Dahi ya da kıyametin mucidi: Oppenheimer

Dahi ya da kıyametin mucidi: Oppenheimer
Merve Küçüksarp bu hafta Christopher Nolan'ın son filmine de ilham kaynağı olan Kai Bird ve Martin J. Sherwin imzalı 'Amerikalı Prometheus: J.Robert Oppenheimer’ın Başarı ve Acı Dolu Öyküsü' isimli kitabı üzerine yazdı.

Merve KÜÇÜKSARP


Artı Gerçek - Kai Bird ve Martin J. Sherwin tarafından kaleme alınan, başta Pulitzer Ödülü olmak üzere çok sayıda hatırı sayılır ödüle layık görülen biyografik eser Amerikalı Prometheus: J.Robert Oppenheimer’ın Başarı ve Acı Dolu Öyküsü, İthaki Yayınları etiketi ve Uğur Gülsün çevirisi ile yayımlandı.

Geçtiğimiz günlerde seyircinin karşısına çıkan Christopher Nolan imzalı “Oppenheimer” isimli filme de ilham veren eser, 20'nci yüzyılın önemli bilim insanlarından biri olan ve aynı zamanda “nükleer bombanın babası” olarak addedilen Robert Oppenheimer’ın kariyerini, kişiliğini, insani zaaflarını ve hayatının son yıllarında kendi eseri olan nükleer silahın varlığına karşı çıkışını konu alıyor.

OPPENHEİMER’IN GENÇLİK YILLARI

J. Robert Oppenheimer, 22 Nisan 1904’de, kendini Amerikalı olarak tanımlayan Alman kökenli bir ailenin iki çocuğundan biri olarak dünyaya gelir. Her ne kadar Yahudiliğe mensup olsa da, Oppenheimer ailesi seküler bir kimliği benimser. Genç Robert, Amerikan toplumu içinde asimile olan ailelerin çocuklarını gönderdiği, Etik Kültür isimli enstitüden eğitim alır.

Robert oradaki en parlak öğrencilerden biri olur. Daha sonraki yıllarda kendini gösterecek olan entelektüel dünya görüşünün ve politik kimliğinin nüvesi bu okul sayesinde oluşur. Ki zaten Etik Kültür siyasette boy gösteren ve ırklar arası ilişkiler, işçi hakları, sivil özgürlük ve çevre gibi meselelerde duyarlı politikalar üreten kişileri mezun etmesiyle bilinir. Robert buradaki eğitimini 1921 yılında tamamlar.

Çocukluk ve gençlik yıllarında arkadaşları tarafından kırılgan ve narin biri olarak tanımlanır. Ancak bu görünüşünün altında sabırlı, inatçı ve gururlu bir kişilik de teyakkuzda beklemektedir.

Sosyal açıdan kendini yetersiz bulur. Akranı çocuklara kimi zaman mesafeli davranır, kimi zaman da münasebetsizlikler yapar, insanlara nasıl davranacağını çoğunlukla bilememekten yakınır.

Okuldaki derslerde oldukça yüksek performans gösterir, hatta yaşıtlarından birkaç sınıf yukarıda eğitim görür.

Fen bilimlerine ise ayrı bir ilgi besler. Fizik ve kimya dersleri sırasında laboratuvar deneyleri onun okulda vakit geçirmekten en çok haz aldığı saatler olur. Bununla birlikte çok erken yaşından itibaren Platon ve Homeros’u Yunanca, Vergilius, Sezar ve Horatius’u ise Latince okuyabilecek entelektüel donanıma sahiptir.

1922 yılında Harvard Üniversitesine kaydolur. Üniversite ona burs vermek ister ancak parasız daha iyi idare ettiğini söyleyerek burs teklifini geri çevirir. Önce kimya eğitimi görmeye başlar, ilk yılın sonunda ise kimya üzerine uzmanlaşmak istemediğine, bunun yerine fizik dersinin ilgisini daha çok çektiğine karar verir ve daha sonraki yıllarda kendisine dünya çapında bir şöhret getirecek olan fizik üzerine çalışmaya başlar.

İlk fizik öğretmeni ise Nobel ödüllü Percy Bridgman (1882-1961) olur. Robert, Harvard’ta entelektüel ve mesleki yetkinlikler kazanır kazanmasına ancak sosyal açıdan yetersizliğini burada daha fazla hisseder.

Fizik eğitimine Cambridge’de devam eder. O sıralar Avrupa’da fizik adına sıcak gelişmeler yaşanır. Başta kuantum teorisi olmak üzere fizikte çığır açan buluşlar meydana gelir. Amerikalı fizikçiler ise bu gelişmelerden olukça uzaktadırlar. Bu sebeple Robert fizik çalışmaları için o yıllarda çok doğru bir kurumdadır.

Deslerinde yine parlaktır ancak Robert sosyal ve psikolojik yönden zor zamanlar geçirir. Varoluşsal krizlerle yüzleşir. Arkadaşlarının sırayla evlenmesi onun yalnızlığını tetiklediği gibi aşk hayatları onu daha huzursuz kılar.

Nitekim etrafındakilere o yıllarda ruhsal durumunun hiç iyi olmadığından dem vurur, hatta yakın çevresi onun bazı tuhaf ataklarına –hatta bir elmaya çeşitli kimyasallar katarak hocasını zehirlemeye teşebbüs vakası da vardır aralarında- şahit olur.

Robert, bir süre ailesinin desteğiyle terapi görür ve terapist Robert’in sorununun bastırılmış cinsellik olduğu sonucuna varır.

Robert’in geçirdiği atakların ve varoluşsal krizlerin dinmesi ise aniden gerçekleşen bir uyanış sayesinde olur. Bu uyanışı yaratan okuduğu bir kitaptır.

Marcel Proust’un Kayıp Zamanın İzinde isimli eseri, Robert’in çevresine söylediği şekilde “hayatının en büyük deneyimlerinden biri” olarak kişisel tarihinde iz bırakır ve onun depresyonla olan uzatmalı ilişkisini son erdirir.

OPPENHEİMER’IN KARİYERİNDEKİ KİLOMETRE TAŞLARI

Niels Bohr, Oppenheimer’ın Harvard’da derslerine giren, rol model aldığı fizikçilerden biridir. Bohr, atomun çekirdeği etrafındaki bir elektronun yörünge momentumunda “kuantum sıçramaları” olduğunu öne sürerek erken kuantum mekaniğinde anahtar bir teorik atılım gerçekleştirir ve 1922 yılında Nobel Ödülünün sahibi olur.

Oppenheimer’ın hayatında ilham veren bilim insanlarından bir diğeri de 1954 Nobel Ödülü sahibi Max Born’dur.

Born’un kuantum mekaniği kavramını ortaya atması, sıcakkanlı ve sabırlı bir yol gösterici olması onu etkiler.

Bu ikili daha sonraki yıllarda çok yakın dost olacaklar, birlikte “Moleküllerin Quantum Teorisi üzerine” isimli bir makale yayımlayacaklardır.

Çalışmalarına daha sonra Göttingen Üniversitesinde devam eden Oppenheimer için Cambridge’in aksine Göttingen, güzel anılar biriktireceği bir yer olur. Orada keyifli bir arkadaş çevresi edinir.

Cambridge ve Harvard’da entelektüel hayatı kitaplarda bulurken, Göttingen’de arkadaş çevrelerine girip çıkarak ve başkalarından türlü bilgiler edinerek kendini geliştirir.

Öyle ki akademik başarısı ve dehası ilk defa özgüvene dönüşür, yavaş yavaş kendini “dahi çocuk” namıyla parıldayan bir tür şöhret içerisinde bulur, hatta onun kısa zamanda bu kadar parlaması kimi arkadaşlarını rahatsız eder. Hocası Born’un söylediği gibi: “Büyük yeteneklere sahip bir adamdı ve üstünlüğünün farkında oluşu can sıkıcı sonuçlar doğurabiliyordu.”

Oppenheimer’ın hayranlık duyduğu bir diğer isim ise Göttingen’de yakın mesai yaptığı, kendisinden üç yaş büyük olan, o sıralar kuantum fiziği üzerine çalışan bilim insanı Werner Heisenberg’tir. Heisenberg ile Oppenheimer’ın yolları daha sonraki yıllarda paralel bir seyirde akacak, Oppenheimer kendini Amerika için, Heisenberg ise Almanya için atom bombası yapmaya çalışırken bulacaktır.

Oppenheimer, büyük bir üretkenlik göstererek 1926 ile 1929 yılları arasında on altı makale yayımlar, teorik fizik alanında hatırı sayılır bir şöhret edinir. 1928 yılında içinde Harvard Üniversitesinin de olduğu çok sayıda maruf kurumdan teklif alır. O, Berkeley’i tercih eder.

Berkeley yıllarında öğretim üyeliği yaparken dersleri adeta gösteriye dönüştürür. Öğrencilerin her biriyle tek tek ilgilenir, onların sorunlarını çözmeye, sorularına cevap vermeye çalışır.

Bir yandan da fizik teorileri ortaya atar, makaleler yazar. Kozmik ışınlar, gama ışınları, elektrodinamik ve elektron pozitron sağanağı onun üzerine çalıştığı önemli konular arasında yer alır.

Bilhassa 1930lu yıllardan sonra nötron yıldızları üzerine yaptığı araştırmalar, onun fizik alanında yaptığı en orijinal katkılardan biri olur. Bununla birlikte 1939 yılında Hartland Snyder ile birlikte yazdıkları “Sürekli Gravitasyonel Büzülme Üzerine” isimli makale büyük sükse yapar.

Bu makale bugün pek çok bilim insanına göre 21. yüzyıl fiziğine açılan bir kapıdır.

SİYASET İLE OLAN İLİŞKİSİ

Oppenheimer, bilimle iştigal ederken bir yandan da siyasete ilgi duyar. 1930lu yıllarda bir dönem siyasi mahfillere katılır, hiçbir dönem resmi üyesi olmasa da Komünist Partiye yüksek

meblağlarda bağışta bulunur. Oppenheimer o yıllarda daha ziyade ırk ayrımcılığının kaldırılması, göçmen işçilerinin çalışma koşullarının iyileştirilmesi gibi mücadele alanlarını benimser.

Bir müddet için SSCB’ye sempati duyar, ancak kısa bir süre sonra görüşlerini değiştirir, siyasi mahfillere girmeyi, bu çevreden insanlarla görüşmeyi bırakır.

Ne var ki gençlik yıllarında komünizm ile olan yakın ilişkisi daha sonraki yıllarda hep önüne çıkacak, 1940lı yıllardan itibaren FBI onu komünizm sempatizanı bir profesör olarak tanımlayıp gözetim altında tutacak, telefonlarını dinleyecek, 1950li yıllarda ise hakkında soruşturmalar açılacak, rakipleri geçmişini kullanarak hatta Rus ajanı olduğunu iddia ederek itibarını yerle bir etmeye çalışacaklardır.

MANHATTAN PROJESİ

II. Dünya Savaşı sürerken 1940 yılların başında Almanya’nın bir bomba üzerinde çalıştığı öngörüsü –ki bunu gündeme getiren ve ABD Başkanı Roosevelt’i uyaran kişi Einstein’dır- Amerika’nın da yeni bir silah bulması gerektiği konusunu gündeme getirir.

İçerisinde Oppenheimer’ın da bulunduğu dünyanın pek çok bölgesinden gelen bilim insanlarından ve üst düzey subaylardan oluşan bir kadro 1941 yılından itibaren Uranyum toplantıları düzenlerler ve bir Uranyum bombası yapma fikrini her oturumda enikonu değerlendirirler.

Manhattan Projesi ismini alan silah üretim projesinin çalışmaları ise 1943 yılında başlar.

Projeye başkanlık eden Oppenheimer ilk etapta böyle bir deneyin fizik açısından çığır açacağına inanır. Her kim bunu becerirse büyük bir başarıya imza atacaktır. Bu, kendi kariyeri için de önemli bir fırsattır.

Bombanın ahlaki boyutu üzerine düşündüğünde ise, bu bombanın çok sayıda insanı öldüreceğine, ancak bir yandan da savaşa son vereceğine inanarak çalışmalarına devam eder.

O ve gruptaki diğer bilim insanlarının amacı zaten bombayı Nazilere karşı kullanmaktır.

Manhattan Projesini hayata geçirmek için insandan arındırılmış askeri bir bölge – Los Alamos- seçilir.

Tesisler ve laboratuvarlar buraya kurulur. ABD yetkilileri tarafında zaman zaman Oppenheimer’a karşı, komünizm sempatizanı geçmişi sebebiyle muhalif ve güvensiz sesler yükselse de, hatta bu suçlamalarda iş çığırından çıksa da, -zira FBI içeriden birinin Rus ajanı olduğunu mesajlardan çözmüş ve kim olduğunu bulmaya çalışmaktadır- Oppenheimer, dehası ve çalışkanlığı ile projede baş rolü oynamaya devam eder.

Manhattan Projesi son hızla sona yaklaşırken, Los Alamos’ta Oppenheimer önderliğinde gerçekleşen oturumlarda bombanın ahlaki yanı üzerine de birtakım tartışmalar yapılır, ihtilaflar çıkar.

Oturumlarda Oppenheimer ekseriyetle bombanın doğru bir karar olacağından, savaşı erdireceğinden bahseder.

Ayrıca Oppenheimer’a göre onun ve diğer bilim insanlarının görevi icadı yapmaktır, siyaset yapmak değildir. Bombayı imal ettikten sonra ne olacağı siyasetçilerin işidir. Bu hat üzerinden giden tartışmalar, bombanın ilk test denemesinin yapılacağı güne dek sürer.

Zaten bombayı da Hitler ve Nazilere karşı kullanmak üzere hazırlamışlardır.atı ve bu bombadan sonra Sovyetler ile insanlarının görevi icadı yapmaktır, siyaset yapmak değildir.

Amerikan başkanı Roosevelt’in ölümüyle yeni başkan Harry Truman olur ve o tarihte artık Avrupa’da savaş Amerikalıların lehine neticelenmiş - ki nisan 1945’te Almanya teslim olacak, Hitler intihar edecektir- ne var ki Pasifik’teki cephe hala devam etmektedir.

1945 yılının Mart ayında Tokyo’ya yüksek patlayıcılı bir uçak bırakılır ve bunu diğerleri takip eder. Temmuz ayına kadar Japonya’nın beş şehri yerle bir edilir, yüzbinlerce sivil öldürülür. Buna rağmen Amerikan hükümeti daha “gösterişli” bir zaferin peşindedir.

Los Alamos’ta atom bombası üzerine çalışan heyette yavaş yavaş birtakım tereddütler oluşur. Savaş zaten bitmiş, Japonya da diz çökmüştür. Böyle bir kitle imha silahına gerek yoktur. Zaten bombayı da Hitler ve Nazilere karşı kullanmak üzere hazırlamışlardır.

Öyle ki ABD yönetimini böyle bir teşebbüsün sakıncalarını, keza yapacağı tahribatı ve bu bombadan sonra Sovyetler ile ABD arasındaki silahlanma yarışının ayyuka çıkacağını anlatarak ikna etmeye çalışırlar. Hatta Nobel Ödüllü James Franck başkanlığında bir komite kurulur ve Frank Raporu adıyla bir rapor hazırlanır.

Ancak başta Oppenheimer olmak üzere bir grup bilim insanı buna karşı çıkar ve savaşın bitmesi için bu bombanın kullanılması gerektiğini, üstelik bombanın görsel gücünün -20000 fit yüksekliğe çıkacak parlak ışık- psikolojik olarak da etkili olacağını savunarak heyeti ikna ederler.

Sonuçta bomba Japonya’da sivillerin yaşadığı bir alanda, uyarı yapılmadan uygulanacak ancak önce –Oppenheimer’ın bu konudaki ısrarıyla- test yapılacaktır.

New Mexico’nun güneyinde çorak, ıssız bir bölgede atom bombasının -Trinity isimli- ilk denemesi yapılır. Bomba beklenen de büyük etkiler yaratır ve Oppenheimer nasıl bir icada imza attığının belki de ilk defa test sonrası fark eder.

Nitekim artık bombanın Japon şehirlerinde kullanılacak oluşu onda ağırlık yapmaya başlar, o günlerdeki sessiz ve düşünceli tavırları çevresinin de ilgisini çeker. Ancak yine de bombanın başarılı bir şekilde “görevini” yerine getirmesi için harıl harıl çalışmaya devam eder.

6 Ağustos 1945 sabahı saat 8.14’te Enola Gay isimli bir uçak Uranyum bombasını Hiroşima’ya bırakır. Bir bomba da üç gün sonra da Nagazaki’ye atılır. Savaş artık tamamen bitmiştir ancak sonuç korkunçtur. Bir insanlık felaketi yaşanır.

Sıradan Amerikalılar “zaferleri”ni çılgınca kutlarken, bilim heyeti Hiroşima ve Nagazaki’den gelen haberlerden sonra nasıl bir Frankenstein icat ettiklerini endişe ve hayal kırıklığı içerisinde düşünürler.

Bilhassa Oppenheimer… Ancak daha da büyük hayal kırıklığını daha sonra, barış döneminde silahlanmayı ayyuka çıkaracakları bir bomba imalatı projesi gündeme gelince yaşayacaktır. O vakit bu işin savaşla ya da güvenliğin korunmasıyla ilgili olmadığını, meselenin güç gösterisi yapmak olduğunu anlayacaktır.

OPPENHEİMER İÇİN SONUN BAŞLANGICI

Hiroşima ve Nagazaki’deki felaket silsilesinden sonra Oppenheimer artık dünyanın en ünlü insanı olur.

Onun ülkenin en etkili isimlerinden biri haline gelişi FBI direktörü J. Edgar Hoover’u rahatsız eder ve bu durumu değiştirmeye çalışır.

İlk etapta Oppenheimer’ın komünizm sempatisini ve bu konuda tutulan raporları açığa vurmaya başlar, Beyaz Saray’ı ve Dışişleri Bakanlığını bilgilendirir.

Oppenheimer’ın zamanında Komünist Parti üyesi olup olmadığı uzun zaman araştırılır. Oppenheimer soruşturma geçirir ve bu süreçte bütün telefonları dinlenir, her yaptığı takip edilir.

Oppenheimer Princeton Üniversitesinde –burada Einstein ile birlikte çalışır- 1947 yılında göreve başladığında da bu takip meselesi hâlâ gündemdedir.

1948 yılından sonra ise Oppenheimer şimşekleri büsbütün üzerine çeker. Zira Hiroşima ve Nagazaki’deki felaketten ötürü duyduğu suçluluğu artık basın ile de paylaşır.

Röportajlarda meselenin ahlaki yönünü nasıl ihmal ettiklerinden bahseder. Hatta Time dergisi bir sayısında Oppenheimer’ın Los Alamos Laboratuvarının başkanlığını yürüttüğü sırada yapılanlardan dolayı suçluluk duyduğunu sayfalarına taşır ve bu hiç iyi karşılanmaz.

Oppenheimer ile ABD yönetiminin arasını bozan bir diğer mesele ise, Hiroşima ve Nagazaki’de atılan atom bombalarından kat be kat daha yıkıcı “Super” isimli kitlesel ölüm silahının gündeme gelmesi olur. Keza ilk ikisi 15 bin ton TNT’lik patlayıcılık etkisine sahipken, Super 100 milyon TNT’lik bir güce sahiptir ve Oppenheimer’a göre bu bir soykırım makinesidir.

Böyle bir bombanın icadının insanlık için felaket olacağını, bunun zamanla ülkenin güvenliğine de zarar vereceğini kamuoyuyla paylaşır. Nükleer silahlanma karşısında yürüttüğü muhalefeti tepkilere rağmen geri çekmez.

Bundan sonraki süreç FBI’ın Oppenheimer’in üzerine tüm projektörleri çevirmesiyle ve Oppenheimer’ın kendisine yöneltilen suçlamalar karşısında kendini savunmasıyla daha da sıkıntılı bir hal alır. Üstelik ABD Atom Enerjisi Komisyonunda (AEC) üst düzey görev yapan Lewis Strauss isimli bir hasmının, itibarını bitirmeye ahdetmişçesine onunla uğraşmasıyla birlikte Oppenheimer kendini jüri üyelerinin önünde bulur.

Oppenheimer’ın bir Rus ajanı olmadığına hemen hemen herkes kanidir ancak başkanlığa yeni getirilen McCarthy’nin döneminde öyle bir cadı avı başlatılır ki, kendini kurtaramaz.

Hakkında açılan davada her ne kadar “sadık bir vatandaş” olduğu tescillense de, nükleer silahlanma karşıtı söylemlerinin ve dış ülkelerle olan bağlantılarının ABD için bir güvenlik açığı oluşturduğuna karar verilir ve Oppenheimer’a bilgi erişim kısıtlaması getirilir.

Oppenheimer üzerinden yapılan bu “cadı avı” ve soruşturmalar hem McCarthy döneminin adaletsiz yargılamalarına tarihi bir örnek olur, hem de ABD otoritelerinin kendi politikaları aleyhine konuşan bir bilim insanını gözlerini kırpmadan harcayabileceklerini gösterir. Nitekim Oppenheimer’ın başına gelenler bilim çevrelerinde infial yaratır. Hasmı olan Strauss’un ümit ettiği gibi Oppenheimer itibarını kaybetmez, hayatının sonuna dek ABD’de yaşamaya ve orada üretmeye devam eder.

Fizik alanındaki çalışmalarını ve üniversitede verdiği dersleri sürdürür. 18 Şubat 1967 yılında ise uzun zamandır savaştığı gırtlak kanseri yüzünden hayata veda eder.

Oppenheimer, 63 yıllık hayatı boyunca çok sayıda makale, çalışma ve buluş bırakır. Mucidi olduğu nükleer bombanın yarattığı tahribata ve bilimin ahlakla ilişkisine dair yapılan tartışmalara rağmen 20. yüzyıl bilimine büyük katkıda bulunur.

FBI arşivleri, dönemim röportajları, gazete haberleri ve tanıklıkları eşliğinde kaleme alınan Amerikalı Prometheus isimli kitap Robert Oppenheimer’ın tartışmalar ve çelişkilerle dolu hayatını ele alıyor.

Oppenheimer’ın bilimle olan ilişkisine ve yaptıklarından suçluluk duyan insani tarafına ışık tuttuğu gibi, Amerikan pragmatizmini gözler önüne seriyor.

Öne Çıkanlar