'Hayatını barışa adamış bir sanatçıdan 'terörist' çıkartmaya çalıştılar'
Önder Birol BIYIK
ARTI GERÇEK - Ferhat Tunç Türkiye’de kamuoyunun yakından tanıdığı bir sanatçı... Kırk yıllık sanat yaşamına 25 albüm sığdıran Tunç, aynı zamanda ülkemizin önde gelen insan hakları ve barış aktivisti. Türkiye’de barış ve özgürlük savunucusu olmak, mahpushaneyi, sürgünlüğü hatta ölümü yanı başında taşımak biraz da… Sanatçı, tamamı barışçıl eylemlerden ve açıklamalardan oluşan sayısız dava nedeniyle dört ay önce yurt dışına çıkmak zorunda kaldı. Tunç’un 1978-1985 yılları arasında söylediği marşlar ve ağıtlardan oluşan albümü geçtiğimiz günlerde sevenleriyle buluştu.
Ferhat Tunç’la geçmişe selam olarak da dinlenebilecek Marşlar ve Ağıtlar albümünü, zorunlu sürgün hayatını ve biraz da memleket ahvalini söyleştik.
'40 YILLIK SANAT HAYATIMIN EN ÖNEMLİ POLİTİK BELGESİ'
-Değerli Ferhat Tunç, 40 yılı aşkın süren bir sanat yaşamınız var. Sizin sanatınız her zaman politik mücadelenizle iç içe oldu. En son 1978-85 yılları arasında söylediğiniz marşlar ve ağıtlardan oluşan bir albümünüz çıktı. Şöyle kendi dışınıza çıkıp yaşam çizginize baktığınızda Ferhat Tunç nasıl bir hayat yaşadı? Yaşam hikâyenize, sanatınıza, politik yaşanmışlığınıza nasıl bakıyorsunuz? Zaman size ne anlatıyor?
Dinleyiciyle buluşturmuş olduğum "Marşlar ve Ağıtlar" albümü, 40 yıllık sanat hayatımın en önemli politik bir belgesi niteliğinde. Albümün tam da ülkeden ayrılmak zorunda kaldığım bir sürece denk gelmesinin de özel bir anlamı var kuşkusuz. Yaşam hikâyem bu ağıtlarla başladı aslında. Bu albümü dinleyen herkes nasıl bir hayattan geldiğimi rahatlıkla anlayabilir.
Yaşam serüvenimiz de 'marş' ve ağıt' gibi ilerledi. Direniş de acı da eksik olmadı. Birbirini tamamlayan, besleyen olarak rotamızı belirledi. Toplumun kederini dillendirmeyi önemsedim. Çünkü farkındalıklar, umutlar ve ruhumuz için hakikatle sanat arasındaki bağa ihtiyacımız var. Ne var ki sadece acıya dönmeyi, döndürmeyi de eksik sayıyorum; burada da bir bakıma marşlar devreye giriyor: Acımız var ama merhemi de yok değil. Dolayısıyla hikâyemi toplumun hikâyesinden ayırmamaya gayret ettim, ki değildi. Sanatı anladığım yer ile politik temayülüm de bu hikâyelerin süzgecinden geçti.
-Marşlar ve Ağıtlar albümü 1978-85 yılları arasında söylediğiniz parçalardan oluşuyor. Toplumsal mücadelenin görkemli yükselişi ardından, derin bir kırılmanın yaşandığı yaralı yıllar... 12 Eylül döneminde bütün örgütlenmeler dağıtıldı. Şiir içine kapandı. Sinema arabeskin kara sularında uzunca bir süre yitti. Muhalefet karikatür ve müziğe kaldı o yıllarda. Bu dönemde muhalif bir sanatçı olarak kendini var kılmak nasıl bir şeydi?
Köyde ilkokulu bitirdikten sonra öğrenimimi sürdürmek için 1976 yılında Dersim merkeze yerleşmiştik. Dersim'e göçtüğümüzde henüz 12 yaşındaydım ve bu kez farklı bir mücadelenin ortasında buldum kendimi. Bu, bir devrim mücadelesiydi. Dersim küçük bir kentti. Bu küçük kentte yaşamın en büyük anlamı kuşkusuz devrimci olmaktan geçiyordu. Devrim mücadelesinin yükselişe geçtiği o yıllarda Dersim, yaşanmış tarihsel acıları, etnik ve farklı inançsal kimliği nedeniyle bu fırtınalı yıllardan daha çok etkilendi. '68 Kuşağı önderlerinin yaşam hikâyeleri, mücadeleleri ve düşüncelerinin etkisinde bir dönem yaşanıyordu. O yıllarda seslendirdiğim ağıt ve marşlarda dile gelen Denizler'in idamı, Mahirler'in Kızıldere’de katledilmesi ve Kaypakkaya’nın işkencede ser verip sır vermeyen duruşuydu. Bu eksende siyasi bölünmüşlüğün de en yoğun yaşandığı kentlerin başında geliyordu, Dersim. Bu sürecin ön saflarında yer alarak başladı her şey. Çocuk sayılacak o yaşlarda benim payıma daha çok ağıt ve marşlar söylemek düştü. Dersim'in küçük ozanı olarak tanınmaya ve sevilmeye başladığımda, hayat benim için çok daha anlam kazanmıştı. 1980 yıllına girildiğinde 12 Eylül Askeri Darbesi'nin ayak seslerini duymaya başladık. Ortaokul öğrenimi tamamlamadan ailemin de zorlamasıyla Dersim'den ayrıldım.
'SANATIN KENDİSİ POLİTİKTİR'
-Ferhat Tunç dendi mi, sadece müzik akla gelmez. Türkiye’de demokrasi ve barış mücadelesinin hep ön saflarında duran bir aktivistsiniz aynı zamanda. Cumartesi Anneleri’nin eyleminde, Berkin Elvan’ın cenazesinde, yakılan Dersim ormanlarını söndürme çalışmalarında, Kürt meselesinin barışçıl çözümüne yönelik eylemlerde hep gördük sizi. Bir sanatçı olarak memleket meselesiyle müziğiniz hep iç içe geçti. Politika ile sanat bağını nasıl kurdunuz? Bu kadar politize bir hayatın sanatınıza getirdikleri ya da sanatınızdan götürdükleri neler?
Politika, hayatın içinde ne kadar yer alabiliyorsa, sanatın içinde de o kadar yer alabilmeli. Sanatın kendisi politiktir aslında, sadece bunu ifade ediş biçimi değişebilir. Güncel meseleleri önemsemek, bunları hayatıma taşımak, insanlığa, geleceğe dair umutlanmak ve bu umudu yüceltmek, paylaşmak her zaman olmazsa olmazım oldu. Halktan, halkın dertlerinden ve beklentisinden kopuk olmayı sanatçılığın karakterine sığdıramıyorum. Bir sanatçının özgürlük, barış gibi derdinin olması hem sanatını icra edebilmek için, hem de sanatıyla hitap ettiği toplum için şart. Bu anlamda politik olarak bir duruşun sahibi oldum. Siyasette daha aktif bir rol üstlenmekten yana bir heyecanım hep vardı. Bu alanda, kabul edelim, bazı şeyler istediğim gibi gitmedi. Bu konuda söylenecek çok şey var ancak o da tarihe kalsın.
Sanatın, toplumsal meselelerle yani politikayla mesafesi uzak olmamalı. Eğer gerçeği, tasaları ve sevinci, bir reçeteyi işaret edecekseniz, zaten sanatçı ve politik kimliğinizi ayıramazsınız. Ürettiğiniz halkı temsil eden, egemeni de uyaran nitelikte olmalı.
Dezavantajı var mı peki? Açıkçası, ilkesel olarak bu bağı daima önemsiyorum ve koparmamaya da çalıştım ancak üretimin kalitesine de özen göstermemiz gerekiyor. Meselemiz sadece gerçeği söylemekse, bunun türlü yöntemleri var; ama sanatçı gerçeği haykıracaksa, ona estetiği, kaliteyi katmak zorunda. Coğrafyamız, sanat ve politika ilişkisi için yeterince elverişli olduğu kadar, ne yazık ki, yozlaşmaya veya estetiği bozmaya da çok uzak değil. Buna dikkat ettiğimiz oranda daha iyi neticeler alabiliriz.
'DERSİM ZİHNİMDE SONSUZ AĞIT OLARAK KALDI'
-Bugüne kadar 25 albüm yayınladınız. Bir sanatçı olarak Dersim kimliği hem müziklerinizde hem de duruşunuzda hep öne çıktı. Dersim ağıtlarına müziğinizde çok yer verdiniz. Dersim’i konuşalım biraz. Dersim Ferhat Tunç’un imgeleminde nasıl yer buluyor?
Dersim, zihnimde sonunu getiremediğim bir ağıt olarak kaldı. 7 yaşıma kadar dedemin Dersim trajedisini anlatan ağıtları vardı hayatımda. Daha 4-5 yaşlarında babamın işçi olarak Almanya’ya gitmesi nedeniyle çocukluğum, dedemin yanında geçti. Onun ağıtlarını dinleyen ve söyleyen bir çocukluk yaşadım. İlkokul yıllarım, bu ağıtlardan ve ana dilim Kırmançki’den kopuşun yılları olmuştu. Ana dilimizi konuşmanın, bu dilde ağıtlar söylememin yasak olduğu yıllar başladı. Her Dersimli çocuğun hayatında olduğu gibi benim için de büyük bir dramdı. Dedemin ağıtlarında dile getirilen gerçeği daha sonraki yıllarda anladım, anladıkça etkilenmeye başladım. Beni Dersim'in ağıtlarıyla, tarihiyle yeniden buluşturan bu farkındalık oldu. Dersim’siz geçirdiğim yıllar, bu anlamda benim için kayıp yıllardı. Dersim, sanatçı kimliğimin beslendiği ana damardı. Bu damardan bugün de beslenmeyi; oradan hayata tutunmayı sürdürmeye çalışıyorum.
-Geçtiğimiz yıl zorunlu olarak yurt dışına çıktınız. Türkiye’de muhalif sanatçıların kaderidir sürgün. Nazım Hikmet, Yaşar Kemal, Yılmaz Güney, Ruhi Su, Zülfü Livaneli, Cem Karaca ve daha pek çok isim ömrünün önemli bir kısmını sürgünde geçirdi. Ahmet Kay uğradığı haksızlığın acısına katlanamayarak sürgünde hayata gözlerini yumdu. Hakeza Yılmaz Güney... Sizin de yolunuz sürgünlüğe düştü. Zor bir hayat sürgünlük... Avrupa’da günleriniz nasıl geçiyor? Sürgün hayatı iç dünyanızda ne gibi birikimler oluşturdu? Zorlanıyor musunuz?
Açıkçası, sürgüne sıcak bakmıyordum. Kalmaktan yanaydım. Ancak bunun şartları da giderek ortadan kalkıyor ve çevremden de yurt dışından katkı sunmam için tavsiyeler alıyordum. Böylece yurt dışına çıktım. Ancak sürgün hayatının riskleri de var; sizi ülkenizden kopardığı gibi 'sivil ölü' haline de getirmesine izin vermemelisiniz. Daha çok çalışarak, demokrasi mücadelesine, şimdiye kadar hitap ettiğim topluma borcumu da unutmadan sürgünü yaşıyorum. Bireysel olarak zorlanmalar olsa da on yılların kattığı duygu ve bilinçle, meseleyi toplumsal açıdan ele almaya çalışarak, zorlanmanın önüne geçiyorum.
Aynı zamanda sanat baskıya maruz kaldıkça yeni ifade olanakları geliştiriyor. Baskının yoğun yaşandığı yerlerde, sanatın çeşitlilik ve zenginlik kazanması mümkün. İnsanın kendini ifade etme gerekliliği arttığından sanatsal ifade olanakları da çeşitleniyor. Dolayısıyla birileri baskıya boyun eğerken, gerçek sanatçılar da baskıyı boşa çıkarıyor. Sanatın ve insanların özgür olduğu bir ülkede, yine insanlığı, insanın varoluşunu önemseyen, yücelten yerden üreteceğimi düşünüyorum.
'DAVALARLA HAYATIMI YAŞANMAZ HALE GETİRDİLER'
-Avrupa günleriniz nasıl geçiyor? Sanatsal bakımdan bir kesinti mi yoksa yeni olanaklar mı sürgünlük?
Dört ay kadar bir zamandır sadece bedenen buradayım ve aklım ülkemde ve Dersim'de. Avrupa, yabancısı olmadığım bir yer ancak burayı yeniden alışacağım ve hayatımı sürdüreceğim bir yer olarak görmüyorum. Sürgün, bir insana verilecek en ağır cezadır ve ben bu ağır cezayı hak etmiş hiçbir şey yapmadım. Mevcut iktidarın herkesin karşı çıktığı politikalarını ben de onaylamadığımı yüksek sesle dile getirdim. Hayatını barışa adamış bir sanatçıdan "terörist" çıkartmaya çalıştılar. Savaş ve şiddet politikaları, akıl ve vicdanlarını teslim almış adeta. Art arda hakkımda açılan davalarla hayatımı yaşanmaz hale getirdiler. Mahkemelere savunma üstüne savunma yapmakla meşgul olmamalıydım. Aldığım hapis cezasıyla ülkeden ayrılmaktan başka bir seçenek bırakmadılar.
Sanatsal anlamda istediğim bir verimliliğe ulaşmam zaman alacak kuşkusuz. Her şeyimi bırakıp geldim ve bunun hayatımda yarattığı büyük bir boşluk var. Burada zamanımı yine de boş geçirmemeye çalışıyorum. Okumak ve yeni besteler yapmak için şimdi çok daha zamanım var. Dersim kadar olmasa da yemyeşil bir doğası var buranın. Sararmaya başlayan buğday tarlaları arasında uzun yürüyüşler yapmak bana iyi geliyor. Geldikten kısa bir süre sonra bir torunum dünyaya geldi. Zamanımın büyük bölümü Adar Ali ile geçiyor. Bu zor zamanlarda onun varlığı, hayatımızı güzelleştirdi. Diğer taraftan yeni çıkan albümün tamamlanması ve dağıtımına varan süreci buradan örgütlemeye çalıştım. Kolay değil ancak bu zorluğu ülkede birçok arkadaşımızın dayanışmasıyla aşmaya çalışıyorum.
-Yeniden albüme dönersek, Ağıtlar ve Marşlar albümü geçmişi bugüne taşıma, bugünle geçmiş arasında aslında çok da bir fark olmadığını anlatma, tarihsel hafızayı canlandırma amacı mı taşıyor?
40 yıl önceki gibi bugün de hayatımız marş ve ağıtları andırıyor. İktidarların barbarlığı en fazla biçim değiştirerek sürdü. Yine özgürlük, yine adalet derdimiz var. Dahası, kimi başlıklarda da mevcut iktidar, 40 yıl önceki kadar gizli saklı da suç işlemiyor; apaçık, meşru sayarak bu kirli tarihi devam ettiriyor. Acılarımızın daima farkında oluyoruz belki ama marşlarda dile gelen direnişlerin de çözüm olduğunu hafızamızda canlandırmalıyız. Bir aradalık, itirazlar, direniş yöntemleri dün de bugün de güzel neticeler getiriyor.
'TÜRKİYE'NİN İYİ GÖZÜKMEDİĞİ BİR GERÇEK'
-Son sorum… Oradan Türkiye nasıl gözüküyor? Geleceğe dair umutlu musunuz?
Sadece buradan değil, dışarı çıktığınız herhangi bir yerden Türkiye’nin iyi gözükmediği bir gerçek. Sanırım, ülkeyi yönetenler de bunun farkında. Savaş, baskı ve şiddet politikalarıyla daha ne kadar yönetebilecekler? Türkiye bir hukuk devleti olmaktan ziyade, kabile zihniyetiyle yönetilen ve adaletsizliklerin kanun sayıldığı bir ülke konumunda. Böyle bir ülkede hiç kimse huzur ve güvende olmaz. Türkiye toplumu, hiçbir toplum gibi, böyle bir zihniyet altında yönetilmeyi asla hak etmiyor. Bu karanlıktan çıkışın tek yolu var, o da demokrasi. 23 Haziran İstanbul seçimleri bu yönüyle büyük bir önem taşıyor. Kazanan kim olursa olsun, mevcut tek adam rejiminin sürdürülebilir olacağını düşünmüyorum. Bu anlamda gelece dair umudumu yitirmiş değilim. Zaten umudu da soyut bir şey olarak görmedik hiç. Bir ses olduğu sürece, onun yankısı da olacaktır, o yankı da karşılığını bulacaktır. Susmuyoruz. Umutlu olmamızı sağlayan sesler var. O sesleri çoğaltmanın, adeta harekete geçiren bir melodiye dönüştüren estetiği bulup yaşatmanın zamanı.