabetçi gösteriş gibi özelliklerle tanımlanan “karmaşıklık” yılın belli mevsimlerinde ortaya çıkıyor, diğer dönemlerde ise terk ediliyor. Kuşkusuz, günümüzde profesyonel antropologların çoğu bu kategorilerin son derece yetersiz olduğunu kabul etmeye başladılar, ancak bu kabulleniş sadece konuyu değiştirmelerine, ya da insanlık tarihine belki de artık geniş bir açıdan bakmamızın gerçekten de gerekmediği fikrini öne sürmelerine neden oldu. Şu ana kadar kimse alternatif bir açıklama sunmuş değil.

Bu arada, mevsim etkisinin oldukça belirleyici olduğu son buzul çağında, uzak atalarımızın Nambikwara halkına çok benzer şekilde yaşadığını gösteren arkeolojik kanıtlar birikiyor. Atalarımız farklı sosyal düzenler arasında yer değiştirdiler; anıtlar inşa ettiler, ama sonra bunları kapattılar; yılın belirli zamanlarında otoriter yönetimlerin yükselmesine izin verdiler, fakat çok geçmeden bunlara son verdiler. Aynı birey, bize bazen bir topluluk, bazen bir kabile ve bazen de şu an devletlerle özdeşleştirdiğimiz özelliklerin en azından bazılarına sahip bir düzen içinde yaşamı deneyimleyebiliyordu.

Neticede böyle bir toplumsal esneklik, içinde yaşadığımız siyasi düzenleri kurmak ve yıkmak için, verili bir yapının sınırları dışına çıkma kapasitesini de beraberinde getirmekte. Hiç değilse bu şey, oldukça etkileyici bir peri masalı veya kostümlü dramada yer alan karakterler misali, böyle azametli ve tek başına ortaya çıkan son buzul çağı “prenslerini” ve “prenseslerini” açıklıyor. Hiç hüküm sürmedilerse bile, tıpkı Stonehenge'in yönetici klanları gibi, sadece kısa bir süre için hüküm sürmüş olabilirler.

DÜNYAYI ALT ÜST ETMEK

Eğer insanlar, tarih boyunca, farklı toplumsal düzenler arasında, düzenli aralıklarla hiyerarşiler kurup dağıtarak akıcı bir şekilde yer değiştirdilerse, belki de sormamız gereken soru şudur: Nasıl oldu da bir çıkmaza girdik? Nasıl oldu da, bir zamanlar türümüze özgü olan o politik özbilinci kaybettik? Nasıl oldu da, üstünlük ve boyun eğmeyi geçici çareler olarak, hatta mevsimlik yapılan muazzam bir şölenin şatafatı ve koşulu olarak değil de, insanlık durumunun kaçınılmaz unsurları olarak ele aldık?

Gerçekte, bu esneklik ve politik özbilinç potansiyeli hiçbir zaman tamamen yok olmadı. Mevsim etkisi, eski benliğinin soluk bir gölgesinden ibaret olsa da hâlâ bizimle. Örneğin Hıristiyan dünyasında hâlâ kışlık “tatil mevsimi” vardır; bu dönemlerde değerler ve örgütlenme biçimleri, sınırlı bir ölçüde, yer değiştirir: yılın büyük bölümünde bireyleri azgınca tüketmeye özendiren aynı medya ve reklam kuruluşları birdenbire gerçekten önemli olanın insanlar arası ilişkiler olduğunu ve vermenin almaktan daha iyi olduğunu ilan etmeye başlarlar.

Kanada'nın Kuzeybatı Sahili'ndeki Inuit veya Kwakiutl gibi toplumlarda da, mevsimlik toplanma zamanları, ritüellerin yapıldığı ve neredeyse tamamen danslarla, ayinlerle ve dramalarla geçen mevsimlerdi. Bazen bu ritüellerde, geçici bir süre için, son derece baskıcı güçlere sahip krallar hatta ritüel polisleri yaratmak gündeme gelebiliyordu. Ritüel mevsimi bittiğindeyse hiyerarşi ve kurallar kaybolup gidiyordu. Avrupa'nın orta çağlarında, azizlerin günleri, feodal yaşama ait tüm o şatafatlı rütbe ve hiyerarşilerin gözler önüne serildiği dinî törenler ile herkesin “dünyayı alt üst etmek” için çılgınca dans ettiği karnavallar arasında yer değiştirirdi. Karnavalda kadınlar erkeklere hükmedebiliyor, çocuklarsa yönetimin başına geçebiliyordu. Hizmetçiler efendilerinden iş talep edebiliyor, artık hayatta olmayan atalar diriltiliyor, “karnaval kralları” taç giyip tahttan indirilebiliyor, ince dallardan yapılma dev ejderha anıtları ateşe verilebiliyor, hatta tüm resmi rütbeler çılgın bir içki âleminde paramparça edilebiliyordu.

Bu tür şölenleri önemli kılan şey politik özbilincin eski kıvılcımlarını canlı tutmalarıdır. Şölenler, insanlara başka düzenlerin mümkün olduğunu, hatta bir bütün olarak toplum için bile mümkün olduğunu düşündürtüyordu, çünkü karnavalın mevcut durumu aşarak yeni bir gerçekliğe dönüşmesi her zaman mümkündü.

1 Mayıs, uluslararası işçi bayramının tarihi olarak seçildi, büyük ölçüde bunun nedeni çok sayıda İngiliz köylü isyanının tarihsel olarak bu şenlikli festivalde başlamış olmasıdır. “Dünyayı alt üst etme” oyunu oynayan köylüler, dünyayı bilfiil alt üst etmeye periyodik olarak karar verirler ve bu şekilde kalması için de önlemler alırlardı.

Ortaçağ köylüleri, eşitlerden oluşan bir toplum tasavvur etmeyi, birçok durumda, ortaçağ aydınlarından çok daha kolay başarmışlardı. Bugün belki de bunun nedenini anlamaya başlıyoruz. Mevsimlik şölenler, eskiye ait mevsimsel değişim kalıplarının soluk birer yankısı olabilirler, ancak bu şölenler, insanlık tarihinin en azından son birkaç bin yılı boyunca, politik özbilincin geliştirilmesinde ve yanı sıra toplumsal olanağın laboratuvarları olarak hemen hemen aynı rolü oynamış görünüyorlar. (KÜLTÜR SANAT)

Öne Çıkanlar