Eurovision nostaljisi, soykırım ve kültür: Kim, neyi, nasıl gizliyor?
“Aynı zamanda barbarlığa da ait olmayan bir kültür belgesi hiçbir zaman var olmamıştır.”
Walter Benjamin
Bundan 21 yıl önce, Amerika’nın Irak’a yaptığı bombalı saldırıyı canlı yayında tüm dünya izlemişti. O günden sonra televizyondan saldırı görüntüleri eksik olmadı, öyle ki hepimiz beden bütünlüğü bozulmuş insanlar görmeye, sivillerin katledilişini izlemeye alışır olduk. Irak işgalinden 20 yıl sonra İsrail’in Filistin’e yönelik başlattığı saldırıları da yaklaşık sekiz aydır tüm dünya izliyor. Ancak burada durum daha da korkunç; Gazze şeridinin adım adım bombalanarak tüm Filistinlilerin Refah’a kadar sıkıştırıldığı, sonunda tek “güvenli bölge” olan Refah’ın da saldırı altına alındığı haberini aldık bu hafta. Yani gördüğümüz, izlediğimiz şey bir soykırım.
Refah’a saldırı haberi, ünlülerin tasarım elbiselerle boy gösterdiği Met Gala’nın olduğu gün, 6 Mayıs Salı akşamı alındı. Sekiz aydır süren saldırılar da nedense hep bir kültür sanat “event”ine denk gelmişti: Oscar, Amerikan futbol ligi şampiyonluk maçı Super Bowl, Grammies ve bu hafta da hem Met Gala hem de Eurovision, Filistin’e yönelik soykırım saldırılarıyla senkronize gelişen olaylar oldu.
'OLAĞANÜSTÜ', OLAĞAN OLUNCA
Walter Benjamin, yukarıdaki meşhur alıntısının yer aldığı Tarih Üzerine Tezler fragmanında diyor ki “Ezilenlerin durumu bize, içinde yaşadığımız ‘acil durum’un kural olduğunu öğretiyor.” Yani her gün çeşitli şekillerde önümüze düşen işçi cinayetleri, kadın ve LGBTİ cinayetleri, azınlıklara yönelik saldırı ve tutuklamalar, daha küresel ölçekte emperyalist ülkelerin saldırıları aslında özellikle 80 sonrası neoliberal kapitalist dünyanın bir normu, olağanüstü hal değil. Benjamin bu durumda görevin, gerçek bir olağanüstü hal yaratmak olduğunu söyleyerek devam ediyor. “Faşizme karşı mücadeledeki konumumuz da böylece gelişecektir” diyor. Ona göre, “[Faşizmin] bir şansa sahip olmasının tek nedeni, rakiplerinin ilerleme adına onu tarihsel bir norm olarak selamlamalarıdır.”
Şimdi içinde bulunduğumuz bu “normal” olağanüstü hale, Benjamin’in bu tarih anlayışına göre bakalım. Batı’nın boyası düşen ilerici maskesinin, gerçekten “ilerici” ya da kurtarıcı olmadığını belki böylece anlayabilir ve tarihin, kazananın anlatısı olduğu gerçeğini, kazanan faşizm olduğunda da anlatıyı ezilenden yana kurabilme gücünü kazanmak için aklımızda tutabiliriz.
'BATI’NIN İKİYÜZLÜLÜĞÜ' BATI’YA MI ÖZGÜ?
Met Gala gecesi, ünlüler kırmızı halıda şov yaparken dışarıda büyük bir kalabalık Filistin adına eylem yapıyordu. Protestoların adresi, zenginlikleriyle bu soykırımı fonlayan sermaye sahipleri ve ünlülerdi. “Ateşkes, hemen şimdi!” diyen protestocuların bir kısmını polis ters kelepçeyle gözaltına aldı. Tıpkı Columbia, Harvard, New York gibi büyük Amerikan üniversitelerinde haftalardır süren Gazze direnişlerinde olduğu gibi polis saldırıları bu eylemde de ön plandaydı.
Soykırıma karşı bu yükselen ses, Eurovision 2024’te İsrail’in sahne almasıyla burada da kendini duyurdu. İzleyicilerin yuhalamaları, yayıncılar tarafından eklenen alkış sesleriyle bastırılmaya çalışılsa da üzeri örtülemeyecek kadar büyük bir tepki söz konusuydu. Bu yıl Eurovision’a ev sahipliği yapan Malmö’de binlerce insan İsrail’in diskalifiye edilmesi için eylem yaptı. Ayrıca Belçika’da televizyon çalışanları sendikası, yayından önce İsrail karşıtı mesaj paylaşılmazsa bu sene Eurovision yayınını vermeyeceklerini açıkladı. Bunun üzerine televizyonda şu mesaj paylaşıldı: “İsrail devletinin ihlallerini kınıyoruz. İsrail aynı zamanda basın özgürlüğünü de yok ediyor. Bu nedenle ekranı geçici olarak kesiyoruz.”
Amerika ve Avrupa’daki protestolar, Batı’nın ikiyüzlülüğünü ortaya seren büyük eylemler oldu. Burada yine Benjamin’in bahsettiği o “ilerleme adına faşizmi bir norm olarak kabul etme” hatasından bahsetmek gerek. İsrail, özellikle kadın ve LGBTİ hakları açısından “medeni”, “ilerlemiş” bir ülke olarak sunulur ve sahiplenilirken faşizmin hiçbir zaman kadın ve LGBTİ’ler gibi tarihin ezilmişleri açısından olumlu bir pozisyon olamayacağını tekrar etmek gerekiyor. Nitekim Amerika’daki üniversite eylemlerinde polisin saçlarından tutup sürüklediği kadın eylemci, Batı’nın bu ikiyüzlülüğü için bir gösterene dönüştü. Keza, İsrail’in sürekli LGBTİ dostu gibi resimler vermeye çalışırken diğer yanda Filistinli tutsak LGBTİ’lere yönelik tecavüzler ve bunların kayda alınarak tehdit unsuru olarak kullanılması da yine Batılı LGBTİ hareketleri tarafından ifşa edildi. Eurovision, Met Gala gibi zengin eğlencelerinin ne sanat ne de müzik için gerçek bir kültürel alan olmadığı; her fırsatta kadın ve LGBTİ’lerin görünürlüğü kullanılarak üstü örtülen siyasi sömürünün bir parçası oldukları da yine bu protestoların afişe ettiği bir gerçek oldu.
Fotoğraf: Reuters
EUROVİSİON NOSTALJİSİ BİZİ NEREYE GÖTÜRÜR?
Ancak Batı’nın ikiyüzlülüğünü yine Batılı genç, çoğu sosyalist, bir kısmı Yahudi, LGBTİ ve feminist topluluklar ifşa ederken Türkiye’de bu durum, devletin kendi ikiyüzlülüğünü gizlemek için bir fırsat olarak görülüyor. Batılı eylemcilerin yaptığını şu anda Türkiye’de yapamıyoruz. Filistin için 1000 Genç hareketinin Taksim’de yapmak istedikleri eylemin nasıl polis şiddetiyle önlendiğini, gözaltına alınan gençlerin nasıl şiddete uğradığını hepimiz gördük. Ancak bir yandan Filistin “davasını” bir siyasi malzeme haline getirmekten 20 yıldır çekinmeyen muhafazakâr siyasetin, söz konusu İsrail’le yapılan ticaretin kesilmesi olduğunda nasıl İsrail devleti gibi hareket ettiğini de yine vurgulamak gerekiyor. Önce “ticaret yapılmıyor”, sonra “mallar Filistin’e gidiyor”, daha sonra “sınırlı bir ticaret gerekli” söylemleriyle üzeri örtülmeye çalışılan soykırım fonculuğu, nihayetinde “İsrail’le ticareti kestik” denilerek itiraf edilmiş oldu. Buna karşın hükümet yanlısı sosyal medya trollerinin, Kahve Dünyası’nın Hamursuz Bayramı paylaşımına anti-semitist yorumlarla karşı çıkarken aylardır süren İsrail-Türkiye ticaretini bir şekilde aklamaya çalıştığını da görüyoruz.
Eurovision’a duyulan nostaljik ilginin de bu siyasi pozisyonlardan bağımsız olmadığını görmek gerek. Sertab Erener’in tam da bu yıl, yeniden Eurovision sahnesine çıkması, 2003’te “yükselen Türkiye” imajının bir parçası olarak Avrupa Birliği kapılarını zorlayan muhafazakâr demokrat yeni hükümetin parlatılmasını hatırlatmıyor mu? Sanki kültürel alanda gerçekleşecek birkaç değişiklik, birkaç temsille –tıpkı İsrail’in kendi savaş suçlarını örterken LGBTİ’leri kullanması gibi- Türkiye’de yaşanan tüm hukuksuzluklar yine 90’lardaki gibi belli bir kesime yönelik görülüp affedilebilir gibi duruyor. Hele Amerika’daki akademisyenlerin Filistin yanlısı eylemlerden sonra tutuklanmasını hararetle eleştiren iktidar yetkililerinin, Barış İmzacısı akademisyenlere Türkiye'de yapılan hukuksuzlukları, yıllarca sosyal ölüme mahkum edilmelerini meşru göstermelerine ses çıkarılmadığında bu nostalji daha da tehlikeli bir hal alıyor kanımca. Eski Türkiye’nin kültürle suç örten normalindense her suçun açıkça gözümüze serildiği bu yeni gerçekliğin, gerçek bir tepki ortaya çıkması açısından daha iyi olduğunu bile söyleyebiliriz.
Tüm bunlar, aslında sadece Batı’nın değil, Batı’yla kol kola sermayesini genişletmeye çalışan tüm devletlerin nasıl ikiyüzlü olduğunu; Filistin’de süren soykırımın ya tamamen yok sayıldığını ya da kameralar önünde lanetlenirken sahne arkasında fonlandığını gözler önüne seriyor. Batı’da Oscar, Met Gala, Eurovision gibi kültürel ürünlerle, Türkiye’deyse direkt Yahudi kültürüne saldıran faşist söylemlerle üstü örtülmeye çalışılan barbarlık, tarihi yalnızca kazananların yazdığı fikrine tutunan sömürgeci devletlerin keskin dişlerinden damlıyor.
Gözümüzün önünde gerçekleşen bu soykırıma karşı Batı’daki eylemci kardeşlerimizin yaptığını yapmalı, norm haline gelen barbarlığa karşı gerçek bir olağanüstü hal yaratmalıyız. Hiçbir kültür ürününün bu barbarlığı örtmesine izin vermeden, tarihe ezilenin sesini kaydetmenin önemini unutmadan, ilerlemeci safsataların gerçeğin üstünü örtmesine izin vermeden, alıştığımız bu yıkıcı olağan hali tersine çevirmek zorundayız. Yıllar sonra Yahudileri kamplara gönderen askerlerin “Ben sadece bana denileni yaptım” sözleriyle aynı çizgiye düşmek istemiyorsak bize denileni yapmaktan, bize sunulanı izlemekten vazgeçmek zorundayız.