İBB Genel Sekreter Yardımcısı Mahir Polat: 'Siyaset, kültürü araçsallaştırıyor'
Artı Gerçek - İBB Kültür tarafından İstanbul'un kültür-sanat hayatına kazandırılan Artİstanbul Feshane'de 22 Haziran'da açılan Ortadan Başlamak isimli sergi, ziyarete açıldığı günden bu yana kendilerine Fikirde Birlik ve Mücadele Derneği adını veren bir grubun saldırılarına maruz kalıyor ve sergiye katkı veren sanatçılar hedef gösteriliyor.
Son olarak İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından sergi hakkında “Halkı kin ve düşmanlığa alenen tahrik etme veya aşağılama” gerekçesiyle soruşturma açıldı.
Soruşturma kapsamında Başsavcılık, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Genel Sekreterliği'ne gönderdiği bir yazıyla, serginin organizasyon ve düzenlenmesinden sorumlu kişilerin açık kimlik ve adres bilgilerinin tespit edilerek kendilerine gönderilmesini istedi.
İktidarın kültürel hayata müdahalesinin sergilere açılan soruşturmalardan festival yasaklarına, oradan dijital platformlarda yayınlanan içeriklere kadar çok geniş bir sahaya yayıldığı bu süreç nedeniyle yoksul kesimlerin, gençlerin, yaşlıların, çocukların ve kadınların da yararlandığı projeleri konuşmak giderek zorlaşıyor.
Feshane bir kültür mekanı olarak kamusal hayata kazandırıldığından beri bunun üzerine hiç konuşamamaktan yakınan İBB Genel Sekreter Yardımcısı Mahir Polat'a göre, bu tartışmaların tıkadığı alanlar Türkiye'nin yaralı bilinci.
Soruşturmanın yarattığı gündem vesilesiyle bir araya geldiğimiz Polat'la, hem bu gündemi hem de yerel yönetimlerin yaratabileceği alternatifleri, kültür politikalarının açabileceği nefes alanlarını ve sanatın kamusal işlevini konuştuk.
'SERGİNİN İDDİA EDİLENLERLE İLGİSİ YOK, HAKSIZCA HEDEF GÖSTERİLDİ'
Siz İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB) Kültür olarak, uzun süredir atıl kalmış pek çok tarihi mekanı kültür-sanat hayatı için işlevsel hale getirdiniz. Artİstanbul Feshane de onlardan biri. Burada düzenlediğiniz Ortadan Başlamak isimli sergi uzun süredir belli kesimler tarafından hedef gösteriliyordu ve zaman zaman fiziki saldırılar da yapıldı. Son olarak İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı sergi hakkında soruşturma başlattı ve İBB'den de sergiye katkı sunan sanatçıların bilgilerini istedi. Bu sürecin soruşturmayla sonuçlanmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Mahir Polat: Bizim kültür çalışanları olarak kültür dünyasında ve kültür çalışmaları alanında kalmamız gerekir.
Bu sergi uzunca bir hazırlık sürecinin ardından ortaya çıktı. 320 ressam ve plastik sanatçının hazırladığı bir sergiden söz ediyoruz. Günün sonunda ortaya çıkan iş, bir sanatçı kolektifinin ürünü.
Sanat dünyasında bir dayanışmanın, yan yana gelip birlikte üretmenin Türkiye tarihinde çok özel bir yeri var. Geçmişten bugüne sanat kolektifleri, birlikler, Türkiye sanat tarihinin ayrılmaz bir parçasıdır. Dünyada da böyledir; sanat akımları, sanat birlikleri, ekoller genellikle sanat tarihinin ana aksını oluşturur.
'TÜRKİYE'NİN SANATÇILARIYLA GURUR DUYULABİLECEK BİR SERGİ'
Aynı zamanda bir sanat ve kültür tarihçisi olarak konuşmam gerekirse, Ortadan Başlamak sergisi Türkiye'nin 2020'li yıllarının fotoğrafını çeken önemli bir sergi; 320 sanatçı, 19 küratör ile, bağımsız alanlarıyla, sanatçıların ve küratörlerin bir araya gelerek özgürce kendi sanatsal üretimlerini ve ifade etme biçimlerini ortaya koydukları bir alan.
Sanatçı bir toplumun hayal gücünü, düşünce alanını temsil eder. Bu bakımdan sergi bugünün sanat dünyasının sözünü ortaya koyuyor.
'SANAT SİYASETE KURBAN EDİLMİŞ DURUMDA'
Kültür ürününün kendisi çeşitli iddiaları olan, düşünceleri olan bir üründür.
Ortadan Başlamak, çok nitelikli, çok rafine, herhangi bir toplumsal düşünceye, bir dünya görüşüne saygısızlık etmeyen, son derece özenli sanatçıların oluşturduğu, bu bakımdan Türkiye'nin sanatçılarıyla gurur duyulabilecek bir sergi.
Her birisi bir iç düşünceyi, iç derdi ve hikayeyi barındıran eserler. Tabii Türkiye toplumu çok uzunca bir süredir sanatla iç içe olmadığı için, bir sanat eserinin meramı nedir, ne anlatmak istiyor, bunlardan da biraz uzak kaldı. Sergi, eserlerin sanatçılarının ne demek istediğini, bütün ömrü boyunca neler ürettiğini bilmeden, biraz da siyasete kurban edilmiş durumda.
'SANATÇILARIN NE YAPTIKLARINI BİLMEYEN İDARECİLER VARSA BU ONLARIN EKSİKLİĞİ'
Azınlık bir grubun haksızca hedef göstermelerine maruz bırakıldı ama ne eserler ne de serginin kendisinin, iddia edilenlerle bir ilgisi yoktu.
Tabii bu sırada sergi 70 bine yakın ziyaretçi aldı. İnsanlar eserleri gördüler, sanatçılarla buluştular. Karşılıklı bir konuşma alanı açıldı. Sanat da zaten bir toplumsal konuşma halidir. Bu anlamda 'Ortadan Başlamak' sergisi iddia edilen nitelemeleri hak etmediği gibi, orada eser üreten sanatçılar da ilk defa sergiye katılmıyorlar.
Türkiye'de insanlar sanatçıların farkında ama sanatçıların ne yapıp ettiğini bilmeyen bir kısım idareci varsa, bu onların eksikliğidir.
Sanatçıların bazıları 60 - 70 yaşında insanlar ve çoğunlukla onları hiç tanımayan insanların yaptığı eleştirilere maruz kalıyorlar. İlk sergilerini sanki Feshane'de açmışlar gibi bazen de bir cehaletle eleştiriliyorlar.
Bu insanlar 30 - 40 yıllık sanat hayatları olan, dünyaya açılmış büyük sanatçılar.
Hiçbir sanatçının tarzı bir günde oluşmuyor, o eserler de daha dün yapılmış eserler değil. Bu bakımdan çok talihsiz bir gelişme.
Fakat bizim dikkatimizi bence esasen sergiye ve kültürel işlerin kendisine vermemiz lazım. Çünkü tepkiler olabilir. Anlayamayabilirler, dinlememiş, okumamış olabilirler.
Hayatlarında hiçbir sanatçıyla bir eseri tartışmamış olabilirler.
'KÜLTÜRÜN VARLIĞI DÜŞÜNCELERİN TARTIŞILMASI ANLAMINA GELİR'
Bunları bir yana koyup, sakin bir şekilde sanatın kendi sürecini devam ettirmek gerekiyor. Çünkü sanat kendisine yaşam alanı buluyor. Kültürün var olması düşüncelerin tartışılması anlamına gelir.
Bu da yeni bir şey değildir. İlk Çağ'dan beri düşünen insanlar; felsefeciler, sanatçılar, toplumu her zaman tartışmaya zorlarlar. Bu bir itkidir. Demek ki Türkiye ne zamandır kültür ve sanat olayını unutmuş ki, bunun tartışılabilir bir şey olduğunu da beraberinde unutmuş.
Bence tekrar hatırlanıyor sergi vesilesiyle. Bu uzunca bir süre yerde oturup da sonra ayağa kalktığında bacaklarının karıncalanmasına benziyor. Toplum tekrar sanatı hatırlıyor. Sanatçıların sözünü fark etmeye başlıyor.
Türkiye'nin bunu iyi değerlendirmesi lazım bana kalırsa. Çünkü çağdaş dünya ve insanlığın gittiği noktada sanatın çok başat bir rolü var. Bugün bazı tatsızlıklar yaşansa da bu anlamsız bir düzey. Çünkü ne sanat susturulabilir ne de eseri sanatçıdan geri alınıp yerine başka bir şey konulabilir. Sanatçılar üretmeye devam edecek.
Bizim kültür kurumlarımızın rolleri bellidir ve sınırlıdır. Biz sanatçılara alan açarız. Onlara nefret söylemi içinde bulunmadan, özgürce; başka toplumsal gruplara ve düşüncelere hakaret etmeden eser üretmelerine ve onları paylaşmalarına katkı sunmamız gerekir ve rolümüz bu kadardır.
Türkiye kültür dünyası bu olayla beraber - nice durumla beraber olduğu gibi - resmi, kültürü, plastik sanatları tekrar tekrar düşünme şansı elde ediyor. Bu durumla da olumlu bir bağ kurabilir toplum. Nasıl olması gerektiğini tekrar hatırlar.
'AYRIŞMA OLDUĞUNU DÜŞÜNMÜYORUM... SERGİYİ 70 BİN İNSAN ZİYARET ETTİ'
Atina demokrasisinden beri kamusal konuşma imkanı anlamına geliyor kültür sanat. İnsanların kamusal hayatı paylaşmasının en önemli vesilelerinden biri sanatsal üretim. Türkiye gibi birçok siyasal fay hattının kesiştiği bir ülkede, kültürel üretimler bu daralan alana nasıl yanıt üretebilir? Böyle bir ayrışma derinleşirken Feshane’deki etkinlikler devam edecek mi? Son süreçten nasıl etkilenecek?
Ben ayrışmanın derinleştiğini düşünmeyenlerdenim. Hatta derinleşmeden de ziyade bir ayrışmanın olduğunu da düşünmeyenlerdenim. Bizim Feshane'de açtığımız sergiyi 70 bin insan ziyaret etti. Ziyaret etmeyenlerle birlikte olduğunu bildiğim, protesto eden grup yaklaşık 40 kişiydi. Bu gayet küçük ve anlaşılabilir bir sayı. Başka hiçbir insandan ya da kurumdan biz tepki almadık.
Türkiye'de her düşünceden her toplumsal aidiyetten insanlar, sadece bu sergide değil birçok etkinliğimizde bir araya geldiler. Örneğin 2'nci yılını tamamlayan Müze Gazhane'nin kültür etkinliklerinde şimdiye kadar 2 milyon insan bir araya geldi. Burayı bir yaşam alanı olarak kabul etti insanlar.
Her türlü etkinlik, her türden kültürel ürün herkesin ilgisini çekmeyebilir, hoşuna gitmeyebilir. Kültür de fetişize edilmiş, dokunulmaz bir korunaklı alanı olmamalı zaten. Ben buna inanmıyorum. Kültür alanı da diğer alanlar gibi kamuoyunun her türlü tartışmasının içine girebilir. Bunu böyle kabul etmek gerekir.
'EYÜPLÜ VATANDAŞLAR HER GÜN ORADA'
Artİstanbul Feshane gibi, şu anki ölçeğiyle Türkiye'nin en büyük sergi salonu olan, açık alanları, bahçesiyle beraber kamuya kazandırılmış 30 metrekare bir alandan bahsediyoruz. Eyüplü vatandaşlar her gün oradalar.
Çocuklar, kadınlar, yaşlılar... Burası bir taraftan Eyüp'ün bir taraftan da tüm İstanbul'un sosyal yaşamının bir parçası oldu. Çatışma bir yana, büyük bir sempati beslenen bir alandan bahsediyoruz. Kültür- sanat alanında ideolojik tartışmaların tarihi bence geçti.
'İRONİK OLAN BU KADAR KÜÇÜK BİR ETKİNLİĞİN BİR AYRIŞMA OLDUĞU DUYGUSUNU KABUL ETTİRMESİ'
Bu konuda insanlar bazı şeyleri tartışmak ve siyasetin aracı haline getirmek isteyebilirler ama yeni jenerasyon ve yeni yaşam bunu büyük oranda kabul etmiyor. Çünkü bu kadar agresif bir tarza rağmen o protestolar toplumun hiçbir kesiminde kabul görmedi.
Sözüm ona bir grup, temsil ettiğini iddia edenler açısından da, herhangi bir grubu temsil etmediklerini, toplumun her türlü değer dünyasından insanların da alanı gezmelerinden, orada o yaşamı paylaşmalarından görebilirsiniz.
Bugün bile Feshane'ye gidecek herhangi biri, orada toplumun her kesiminden insanları rahatlıkla görebilir. Bence daha ironik olan, bu kadar küçük bir etkinliğin bile bizde bir ayrışma olduğu duygusunu hemen kabul ettirmesi.
'SİYASETİN ALANINDA DÖNEN TARTIŞMALAR KÜLTÜRÜ ARAÇSALLAŞTIRIYOR'
Bu ayrışma duygusunun temelinde son zamanlarda kamu kurumlarını yönetenlerden de çok sık duyduğumuz bir 'halk' tarifi olabilir mi? Sadece Ortadan Başlamak özelinde değil, RTÜK de geçtiğimiz günlerde dijital dizi ve film platformlarına yönelik "halkın milli ve manevi değerleriyle uyuşmayan" yapımlara "halktan gelen şikayetler üzerine" yaptırım uygulamaktan çekinmeyeceğini ifade ettiği bir yazılı "uyarı" metni yayınlamıştı. Yönetenlerin siyasi muhayyilesine göre tarif ettiği bir temsiliyet söylemi özelikle konu kültür-sanat ve hayat tarzları olduğunda baskınlaşıyor. Bunu nasıl değerlendirirsiniz?
Bu tarifin muhayyel olması kadar dikkat çekici olan bir şey de gerçekte böyle olup olmadığı aslında. Yoksa bir zümrenin itiraz etmesi, rahatsızlık hissetmesi, bunlar da dikkate alınması gereken hususlar. Toplumun her kesiminin hoşnutluğu, birbirinden razı olması, bir toplumsal çatışmada en ufak şeylerin bile bir bahaneye dönüşmemesi, toplumun huzuru açısından çok önemli.
Tabii söyledikleriniz değerli, burada halkın rahatsızlığı diye ifade edilen durum gerçekte nasıl ölçülebilir, bunu ölçmenin bir yolu var mıdır? Bir yanıyla vardır tabii. Bunun sanatsal olanı, kültürel olanı, etik tarafı, bunların tamamı konuşulabilir şeyler.
Ancak benim söylediklerim kültürün alanı, sizin söyledikleriniz siyasetin alanı. Siyasetin alanında başlayıp dönen tartışmaların kendisi, bütün bu alanı bence araçsallaştırıyor. Biz bu alanları kendi içinde tartışamıyoruz ki. Bir alanda çok şiddetli bir biçimde tartışan insanların eleştirdiği şeyin ya da desteklediği şeyin ne olduğunu iyi bilmesi, görmesi ve deneyimlemesi gerekir.
'GÖRMEDEN DESTEKLEMEK DE AGRESİF ŞEKİLDE İTİRAZ DA KAMPLAŞMA DUYGUSUYLA İLGİLİ'
Benim bu tartışmalarda gördüğüm bir nokta vardı: Bunu desteklemek de karşısında durup agresif bir şekilde itiraz etmek de bence Türkiye'de oluşan siyasi kamplaşma duygusuyla çok ilgili. Sanatın desteğinin de kritiğinin de bunun bir parçası olmaması gerekir. Kültürün alanı özgün, tekil ve sivil düşünceyi öne çıkarmaktır.
'KAPATMANIN VE ENGELLEMENİN TOPLUMSAL OLARAK SAĞLIKLI OLMADIĞI AŞİKAR'
Ama söylediğiniz konu çok önemli, toplumsal grupların hassasiyetleri şu an Türkiye'de değil, dünyada da çok temel bir konu.
Bu çeşit bir muhafazakarlığın, kapatmanın ve engellemenin, söz söyletmemenin toplumsal olarak çok sağlıklı olmadığı aşikar. Ama şuna da dikkat etmek gerekiyor; özellikle nefret söylemi yasalarının doğru düzenlenmediği, her toplumsal grubu koruyan bir hukuksal ve toplumsal sözleşme haline gelmediği durumlarda bu da suistimal ediliyor.
Bence hiçbir toplumsal grup, kendisinin özel gördüğü bir şeyden dolayı hakarete uğramamalı. Burada herkes ifadesinin altını çiziyorum. Çoğunluk, azınlık diye tartışmamak gerekiyor meseleleri.
'TARTIŞMALAR NEDENİYLE FESHANE'Yİ KONUŞAMADIM... BU TÜRKİYE'NİN YARALI BİLİNCİ'
Şunu çok rahat söyleyebilirim: Bu tartışmalara çok hızlı girdik. Ben sergiyi ve Feshane'yi konuşamadım bu tartışmalardan. Halbuki herkes çok seviyor ve bunları konuşmak istiyor.
Bence bu Türkiye'nin yaralı bilinci. Çünkü bir taraftan da bu kavga halinin, böylesi bir ruh halinin herkese sirayet ettiği bir ortamda sanatın hiçbir zaman kendi amacına, muradına erişemediği bir ortama mahkum oluyoruz. Bence daha fazla sanatı konuşmamız gerekiyor.
Öyle ki bazı insanlar, sergiyi hiç görmeden destek de verdiler. Ben bunun da çok sağlıklı olduğunu düşünmüyorum, nihayetinde orada bir kültür ürünü var.
Tabii bir baskıya karşı ses çıkarmak başka bir şey ama kültür ürününü ona göre değerlendirmek başka bir şey.
Özetle, Feshane bir kültür- yaşam alanı, biz artık projeler yürüttüğümüz alana sadece kültür alanı demiyoruz, sosyal alan da diyoruz. Çünkü kültürü de hiyerarşik bir konuma koymamak lazım. Onu da yaşamın bir parçası olarak ele alıyoruz.
İstanbul artık daha fazla yaşam alanı, daha fazla kültür alanı talep eden bir kent. Bunu hak ediyor çünkü elinde bu yok. Eksiklikleri tamamladıkça da buranın programı yeni bir sosyal yaşam getirecek bize.
Demek ki toplum daha fazla kamusal alanda yan yana gelecek ve bazı tartışmalar, uzlaşmalar, müzakereler bu alanda olacak. Kamusal alan olmadığında tartışma da olmuyor. Kamusal alan oldukça tabii ki tartışmalar da olacak. Yeter ki yapıcı ve birbirini anlayan tartışmalar olsun.
'SANATÇININ DA DOKUNULMAZ BİR ALANDA, KIRILGANLIKLA YAŞAMASINI DOĞRU BULMUYORUM'
Kamusal mekanların vasfı da insanla kurduğu ilişkiyle dönüşüyor. Bu anlamda sanat çok işlevsel fakat öte yandan bütün bu tartışmalar sanatçıları kamusal hayatın çeperine doğru iten bir iklim yaratıyor. Açılan sergi salonlarının, yeni mekanların ötesinde kültür politikaları vasıtasıyla sanatçıları koruyan, güvenli bir üretim alanı yaratmak mümkün mü ?
Bu birden fazla konu hakkında düşüncemi ve önümü açtığınız bir soru oldu. Burada birkaç şey söylemek isterim. Ben sanatçının bu kadar elit ve ayrıksılaşan bir yerde yaşamasını doğru bulmuyorum.
Bu coğrafyada, sıkıntısıyla, iyisiyle kötüsüyle hep birlikte yaşıyoruz. Sanatçının da dokunulmaz bir alanda böyle bir kırılganlıkla yaşaması bana doğru gelmiyor.
Hassasiyet ve saygı görmek, böyle bir yaşam alanına sahip olmak toplumdaki herkesin hakkı.
Toplumun topyekun yaşadığı ne varsa bizi biz yapan şey zaten. Bir sanatçının düşüncesi ve üretimi de bunun içinden çıkıyor. Bunun dışında bir yerde, daha korunaklı bir alanda üretilecek bir sanat var mı bilmiyorum. Varsa da, o buraya ait bir şey olmayabilir.
'SANAT GİDEREK GÜNDELİK HAYATA YAKLAŞIYOR'
Bütün çocukluğunu sarayın duvarları arkasında geçirmiş Siddartha'nın, ölümü, hayatı ve Ganj'ı gördükten sonra açılması gibi bir şey bu. Biz bir hayatı deneyimliyoruz ve sanat da, her türden kültür ürünü de buna dahil. Ama şunu da söyleyeyim: Dijital teknolojinin gelişmesiyle, belki de hiç olmadığı kadar korunaklı alanlar var şu an sanatçılar için.
Medyaların artık internet ortamına çekilebilmesi, sanatçının kendini daha geniş bir alanda gösterebilmesi anlamına geliyor. Mesela çağdaş sanat artık daha fazla yaşamın içine doğru çekiliyor.
Eskiden daha ayrıksı bir alana doğru gitme eğilimi gösterirken bugün bütün sanat etkinliklerinde artık yeşile, doğaya, ekolojiye ilişkin bir şey görebilirsiniz. Giderek gündelik hayata yaklaşıyor sanat.
'SANATÇILARIN GETTOLAŞMASINI DA ELEŞTİRMEK GEREKİYOR'
Bir sanatçının yaşam alanı ihtiyacı bulunabilir, gettolaşabilir. Ama gettolaşmak bence eleştirilmesi gereken bir şey.
Bugün Türkiye'nin kültür- sanat dünyasının gettolaştığının da altını çizmemiz gerekiyor. Kendine özgü yaşam alanları bulduğunu ancak daha az dokunur ve temas eder hale geldiğini, bütün bunları da konuşmamız gerekiyor.
Bence sanatçıların, kültür insanlarının İstanbul'un her noktasında yaşayabilmesi gerekiyor. Ama kültür insanlarında gettolaşma eğilimi olduğunu ve başka alanlara çekildiklerini de bir eleştiri olarak söylememiz gerekiyor.
Biz mesela yoksul Arnavutköy semtinde, oradaki çocuklarla kültür etkinlikleri yapıyoruz. Sanatçılarımız çok duyarlılar, geliyorlar ama yazarı çizeri doğrudan o mahallede yaşayan ve sokaklarında ilişki kurabilecekleri birilerini çocuklar orada bulamıyor.
Sanat üretenler kendi açılarından haklı da olabilirler ama sonuç olarak kentin bu şekilde gettolaşmasının çok kötü olduğunu ifade etmeliyim. Sosyal ilişkilerin daha fazla yataylaştığı bir kent olmalı İstanbul.
Bu ölçüp tartılmış, bilinçli bir tercih mi? Kültür- sanat alanlarının başka dinamikler tarafından araçsallaştırıldığını söylediniz. Aynı kutuplaşma dinamikleri ve koşullar sanatçıların bu eğilimlerini belirlemiş olabilir mi?
Şüphesiz. Ancak aktivist sanat dediğimiz şeyi hatırlayın; insanlar özellikle başka alanların içine girmenin, orayı deneyimlemenin, onu bir süreç olarak kabul etmenin bir performansa dönüştüğü alanlarda bizim periferi dediğimiz, İstanbul'un çeperinin de çok özgün bir kültür - yaşam alanı ürettiğini de unutmamamız lazım. Bir taraftan underground (yeraltı) ve bohem sanatın bu kadar benimsendiği bir yerde, onun sadece ekranda kullanılan, nesneleştirilen halini değil yaşam alanı olarak da var olduğunu hatırlamamız gerekiyor.
Bunun da altını kalın kalın çizmek gerekiyor. Türkiye'nin sosyolojisi içinde bütün yaşam alanlarını savunurken gettolaşmak bununla tezat bir durum.
'TÜRKİYE'DE KÜLTÜR POLİTİKASI HER DÖNEM BİR İDEOLOJİNİN ARACI GİBİ GÖRÜLDÜ AMA TOPLUM BUNU BENİMSEMEDİ'
Daha önce kent yoksulluğunun yoğun yaşandığı yerlerde sanat galerileri açıldı ama bunların da soylulaştırma dediğimiz kentsel politikaların bir sonucu olarak açıldıklarına yönelik eleştiriler geldi. O örnekler de bir müzakareye alan açmaktan ziyade kısmen kültürel bir çatışma görüntüsüne sahne oldu.
Bu tartışmaların bir yanı da, kültür - sanatı galeri açmakla bir gören bir yaygın algıya dayanıyor. Sanatı sadece bir pentür, bir resim olarak kodluyoruz. Ben bir yerde, herhangi bir çocuğu en çok etkileyecek şeyin performatif süreçler olduğunu düşünüyorum.
Mesela İstanbul'da sanat merkezi neresidir desek sanatın erişilebilir olduğu yerleri söyleyeceğiz ama ben diyebilirim ki sanayi mahallesidir. Sanatçıların bu aralar en fazla atölye kurdukları ve çalışmalarını devam ettirdikleri yer İstanbul Levent'teki sanayi mahallesi. Bütün sanatçılar orada kendilerine yer buluyorlar.
Orada ustalarla iletişim halindeler, bir etkileşim var. Müthiş bir alan. Ama kapı aralığından bir çocuk gözüyle baktığınız zaman bir insanı orada göremiyorsunuz. Bunun yayılmasını sağlamak lazım. Planlamada bu çok önemli.
Belki sanatçılar oraya gidemeyebilir ama atölyeler geliştirmek, sanatçı evleri geliştirmek, performatif alanlar açmak; tüm bunlar kamu yönetiminin kültür politikasıyla olacak şeyler. Bunlar üst ölçek politikalar. Demek istediğim, niyetten bağımsız, söylemden bağımsız politikalar.
Öte yandan Türkiye'de kültür politikaları hiçbir döneminde ideolojiden bağımsız salt altyapı oluşturmak için kullanılmadı. İşte şimdi, bu anlamda özgün bir zamandayken bunu konuşmamız gerekiyor. Sanatın salona ihtiyacı var, buluşacak alana, üretim için atölyeye ihtiyacı var. Bütün bunları kurduğunuz zaman bir kültür politikası üretirsiniz.
'MERKEZDEKİ KÜLTÜR POLİTİKASI KARŞILIK BULMADI'
Ama Türkiye'de kültür politikası her dönem bir düşüncenin, bir ideolojinin kitlelere zerk edilmesinin aracı gibi görüldü. Günün sonunda şunu gördük ki, hangi düşünceden olursa olsun merkezdeki kültür politikası toplumda karşılık bulmadı. Toplum onu almadı, benimsemedi, kendi underground kültürünü üretti ki bu hep böyledir zaten. Avangart olan her zaman sanatı yönlendirir.
'AVANGART OLAN MERKEZİ AŞAR ... O YÜZDEN YILMAZ GÜNEY ADANA'DAN, AHMET KAYA MALATYA'DAN ÇIKTI'
Hakim kültür- sanat ortamındaki düşünce değil, bizim şu anda farkında olmadığımız; kenar mahallelerden yükselen bir avangart var. O yüzden Yılmaz Güney Adana'dan çıkar, Malatya'dan Ahmet Kaya çıkar. Bir süre sonra bu eğilim merkezde duranı aşar ve yepyeni bir etki yaratmaya başlar.
12 Eylül darbesinin yasaklarının komik bir duruma düşmesi ve şu anda çok daha özenli bir arabesk sunumunun kültür endüstrisinin keşfettiği bir şeye dönüşmesi gibi.
Sonuç itibarıyla kenardan gelen mutlaka merkeze yerleşir. O yüzden kültür hareketlerinde her zaman merkezde olana değil neyin kıpırdandığına bakmak gerekiyor. Çünkü sinemada da edebiyatta da insan özgün, bakir ve tekil olanın peşinden koşuyor.
Çeperde duran merkeze çekildiğinde niteliği de değişiyor, öyle bir çelişki de var. Yeni merkez o oluyor.
Merkeze geldikten sonra öyle olur. Yeni filizlenen sanatçıların hayranları her zaman onu ilk keşfeden olmakla övünür. Sonradan çok fazla popüler olunca da birden o isim değer kaybına uğrar.
İBB'nin kültür politikalarını kamusal karşılaşma mekanları yaratmak üzerinden kurguladığının altını çok sık çizdiniz. Bazen de kültür projelerinin sürekli kapalı ve merkezi mekanlarda şekillendiğine dair, özellikle Gazhane projeleri üzerinden eleştiriler de geliyor. Müzecilik olarak tarif edilen projelerin, belirli bir sanat tarihi yazımını hegemonik hale getirdiğini, imajları dondurduğunu, sanatsal ifadeyi sabit bir zaman kavrayışına hapsettiğini düşünen eleştirel bir değerlendirmeye yorumunuz ne olur?
Gazhaneleri belirlediğimiz yerlerde açmıyoruz, Gazhaneler neredeyse orayı dönüştürüyoruz. Mesela Yedikule Gazhanesi hiç öyle bir yer değil. Yoksul bir yer, sırt dönülmüş bir alan. Ayrıca emek tarihi olan bir yer. 1993 yılından beri metruklaştırılmış bir alan. Kültürel faaliyetlerde bir hiyerarşi oluşturma düşüncesi artık eleştirilmesi ve tartışılması gereken bir şey.
Bu biraz Sim City oyunlarına benziyor. Sim City'de bir kent yaptığınızda ideal olur ve oraya bir tane de opera binası kondurursunuz, onunla beraber şekillenir o kent. Bu hep modernitenin uygarlık tanımlarıyla ilgiliydi. Kitle ve sosyoloji bu yeni dönemde bunları böylece kabul edecek mi bilmiyorum. Özünde destekleyen ya da eleştiren gruplar bile bunu karikatürleştirdi.
Bir opera salonu açmak bir kesim tarafından modernleşmenin ve medeniyetin göstergesi olarak dayatılıyor, diğeri de bunun çok dejenere bir şey olduğunu başka bir kültürün dayatması olduğunu savunuyor.
'PROFESYONELLEŞMİŞ SANAT ELİTİZM OLARAK KODLANDI ... YAŞAMIN İÇİNDE BİR OLGU DEĞİLDİ'
Halbuki bizim bu salonlardan önce şunu tartışmamız gerekiyor: Gerçekten bir ihtiyacı karşılayacak salon var mı? Bunu x etkinliğinin y etkinliğinin salonu olarak tartışmak zaten onu kategorize eden bir şey.
Ama bütün bunların arkasından, Türkiye için konuşacaksak şunu kesin ve net şekilde söylemek gerekiyor: Türkiye'de yaşam alanlarının doğrudan içinden gelmeyen, profesyonelleşmiş bir sanat her zaman toplumun kendi kaynaklarının dışında ve elit bir üretim olarak kodlandı.
Bunun böyle olup olmadığı ayrı bir konu ama burada geniş kitleler için sanat yaşamın içinde bir olgu değildi. O bir fidelikte üretilmiş, özel bir alanda üretilmiş biraz da dejenere görülen bir şeydi.
Fakat daha geleneksel toplum açısından baktığınızda, Anadolu'nun seyirlik halk oyunlarından tutun tiyatronun belli formlarından müziğe ve edebiyata varana kadar çok zengin kaynaklarını kendi alanlarında ürettiğini görüyoruz.
Bizde ideal kent nasıl olur sorusuna verilen yanıt, merkezin biçimlendirdiği kenti üretmek ve orada da az önce söylediğim tipolojide alanlar üretmek. Mesela hiç kimsenin gitmediği AKM'yi yapmak bir kültür merkezi yapmak gibi kodlanıyor.
Taksim meydanı gibi binlerce insanın geçtiği bir yerde kaldırım seviyesiyle sıfır olan bir yere niye hiç kimse girmez eğer kültür çok eğlenceli çok keyifli, insanları peşinden sürükleyen tutkulu bir şeyse. Demek ki her zaman öyle olamayabiliyor. Demek ki yüksek kültür tartışmalarının ötesinde de bir kültür yaşamı var.
'KÜLTÜRÜN YAŞAMIN İÇİNDE KALMASI, ONU TOPLUMUN BENİMSEYEBİLECEĞİ BİR NOKTAYA GETİRİYOR'
Kültürü yaşamın çok ötesinde bir yerde, harelerle ve payelerle göklere çıkarmaya gerek yok. Yaşamın içinde kalması onu toplumun çok daha kolay benimseyebileceği ve anlayabileceği bir noktaya getirebiliyor.
Bu tabii bizim stratejik olarak belirleyebileceğimiz ya da savunabileceğimiz bir şey değil ama öncelikli olarak kültürün elitizmle bu kadar özdeşleşmesini ve çok yaygın olarak bir kompleks üzerine inşa edilmiş toplumlarda bunun bir nevi ne kadar rafine ve entelektüel insan olduğunun ispatı olarak sunulmasından vazgeçilmesi gerekiyor.
Kültür de tüm alanlar gibi yaşamın içinde, olması gerektiği kadar olacak. Elbette kültür insanı için, sanatçı için başka bir yerdedir ama yaşamın bütünü için, olması gerektiği kadar bir yer tutar. Daha fazlası hem abartı hem plastik olur.