İyi, kötü, makul: Witches ve kadın imgesi üzerine
Terbiyeli ve güzel olmak zorunda olmadığımız, kendi seslerimizi duyabildiğimiz bir dünyanın tanıkları da Witches’de bizleri bekliyor.
Kae Tempest, Bağlar Üzerine adlı kitabında hissizlikle ilgili şöyle söylüyor: “Hissizlik veya kopukluk, gerçek bir hissin yokluğudur. Tamamen boşluktayken önümüzde olup bitenlerle yüzeysel bir meşguliyet.” İlerleyen cümlelerde ‘sen’e dair sorgulamalarda bulunurken de “Gecenin bir köründe, kapının dışından bir ses geldiğinden emin, bir rüyadan uyanmışken karşılaştığın sen?” sorusunu ekliyor. Bu pasajı, geçtiğimiz yılın en çok ses getiren belgesellerinden Witches’la (Cadılar) eşleştirdiğimi fark ettim. Elizabeth Sankey’in kendi hamilelik sonrası depresyon deneyimiyle ortaya koyduğu bu önemli belgesel hem depresyonun kadınların dünyasında dün ve bugün nasıl ele alındığına hem de boşlukta olma hissinin sınırlarına odaklanıyor. Tempest’in bir ‘rüyadan uyanmışken karşılaştığın sen’ sorgulaması tam da belgeselde bahsi geçen rüya ya da kâbus atmosferinin özneler tarafından dile getirilmesi ve geçmişteki cadı mahkemelerinin iç yüzünün ortaya dökülmesi bakımından önemli ayrıntılar ve bağlar içeriyor. Bir nevi dün ve bugünle kurulan bağlar üzerine bir yönetmenlik ortaya koyuyor bu belgesel.
Sankey, belgeselin başlarında kadınların iyi veya kötü olmaya kendilerinin karar vermediğinden bahsedip ‘kötü cadı’ gibi kavramların bir anlamda terbiye unsuru olarak karşımıza çıktığı bir öğretilmiş hâlinden bahsediyor. Belgeselde de bahsi geçen “Terbiyeli ve güzel ol, yoksa seni mahvederiz.” cümlesi buna bir atıf. Dünya tarihinde belirli zamanlarda kadınlara atfedilmiş sıfatlarla da karşı karşıya gelindiğini ekliyor: Bakire, fahişe, genç kız, kocakarı, iyi cadı, kötü cadı. Bu sıfatların oluşturduğu denetim mekanizması o kadar içselleştirilmiş ki davranışlarımız da kendimizi ve diğer kadınları kontrol ettiğimiz bir özdenetime dönüşmüş zaman içinde. Tempest’in bahsettiği ‘sen’ kavramına ulaşmayı güçleştiren, kendine yabancılaşmanın önünü açan ve toplumsal kontrolü her dönem uygulamaya devam ettiren bir anlatı geliştiren sıfatlar ve yaftalar her biri. Popüler kültürde de bunların etkilerini hâlâ görmek mümkün. Farklı şekillerde ama kontrol mekanizmasına hizmet eden benzer hislerle… Bu noktada da aklıma özellikle son yıllarda iyice popülerleşen iki akım geliyor: Clean Girl ve Tradwife. Her ne kadar birbirlerinden ayrı ele alınan kavramlar olsa da çabasız bir çabanın ve bunun ardından gelen mükemmelliğin altını çizen iki kavramdan bahsediyoruz. Clean Girl yani Temiz Kız estetiğinin doğal makyaja, günlük bakıma, bununla birlikte abartıdan uzak bir sadeliğe ve öz bakıma odaklanan bir tarz olduğu söylenebilir. Buraya kadar her şey gayet güzel. Ancak bu noktada kadını doğal yaşam çerçevesine sıkıştıran bir yapı da karşımıza çıkabiliyor. Açıkçası bu durumu belgeselde bahsi geçen sıfatlardan ayrı düşünemiyorum. İyi oluş hâlleriyle doğallığı savunan ama bununla birlikte içten içe güzel ve bakımlı olmayı da ihmal etmeyen bir estetik geliyor gözümün önüne. Doğallığın karşısına kaçınılması gerekenleri ya da abartılı olanları koyup (bunun içine belirgin makyaj yapmaktan, günlük bakıma pek dikkat etmemeye kadar her şeyi koyabiliriz) yine yaptıklarımızı bir kalıp içine sokan ve makul olanın yüceliğini kadınların günlük hayatını çizmek için tekrar önümüze getiren bir durum var sanki bu estetikte. Tam da bu yüzden Tradwife akımından çok uzakta düşünemiyorum bu akımı. Tradwife ise geleneksel cinsiyet rollerini baz alan, kadının yerini evin içi hâline getiren ama bunu yaparken dönemin sosyal medya dünyasından da uzaklaşmadan ev içi estetiğin doğallığını, ev yapımı yiyecekleri, bakımlı olmayı, tüm bunlarla beraber geldiği farz edilen ‘mutlu aile tablosu’nu tekrar pazarlayan bir performans alanı. Kadını evin sınırlarından dışarı çıkarmayarak ikili cinsiyet sistemini de cinsiyet rollerini de atanmış kalıpları da içselleştirirken bunun “rüya tablo” olduğu fikrini pastel renklerdeki ev dekorasyonlarında, beyazların ya da bejlerin hâkim olduğu videolarda, mutfakta olabildiğince doğal malzemelerle evin annesi tarafından yapılmış türlü çeşit yiyeceklerde gördüğümüz, annenin hem iyi bir anne hem iyi bir eş olarak günlerini devam ettirdiği, geleneksel modelin yeniden karşımıza geldiği bir akımdan bahsediyoruz. Clean Girl bunun daha bireysel tarafında kalıyor. Ancak Clean Girl de Tradwife da kadını doğal kavramı altında yine geleneksel kodlarla sınırlayarak onun temiz, güzel ve makul olmasını fısıldayan bir sese dönüşüyor.
Sankey’nin belgeseline dönecek olursak bu Witches’ın büyük bir bölümü hamilelik sonrası depresyonun teşhisi, önlemi, kadınların seslerinin duyulması, yaftalamanın ne kadar yıpratıcı bir etkisi olduğu üzerine şekilleniyor. Bu depresyonun anlaşılabilmesi için belgeselin başında geçen yaftaların konuşulması mühim. Belgesel de anlatısını hem bu atıfların derinine inerek hem de geçmişten bugüne kavramlar arasında nasıl bağlar kurulduğunu inceleyerek oluşturuyor. Annelik kavramını da kadın olmayı da kadınlığı sadece ikili cinsiyet sisteminde sınırlandıran heteronormatif yapıyı da bir kenara bırakıp insan varoluşunu odağımıza alarak kendi sesimizi ve kendimizi bulma hâllerini konuşabileceğimiz yerlerin peşine düşüyoruz belgesel boyunca. Tarihte cadı olarak işaretlenen kadınların hangi dönemlerden geçtiklerinin, depresyonda olmanın bile suç sayıldığının, kadının kendi sesini kaybettiği dönemlerde o sese tekrar ulaşmasının dayanışmayla daha mümkün kılınabileceğinin ayrıntılarını bulabildiğimiz Witches, tarihe hem filmlerdeki kadın imgelerini yeniden karşımıza getiren kurgusuyla zamanlar arasında oluşturduğu köprüyü güçlendiriyor hem de bu imgeleri yeniden düşünmemiz için bizlere fırsat veriyor.
Çünkü biliyoruz ki kadın imgesi, tarihin çoğu döneminde belirli kavramlarla, belirli akımlarla “Terbiyeli ve güzel ol, yoksa seni mahvederiz.” cümlesine sıkıştırılmaya çalışılan bir imge. Terbiyeli ve güzel olmak zorunda olmadığımız, kendi seslerimizi duyabildiğimiz bir dünyanın tanıkları da Witches’de bizleri bekliyor.