Gurbetin Türküsü
Can ÖKTEMER
İmajlar pencere değildirler. Onlar tarihin barajlarıdır. Politik gösterinin amacı dünyayı değiştirmek değil, kendi fotoğrafının çekilmesidir.
Harun Farocki
Artı Gerçek - Cem Kaya’nın merakla beklenen son filmi Aşk, Mark ve Ölüm geçtiğimiz günlerde MUBİ üzerinden izleyiciyle buluştu. Arabeks, Remake, Remix, Rip-Off, gibi belgesel filmleriyle tanıdığımız yönetmen son filminde 1950’li yıllarla birlikte Almanya’ya göç etmiş Türkiye kökenli müzisyenlerin hikayelerine, yıllar içerisinde oluşturdukları kültüre odaklanıyor.
Türkiye’den Almanya’ya ilk göçün başlamasının üzerinden neredeyse 60 yıl geçti. Bu uzun süre içerisinde göçün siyasi, politik, kimlik ve sanatsal etkilerine dair bugüne kadar birçok iş yapıldı ve tartışıldı. Cem Kaya ise bu hikâyeyi doğrudan müzik, kimlik ve kültür üzerinden ele almış.
Kendisi de gurbetçi bir aileden gelen yönetmen, bir taraftan kendisini de şekillendiren kültürü irdelemiş diğer taraftan da aradan geçen uzun yıllar içerisinde nasıl değişimlere uğradığını tarif etmeye çalışmış. Yönetmen büyük tarihsel anlatının içerisine dahil edilmeyen müzisyenleri, şarkıcıları, sanatçıları, kasetçilere odaklanarak geçmişin gölgede kalan kısımlarına projeksiyon tutuyor.
Bu anlamda film geçmişin inşasını Aşk, Mark ve Ölüm isimli üç başlık altında toplayarak göçmenlerin hikayesini günümüze getirmiş. İlk bölümde Türkiye’den Almanya’ya göçün başlangıcı ikinci bölümde kimliğin tanınması son bölümde de ırkçılık meselesi anlatılmış.
Filmin hikayesi iki ayrı hat üzerinden anlatılıyor; biri dönemin tanıklıklarıyla şekillenen anlatı diğeri ise arşiv görüntüleri. Özellikle derin bir arkeolojik kazı yapılarak oluşturulan arşiv görüntüleri geçmişin inşasında önemli bir rol oynuyorlar.
Buluntu materyaller üzerinden yaptığı belgesellerle bildiğimiz ve 2014 yılında hayatını kaybeden Harun Farocki, bir imajın asla bir tek bir anlama gelemeyeceğini birden fazla anlam ve metafor taşıyabileceğini bunun için de montajın sinema için hayati öneme sahip olduğunu söyler. Kendi deyimiyle “Daha önce hiç görülmemiş yeni imajlar aramak zorunda değilsiniz, fakat mevcut imajları öyle bir şekilde kullanmalısınız ki yeni olsunlar”
Farocki’nin bu tespitinin bir nevi karşılığına 'Aşk, Mark ve Ölüm'de rastlıyoruz. Örneğin, göçmen işçilerin Ford Grevi esnasında çekilen görüntülerinin üzerine Cem Karaca’nın Almanya’da yaptığı işçileri konu edindiği parçalar gelebiliyor. Böylelikle hem Cem Karaca’nın Almanya’da geçen sürgün günleri hem de göçmen işçilerin yaşadıkları aynı tarihsel çizgide buluşabiliyor.
Yönetmenin buluntu materyal kullanımındaki maharetini önceki filmlerden aşinayız. 'Aşk, Mark ve Ölüm’de de oldukça dinamik bir kurguyla televizyon görüntülerinden, fotoğraflara hatta düğün kayıtlarına varana dek dev bir arşiv geçidiyle geçmiş yeniden hayat bulmuş.
Resmi tarih anlatısına sıkışmış bir geçmiş, çarpıtmalara açık hale gelir. Lakin başta sözlü tarih sonra da sıradan arşiv materyalleri üzerinden hareket eden mikro tarih geçmişin üzerindeki perdenin kalkmasını sağlayabilir. 'Aşk, Mark ve Ölüm' de bu anlamda göçmen tarihine müzisyenler ve kültür üzerinden odaklanarak; düğün videoları, albüm kayıtları üzerinden farklı bir bakış açısı getiriyor.
Erken dönem Alman sinemasında karşımıza çıkan "kurban", edilgen göçmen imgesi yerine greve gidecek kadar örgütlü, kültürel olarak zengin bir yaşama sahip göçmen hikayelerine tanık oluyoruz.
Müziğin en başta kimliği, kültürü ve hafızayı şekillendirmesini, zorlu şartlara dair nasıl direnç noktası oluşturduğuna dair de kıymetli bir alan açmış oluyor.
Gülsüm Depeli, Göçmenin Evi adlı makalesinde aile fotoğraflarının göçmenlerin hafızasının sürekliliği açısından çok önemli olduğunu vurgular. Göçmenlerin hafıza sürekliliğine dair en büyük handikaplardan birisi, ‘anayurda’ dair anıların nasıl korunacağı üzerinedir. Her yeni jenerasyonda kültürün, kimliğin silinme tehlikesi vardır.
Dolayısıyla evin stratejik konumlarına yerleştirilen aile fotoğrafları, sözlü tarih aktarımı, hafızanın sürekliliğine dair bir direnç noktası sağlar. Aşk, Mark ve Ölüm’de de gördüğümüz üzere kasetler, albümler, fotoğraflar, düğün gibi bir araya gelinen etkinlikler göçmenlerin kültürel hafızasının sürekliliğini sağlayan en önemli unsurlardan biri olmuş.
Ayrıca Türkiye’den gelen Orhan Gencebay, İbrahim Tatlıses gibi isimlerin albümleri, Cüneyt Arkın, Yılmaz Güney filmleri de bir şekilde kimliksel hafızayı diri tutmayı başarmış. Zaten Cem Kaya da Bir+Bir’e verdiği söyleşide bu durumunu şöyle açıklıyor: “Kasetler her şeyden önce, okuma-yazma bilmeyenler için mektup işlevi görüyordu.
Kasete sesini kaydedip, şarkılar söyleyebiliyordun. Kaset teknolojisi ilk çıktığında bir kuşak bu işlevini hemen fark etti. Kasetler köyünden, ailesinden hasret dolu sesler, duygular aktarıyordu. Bu bağı tüketim nesnesi olan müzik kasetlerinde bulmak da mümkün. Bir de kasetin elle tutulabilir bir görünürlüğü var. Alman televizyonunda yokuz. Düğün videoları çekilirken sen aynı zamanda kendi geçmişini, tarihini de yaratıyorsun.”
GURBETTE KÜLTÜR ENDÜSTRİSİ
Türkiye’den Almanya’ya ilk göçlerin başladığı 1950’li yıllarda göçmen işçiler misafir olarak görülüyordu ama süre uzadıkça iki toplum arasında kültürel mesafe de artmıştı.
Kültürel adaptasyonun nasıl sağlanacağı, dil bariyerinin önündeki engellerin nasıl kaldırılacağı önemli bir sorun olarak görülüyordu. Dolayısıyla göçmenler toplum içinde bir anlamda görünmez hale geliyordu. Kimlikleri, kültürleri, varlıkları silikleşiyordu. İşte, müzik tam da bu noktada kimliğin sürekliliği anlamında direnç sağlamış. Sylvia Angelique Alajaji, Sılaya Giden Yol Ermeni Diasporasında Müzik adlı kitabında bu durumu şöyle açıklıyor: “Diasporadaki ya da sürgündeki halkların kırılgan birlikleri ise ortak bir kimlik ve amaca ihtiyaç duyar; müzik de bir kültürel gösterge olarak bu halklar için, soy sürekliliğinin metaforu yerine geçecek bir alana dönüşür.”
'Aşk, Mark ve Ölüm’de de benzer bir hissiyatla karşı karşıyayız. Göçmen işçiler dillerini, kültürlerin hiç bilmedikleri tamamen yabancı oldukları bir ülkede, kimliklerini ve geçmişlerini müzikle diri tutmaya çalışmışlar. Bunun sonucu olarak da onların ürettikleri müzik kısa sürede kültür endüstrisi içinde yer edinmeye başlamış. Özellikle, göçmenlik kavramanın misafirlikten sürekli oturuma dönüştüğü yıllarda Almanya’da kaydedilen albümlere veya Türkiye’den getirilen kasetlere ilgi devasa boyutlara ulaşmış.
Derdiyoklar gibi bugünün kült gruplarından birisi mesela böyle ortamda çıkmış. Yüksel Özkasap, İsmet Topçu, Hatay Engin gibi isimler büyük şöhret sahibi olmuşlar. Kürtçe, Türkçe olarak kaydedilen söylenen şarkılar uzaktaki evi bir anlamda yakın kılmış diğer taraftan da giderek Almanya’nın müzik piyasasını şekillendirmeye başlamış.
1980’li yıllardaki yükselen ırkçı söylem ve şiddetin tam ortasında ortaya çıkan hip-hop kültürüyle beraber göçmen müziği kültür endüstrisinin ciddi bir parçası olarak görünmeye başlamış. Kültürel entegrasyona dair soruların kalkmaya başladı 2000’li yıllardaki Muhabbet gibi gruplarla kendilerine hatırı sayılır bir yer edinmeye başarmışlar.
'Aşk, Mark ve Ölüm', Köln'de kötü havalandırmalı, sigara dumanının bir an bile sönmediği, mikrofonun sürekli patladığı, elektro saz ve orgun hiç susmadığı, kalabalık masalı, son vites eğlencenin döndüğü, kırmızı, mavi aydınlatmalı günlerce süren saykodelik bir festivale benziyor.
Cem Kaya özetle bir dönemin müzisyenlerine, sanatçılarına iade-i itibarını geri veriyor, yeni kuşakla tanıştırıyor. Bunu yaparken de kültürel milliyetçiliğe, bayat bir şovenizmin arkasına sığınmıyor. Tam aksine film göçmenliğe, kültüre ve kimliğe dair yeni tartışma patikaları açıyor.
Özellikle göçmenlik meselesinin yeniden hararetlendiği, ulus devlet sınırlarının, yurttaş kimliğinin yeniden şekillendiği bir dönemde filmin söylemi ve politik olarak duruşu daha da kıymetli hali geliyor.
Filmin en güzel taraflarından biri uzun yıllar boyunca iki ülke arasında aslında ‘Nerelisin?’ şüphesiyle yaklaşılan göçmenlerin, Heimat anlamında kendilerine bir denge bulabildiklerini göstermesi. Türkiyeli veya Almanlığı değil Berlinli olmayı öne çıkarmaları tüm bu tartışmaları taca atan bir unsur mesela. Berlin’deki parkta bir araya gelip hikayeler anlatan, şarkılar söyleyen müzisyenler ulus devletin çizdiği sınırları yıkıp, geçen bir topoğrafya sağlıyor.