Kurmaca’dan gerçeğe...
Hiçbir kara parçasını evim saymadım. Ama dilim, benim evim. Her gittiğim şehre, ülkeye, kıtaya kalbimdeki evimle gittim.

Suzan SAKA
Sayılarla belirlenen bir gelecek… Gelecek midir ki?
Numaralar, birçok yerde insanların isimlerinden daha fazla öne çıkar.
Mesela okullarda, cezaevlerinde, savaşlarda, doğa felaketlerinde, toplama kamplarında...
Bilinçli bir şekilde, sayılarla kişinin öz benliği elinden alınır.
Şimdi benim yaptığım genellemede de olduğu gibi, aslında hiçbir özelliği olmayan, karakteristik yaklaşımları bulunmayan, duygudan uzak bir girizgâh yapmış oldum; tıpkı sayılarla tasvir edilen sevimsiz bir dünya gibi.
Üniversite sınav sonuçlarını, 90’lı yıllarda ÖSYM numaramızla gazetelerden bakarak öğreniyorduk. O yıllarda sınavlar iki aşamalı olarak düzenlenirdi: Öğrenci Seçme Sınavı ve Öğrenci Yerleştirme Sınavı. Hatırladığım kadarıyla ilk sınav ÖSS'ydi. Bu ilk sınavdan belirli bir puan almak gerekiyordu ki ikinci sınav olan ÖYS’ye girilebilsin. Başvurduğumuzda her birimize numaralar verilirdi ve biz bu numaralarla temsil edilirdik. Sınav sonuçlarımızı da bu numaralarla öğrenirdik. Yani isimlerimiz yazılmazdı.
Zamanla internet çağına geçildi. Türkiye’de eğitim sistemi ve sınavlara giriş düzeni her dönem değişiyor. Ben, ilk kez numaramı taradığımda ÖSYM’nin bana ‘tayin ettiği’ numarayı göremeyince sınavı kazanamadım sanmış, dünyam kararmıştı.
Burada “dünyası kararmak” ifadesini kullanırken, sayılarla değil de bir metaforla tarif etmenin dayanılmaz hafifliğini yaşıyorum. Metaforlarla anlatmak... Yani bir şeyi başka bir şeye benzeterek tarif etmek.
Konuşmaya başladığımız ilk an kelimeleri taklit ederek olur. Çevremizdekileri gözleriz, sesleri birbirine çatarız, kopyalayarak öğreniriz. Büyüdükçe katmanlaşır dili kullanışımızda. Eğer o dil senin ana dilin değilse, metaforların altındaki gizleri çözemezsin. Söz canlıdır; akışkandır, her yöne akar. Doğrusal bir çizgi hâlinde değildir. Yazımı aynı olan kelimeler, ses tonuna göre, kullanıldığı cümleye, zamana, teknik dile göre farklı anlamlar taşır. Bir de bunun üstüne kültürel, dinsel, toplumsal, cinsel kodlar eklendi mi; kelimelerin altındaki sırları çözmek iyice zorlaşır.
Bu katmanlı gizleri çözebilmek için o dilin içinde doğmak gerekir. Hatta sadece doğmak da yetmez; büyümek gerekir. Kişi, yetişkin olarak yeni bir dili öğrendiğinde, çoğunlukla mekanik bir dilden öteye gidemez. Çünkü öğrenilen dil, kelimeyi sadece ilk anlamıyla kullanma becerisine dayanır. Tıpkı bir ilişkideki adı konulamayan, eksikliği hissedilen ama cümlelerle kurulamayacak bir belirsizlik hâli gibi…
Dilim, benim anavatanım. Dilim, duygularımın ve düşüncelerimin şekillendiği kozmosun merkezi. Bu dünya üzerinde hiçbir yere kendimi ait hissetmedim, tek yurdum olan dilim dışında. Hiçbir kara parçasını evim saymadım. Ama dilim, benim evim. Her gittiğim şehre, ülkeye, kıtaya kalbimdeki evimle gittim.
Acaba bu yersiz-yurtsuzluk, atalarımın sürekli bir yerden bir yere göç etmesinden bana geçen bir gelenek mi? Yerleşemeyen, huzursuz bir hâl benimkisi. Yerleştiğini hissettiğinde her şeyi yıkan ve yeniden var etmek için başka göç edecek diyarlar arayan bir hikâyeyim ben…
Düşünüyorum da, doğduğum ilk günden bu yana, ilk defa uzun yıllardır bir yerde fiziksel olarak göç etmeden yaşıyorum. Ama içim sürekli geçmişe göç ediyor. Göç yolları öyle katmanlı ve çetrefilli ki, canımı acıtıyor zaman zaman. Kimi zaman da ciğerlerime çekiyorum o göç yollarını; böylece hâlâ yaşadığımı hissediyorum.
Köyde doğdum ama şehre göç ettikten sonra sadece üniversitedeyken bir kez gittim o köye; bir hafta kadar kaldım. Tıpkı sayılar gibi, hiçbir anlam ifade etmeyen, saatlerce otobüs yolculuğuyla varılan, kaç bin rakım ve binlerce kilometre uzaklıktaki bir yer. Bağım olmaması da belki de bu yüzden.
Çocukken büyüklerin anlattığı hikâyeleri dinlemeyi çok severdim ama üniversite yıllarına kadar kendi geçmişimi hiç merak etmemiştim. Merak etmeye başladığımda ise, babam başta olmak üzere büyüklerime nereden geldiğimizi sorduğumda tatmin edici cevaplar alamadım.
Çünkü öylesine hızlı ve keskin bir şekilde asimile olup Türkleşmişlerdi ki çoğunun Türkçesi bile aksansızdı. Kürtçeye sadece kadınların eşleriyle ilgili sorunlarını ya da çocukların duymaması gereken meseleleri konuşurken başvurdukları gizli bir dil gibi yaklaşılıyordu.
Babam ve akrabalarımızın çoğu, Kürt olduklarını dahi kabul etmezdi. “Biz Aleviyiz,” derlerdi. Aslında bu çoğu Alevi için geçerli. Bu inkârcılık, aslında devletin yüzyıllardır uyguladığı ötekileştirme politikalarının bireylerin benliğine nasıl sirayet ettiğinin göstergesi.
Benim onların bu söylemlerinden anladığım ve hissettiğim şey, kendi kimliğinden utanmak. Yani Kürt olduğundan utanmak. Çünkü Kürt olmak demek; dağlı olmak, eğitimsiz olmak, sanattan ve edebiyattan anlamamak, kara kaşlı ve kavruk tenli olmak demek ama en önemlisi, 80’li yıllardan itibaren yükselen Kürt özgürlük hareketiyle birlikte devletin bilinçli olarak tüm Kürtleri “terörist” sınıfına sokmasıyla Kürt olmak artık tehlikeli bir kimliğe bürünmüştü. Kürt demek terörist demekti!
Bu yüzden birçok Alevi Kürt, etnik kimliğini inkâr ederek sadece “Aleviyim” deme eğiliminde. Sistemin bireyin benliğine sinsice işlemesinin en çarpıcı örneklerinden biri bu: kendinden ve kimliğinden utanma. Kimliksizlik, tıpkı sayılar gibi müphem bir yer.
Sayılar ayrıca tek tipleşmiş bir dilin, metaforsuz ve renksiz bir dünyanın ifadesi. Sayıların altında anlam yoktur. Gizemsiz bir dünyadır. Neyse odur.
Kimliklerimizi belirlemek bu yüzden önemlidir. Doğarken ailemizi, ten rengimizi, cinsiyet kimliklerimizi, inançlarımızı biz seçmeyiz. Ancak çocukluktan itibaren, içinde bulunduğumuz çevre, okul, mahalle, temas ettiğimiz ideolojiler, duygularımız, kendimizi bulma süreçlerimiz kimliğimizi oluşturur.
Eğer bu süreç muğlaksa, doğuştan gelen kimliklere hiçbir şey katılmadan ilerliyorsak; bu, tıpkı sayılarla ifade edilen, tatsız tuzsuz ve gelişime kapalı bir yolculuk olur.
Bu yolculuk, bireysel olamaz; metaforların sağladığı izdüşüm ve eşleşmelerden uzaktır.
Duygusuz, farklılık içermeyen insanlar ordusunun bir parçası olmaktan öteye gitmez. Sistemin de bizlere numara vermesinin bence en temel sebebi burada yatıyor: kişiyi, toplumu kimliğinden soyutlayarak uzaklaştırmak. Buna bir çözümüm var mı? Yok. Sadece bir durum tespiti yapıyorum.
Çözüm birlikte bulunursa çözüm oluyor. Değişim de böyle başlıyor.