Gerçek ile kurgu bir arada: 'Bir Kadın'
Merve KÜÇÜKSARP
Artı Gerçek - 2022 Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Fransız yazar Annie Ernaux’nun 1986 yılında Une Femme ismiyle ilk defa okurla buluşan eseri Bir Kadın geçtiğimiz günlerde Can Yayınları etiketi ve Yaşar Avunç’un çevirisiyle yayımlandı. Ernaux, bu romanında annesini, annesinin katı dogmalarla çevrili dünyasını ve onunla olan ilişkisini anlatıyor.
Annie Ernaux, 1940 yılında Fransa’da bir işçi sınıfı ailesinde dünyaya gelir. Ailesi o küçükken Fransa’nın kuzeyinde yer alan Lillibonne’da kafe işletmeciliği yapmaya başlayarak işçilikten esnaflığa geçiş yapar. Kendileri okuyamamış, hayatlarını kazanmak için çalışmak zorunda kalmış olmanın ukdesiyle kızlarının eğitimine bir hayli önem verirler.
Onu yeni şeyler öğrenmeye merak duyması, kendisini entelektüel anlamda geliştirmesi için teşvik ederler. Ancak bu sayede içinde bulundukları yoksul sınıftan kurtulacağına inanırlar.
Annie Ernaux önce özel bir Katolik okulunda eğitim alır, bu okulu üstün bir başarı ile bitirince Rouen Üniversitesi Edebiyat Fakültesine devam eder. Üniversitede olduğu yıllarda tanıştığı Phillippe Ernaux ile 1964 yılında evlenir ve bu evlilikten iki çocuğu olur. Okulu bitirdikten sonra edebiyat öğretmenliği yapan Ernaux, 1974 yılında Les armoires vides (Boş Dolaplar) isimli romanını yazarak yazın hayatına adım atar. Bunu diğer romanları takip eder.
Hayatı boyunca itibarlı çok sayıda ödüle layık bulunan, en son 2022 yılında Nobel Edebiyat ödülü alan Ernaux’nun eserlerinde otobiyografik öğeler fazlasıyla yer tutar.
Hatta gerçek ile kurgu arasındaki sınırlar o kadar belirsizdir ki, okur kimi zaman hangisi yazarın, hangisi anlatıcının sesi diye ayırt edemez. Keza O Kadın isimli roman da bu minvalde, Ernaux’nun annesi ile olan ilişkisini hatırlatan, hayatıyla fazlasıyla paralellikler taşıyan öğelerden mürekkeptir.
Roman, anlatıcının –veya Ernaux’nun- annesinin ölümüyle başlar. Ernaux, annesinin ölümünden sonra bir yas sürecine girer ve yaşadığı kayıp ve boşluk duygusunu yenmek için annesine dair bir yazı kaleme alır. Bizlere annesini anlatır. Bu bir kızın annesinin ardından onunla olan ilişkisine dair tuttuğu bir tür muhasebe defteridir, aynı zamanda. Bu defterde anne kızın birbirlerine karşı işledikleri günahlar ve sevaplar, aşk ile nefret bir aradır.
Bizler bu muhasebe defterinin satırlarından Ernaux’nun annesinin çocukluğunu, küçük yaşta çalışmak zorunda kalışını, zamanla işinin kendi dünyası olduğunu, gençliğini, evliliğini, anneliğini, Alzheimer hastası olduğu son yıllarını da öğreniriz.
Annesi hayatının çoğunu aynı köyde geçirmiş, o dünyadan başını çıkartamamıştır. On iki yaşındayken okulu bırakıp çalışmak zorunda kalmıştır. Daha sonra babası ile evlenmiş, kendi bakkal dükkanını kurmuş ve tüm dünyası bu bakkal dükkanı olmuş, işini büyük bir ciddiyet ve hırsla icra ederek yoksulluktan kurtulmanın yolunda hatırı sayılır bir mesafe kat etmiştir. Nitekim Ernaux annesinin işine karşı katı tutumunu şu sözlerle anlatır:
“Annem tüccar bir kadındı, yani öncelikle ‘geçim kaynağımız’ olan müşterilere aitti. Dükkanda hizmet verirken onu rahatsız etmek (nakış ipliği istemek için dükkanı mutfaktan ayıran kapının arkasında beklemek, oyun oynamak için izin almak vs) yasaktı. Fazla gürültü duyarsa ortaya çıkıp hiçbir şey söylemeden bir tokat patlatır, sonra işine dönerdi. Müşterilere nasıl davranmam gerektiğini –onlara net bir sesle merhaba demeyi, onların önünde yemek yememeyi, tartışmamayı, kimseyi çekiştirmemeyi- küçük yaşta öğrenmiştim. ”
Annesini katı ve kuralcı oluşuna hoşnutsuzlukla yaklaşırken, bir yandan da onun özel alana mahpus, yalnızca ev işleriyle ilgilenen edilgen kadınlarından farklı olduğunu, bu güçlü ve tuttuğunu koparan yanına hayranlık duyduğunu da fısıldar satır aralarında. Ne var ki bu hayranlığın içinde yer yer gedikler açıldığını da okuruz ondan utandığı zamanları itiraf ettiği ilerleyen sayfalarda. Zira Ernaux genç kızlığa adım atmasıyla birlikte annesini beğenmemeye, cahil ve kaba bulmaya, onun hayatını, ilkelerini ve kişiliğini küçümsemeye başlamıştır. Annesinin daha farklı biri olmasını istediğini şu satırlardan anlaşılır:
“Annem benim için rol model olmaktan çıktı. L’Echo de la Mode dergisinde rastladığım, okuldaki küçük burjuva arkadaşlarımın annelerini andıran kadın imgesine çekilmeye başladım: İnce, ağırbaşlı, yemek yapmasını bilen anneler. Ben annemi frapan buluyordum. Bir şişeyi bacaklarının arasına kıstırıp tıpasını çıkarırken gözlerimi başka yana çeviriyordum. Kaba konuşmalarından ve tavırlarından utanıyordum, özellikle ona ne kadar benzediğimi hissettiğimde.”
Anne ile kızın bu marazi ilişkisi yalnızca kızın duygularında değil, annenin tavırlarında da anlatı boyunca hissedilir. Anne kızına muazzam bir sevgi beslerken, tüm hayalini ve hedeflerini onun geleceği üzerine kurgularken, bir yandan da ona karşı sert, tahammülsüz davranır.
Kimi zaman onun karşısında duygudan azade taş gibi sert bir otorite figürü olur. Kızının özdenetime sahip, disiplinli ve kurallara bağlı olması için elinden geleni yapar. Bilhassa annesinin kendisine verdiği terbiye beden denetimi meselesinde kendini açığa vurur. Ernaux annesinin kadın bedenine yaklaşımını şu satırlarla anlatır:
“Büyüdüğümü görmek hoşuna gitmedi. Beni çıplak yakaladığında sanki bedenimden iğreniyordu. Memeleri ve kalçaları bir tehdit olarak algılıyor, erkeklerin peşinden koşmaya başlayıp derslerime ilgili kaybedeceğimden korkuyordu şüphesiz. “
Annesine göre denetim altında tutulması, bastırılması gereken başka bir şey ise cinselliktir. Romandaki şu cümleler annesinin cinselliğe yönelik tavrının yanı sıra o günün Fransa’sındaki ahlaki normları da ele verir:
“Gençliğindeki dünyada, genç kızların cinsel özgürlüğün tadını çıkarabilecekleri fikri bile mahvolmakla eşdeğerdi. Cinsellikten yalnızca ‘genç kulaklar’a yasak olan müstehcen bir olgu ya da toplumsal yargılara göre, uygun ya da uygunsuz durum olarak bahsedilirdi. Annem bana bu konuda hiçbir şey söylemedi, ben de ona herhangi bir şey sormaya cesaret edemezdim çünkü merak zaten ahlaksızlığın başlangıcı gibi düşünülüyordu.”
Ernaux annesini kimi zaman eleştirse de, son tahlilde yargılamaz. Şefkatla yaklaşır onun anısına. Annesini geldiği yer, aldığı eğitim ve onu var eden şartlarla birlikte ele alır. Yaşarken iki boyutlu bir otorite figürü olarak gördüğü kadının üçüncü boyutunun otopsisini yapar. Zaaflarıyla, hayalleriyle, ukde ve pişmanlıklarıyla onun kuytularındaki insanı keşfetmeye koyulur.
Romanlarında farklı sınıftan kadınlara ve kadınlık hallerine yer veren, kimi zaman onları mahpus eden gelenekleri taşlayan Ernaux, Bir Kadın’da aynı yazarlık tavrını sergiliyor ve annesinin hikayesi penceresinden 20.yüzyılın başındaki Fransa’daki sosyolojiyi, kadınların ahvalini görmemizi sağlıyor. Bunu yaparken kadınların cinsellik ile ilişkilerini, kilit altına alınmış dünyalarını da okurla paylaşıyor.