'Hayatta herkesin üveyleştiği bir an vardır'

'Hayatta herkesin üveyleştiği bir an vardır'
Yazar Okan Çil son kitabı Üvey'i Artı Gerçek'e anlattı.

Artı Gerçek - Aytekin Karma, daha önce 'Tezer Özlü: Bir Arayışın Peşinde', 'Ölüler ve Seyyahlar' gibi kitapları okuyucuyla buluşan yazar Okan Çil ile son kitabı Üvey'i Artı Gerçek için konuştu.

Bize Üvey’i biraz anlatır mısınız?

Üvey üç bölümde oluşan bir roman. “Sabah” isimli ilk bölüm, sırtını 31 Mart’a, İzmir Yangını’na dayasa da, aslında II. Dünya Savaşı yıllarında, 1940’larda geçiyor. Merkezimizde Karabağlar, Karabağlar’daki bir fırın ve o fırında çalışan Cezmi adlı bir genç var. Cezmi Yunanistan muhaciri. İzmir’e geldikten sonra hasbelkader bu fırında çalışmaya başlıyor. Hem işçi hem evlat oluyor.

“Öğle” isimli ikinci bölümde yaklaşık otuz yıllık bir sıçrama yapıp 1970’lere geliyoruz. Aynı semt ve aynı aile üzerinden bu kez sokakları ve siyasal çatışmaları işleyip 12 Eylül sürecine değiniyoruz.
Üçüncü bölüm olan “Akşam”daysa 2010’larda Suriyeli sığınmacıları ve daha iyi bir yaşam için kendi ülkesinden kaçmak isteyen Karabağlarlı bir genci takip ediyoruz.

Anladığım kadarıyla üveylik hem gerçek hem mecazi anlamda kendine yer buluyor.

Öyle evet. Hemen herkesin yerini yadırgadığı bir an vardır. Oturduğu yer bile insana batar ya hani, o hesap. Bu bazen aşkta, bazen arkadaşlıkta olur, hatta aile içinde bile birtakım sebepler yüzünden rahatsız hissedebiliriz kendimizi. O an üveyleşiveririz. Kendimizi gelip geçici, önemsiz biri gibi görürüz. İşte bu romanda da bunu yapmaya çalıştım. Birbirinden farklı üveylik temsillerini anlatmaya çalıştım. Zira hayatta herkesin üveyleştiği bir an vardır.

Roman yaklaşık yüz yıllık bir zamanda geçiyor. “Sabah-Öğle-Akşam” adlı üç bölümde, tabiri caizse yüz yıl bir günde işleniyor. Aynı ailenin serüvenini takip ettiğimiz için buna “Dede-Baba-Torun” da diyebiliriz tabii.

Karakterlerinizi düşünüyorum da içlerinde hiç iyi biri yok. İdeal bir iyi yok yani. Hepsi bir yandan kendini düşünüyor. En günahsızında bile bir kıskançlık, bir hasetlik, ne bileyim bir baskın çıkma uğraşı var.

Karakterleri iyilik-kötülük üzerinden değerlendirmiyorum aslında. Dahası, bir karakterim olsun, bu iyi olsun, şu karakter de kötü olsun şeklinde bir denge kurmadım romanda. Hayat da böyledir ya. Herkes hem iyidir hem kötüdür. Dışarıya hangi yüzlerini gösterecekleri an özelinde değişir. Kişisel çatışmaları, beğeni ve çıkarları bu dengeyi belirler. Ama hayatlarına da aynı şekilde devam etmezler yani. Bazen iyilik yaparlar bazen de kötülük.

Örneğin ben bu romanı Yunanistan’dan gelen Cezmi üzerinden anlatıyorum. Pek tabii onun iç çatışmalarına daha çok yer veriyorum. Ama aynı hikâyeyi Bekir Sıtkı üzerinden, Alparslan üzerinden, Keke üzerinden anlatsaydım da iyilik-kötülük dengesi değişmezdi. Yani derdim insanların birbirlerine yaptıkları şeylerden çok, insanın kendi kendine yaptığı/yapmak istediği/bir türlü yapamadığı şeyleri anlatmak.

Üvey bir İzmir romanı. İzmir’i tarihsel birtakım gerçekleriyle beraber işlerken bir yandan da şehrin nasıl değişip dönüştüğünü de anlatıyor.

Beni böyle bir roman yazmaya iten şey İzmir Yangını’ydı aslında. Yangın şehrin neredeyse yarısını, ticari hayatınınsa tamamına yakınını bitiriyor. Ne doğru düzgün yatacak yer var ne doğru düzgün alışveriş yapılabiliyor. Dükkânlar hep yanmış, esnaf seyyar satıcılığa çıkıyor. Belediye vergi alamadığı için yangın yerleri düzenlenemiyor. Kontrol desen zaten Allah’a emanet. Bu da zorbalığı ve enflasyonu doğuruyor. Yanan yerler uzun müddet boyunca suçluların, çetelerin sığınma yeri haline geliyor. Bir de bunun üzerine Yunanistan’dan muhacirler geliyor. Onların hali İzmirliden beter. Varları yokları hep orada kalmış. İzmir de kurtlar sofrası tabii. Üstelik şehir kışa giriyor.

Bizim Cezmi, çocuk denecek yaşta, nenesini Ege Denizi’ne gömüp babası Recep’le beraber işte böyle bir atmosferde İzmir’e adım atıyor. Üvey böyle başladı. Sonra zaman atlamalarıyla günümüze kadar geldi.
Son bölümde Suriyeli Affan’la Yunanistan’a kaçmaya çalışan Yiğit’in bir konuşması var. Affan Türkiye’de Suriyelilerin itilip kakıldıklarından bahsediliyor. Eğer gidersen sen de bizim gibi olacaksın diyor. Sığınmacılık da üveyliğe dahil mi?

Tabii. Sığınmacılık, göçmenlik, kaçaklık da üveylik doğuruyor. Hem de bireysel bir üveylik değil bu. İnsanı kişiliksizleştiren, tektipleştiren bir üveylik. Suriyeliysen kesin şöylesindir böylesindir fikri ırkçılığı, düşmanlığı körükler. Sığınmacıların suça karışma oranları yüksek olabilir, günlük hayata adapte olmada da ciddi anlamda sıkıntı çekiyor olabilirler. Hali hazırdaki sığınmacı politikasında bunların aksini düşünmek imkânsız.

AKP sığınmacıları Avrupa’ya karşı bir tehdit olarak kullanıyor. Doğru düzgün bir plan program yok. Sınırlar sınır değil. Bu sürecin başarılı bir uyumla sonuçlanacağına kim inanabilir ki.
Ancak bu siyasal, ekonomik olduğu kadar sosyolojik de bir mevzu.

Bırakın Ortadoğu’yu, İç Anadolu’dan büyükşehirlere gelen insanlar bile “açık saçık” giyinen kadınlara benzer bir şekilde yaklaşıyor, sosyalleşme sorunu yüzünden gettolaşıyor, bu da sınıfsal anlamda insanları kriminalize edebiliyor. Bir de aynı İç Anadolu’dan yüzbinlerce kişinin bir şehre gelmek zorunda olduğunu düşünün. Düzensiz yer değiştirme her zaman bu gibi sorunlar doğurur. Milliyetçilik de, karşı mikro ve makro milliyetçilikler doğurur.

Dolayısıyla hangi ırktan olunursa olunsun bütün göçmenler, kaçaklar, sığınmacılar aslında aynı ırka mensuptur. Böyle muamele görürler.

Üvey yayınlandı. Sırada ne var?
Uzun zamandır üzerine çalıştığım bir roman daha var. Bitti sayılır. Bu sefer de kardeşlik meselesi üzerine bir tartışma var kafamda. Bir aksilik olmazsa 2023’te çıkacak.

Öne Çıkanlar