Mutfakta kriz ve anksiyete
Umami gibi projeden sınıf temelli ve sistem eleştirisi beklemiyorum elbette. Görünen o ki bu işler izlenip, hızla unutulmak için yapılıyor. Yine de Umami, tek plan çekim tekniği, farklı bir şeyleri denemeye çalışmasıyla mevcut ortamda ayrıksı bir yerde duruyor.

Gastronominin metalaştığı, şeflerin pop yıldızı gibi kabul gördüğü günümüzde mutfak dünyasına dair dizi ve film yapımlarına daha sık rastlar olduk. Bradley Cooper’ın oynadığı Burnt ve son yılların en dikkat çekici dizilerinden The Bear aklıma ilk gelen yapımlar mutfak sırlarıyla ilgili. Bu yapımlarda net bir ikilik sunuluyor. Bir tarafta şık lokantalar diğer tarafta ateşin, buharın, yemek yetiştirme stresi içerisinde zamanla yarışan mutfak emekçileri…
Geçtiğimiz günlerde Disney Plus Türkiye’de yayınlanmaya başlayan Umami filmi de memleket mutfak sırlarına odaklanamaya çalışan bir yapım olarak karşımıza çıkıyor. Film Stephen Graham ve Hannah Walters’ın başrollerini canlandırdığı Boiling Point’in uyarlaması. Umami, İstanbul’da lüks bir lokantanın hem ortağı hem de şefi Sina Bora’nın stres dolu bir gecesine odaklanıyor. Sina Bora, başarılı bir iş hayatına sahip olsa da özel hayatı çalkantılı ve içki sorunuyla uğraşmaktadır. Stresle başa çıkabilme ve iş hayatını da düzene sokmakta son zamanlarda problemler yaşamaktadır. Sina Bora, hayatında her şeyin üst üste geldiği bir gece, önemli misafirlerin ağırlanacağı mekanına gelir ve talihsiz olaylar dizisi baş göstermeye başlar. Görgüsüz müşteriler, arkalarını “güçlü” siyasi odaklara dayamış bir takım karanlık tipler, evlilik teklifi için en doğru yere geldiğini düşünenler ve dostluk anlayışı hesapçılığa dayanan insanlar aynı gece aynı mekânda buluşurlar. Bu sadece işin müşteri kısmıdır. Müşterilerle aynı ortamda açık mutfakta yemeklerini icra etmeye çalışan ekip için de işler iyi gitmez. Bir dolu talihsizlik yaşayıp, stres ve öfke dolu bir gece geçireceklerdir.
Film konusu ve paylaştığı fragmanla izleyiciyi nasıl bir hikâyenin beklediğini üç aşağı beş yukarı açık etmişti. Buraya kadar tamamız. İzleyici olarak bizler de güzel yemekler, romantizm, mutlu sonlar, her şeye kadir havalı şefler geçidi beklemiyorduk. Buraya kadar da tamam. Filmin esas alameti farikası ise işin görsel rejiminde. Yönetmen Emre Şahin, filmi tek plan olarak çekmiş. Hikâye boyunca omuzda kamera oda, oda, kat, kat, masa, masa gezinip duruyor. Yönetmen bu anlamda izleyiciye yarı belgesel yarı da olduğu gibi mutfak dünyası hissini seyirciye doğrudan vermek istemiş.
Umami’nin esas sıkıntısının hikâye ve senaryo eksenli olduğunu söyleyebiliriz. Hikâye akışındaki aksamalar ve gerilimin iyiden iyiye tavan yaptığı anlarda oyun gücünün düşmesi Umami’nin en zayıf noktalarından biri. Üstelik karakterlerin Türkçe dublajlı bir filmin içinde yer alıyormuşçasına konuşmaları, aralarındaki bağların güçsüzlüğü de bir noktadan sonra kameranın bizi onların peşine taktığı anlarda onlara karşı ilgimizi sönümlenmesine neden oluyor. En başta Sina Bora’dan başlayarak film boyu karşımıza çıkan karakterlerin doğrudan kültürel ve sınıfsal bir temsiliyetini bulabilmek güç. Kâğıt üstünde inşa edilen personalar tek boyutlu olarak kalmış. Hal böyle olunca tansiyon yükseldikçe karakterler arası ilişkiler bir o kadar zayıf kalmış. Estetik olarak belirli bir ortalamayı yakalamayı başaran film aynı şeyi hikâye anlatıcılığında sağlayamamış. Bir uyarlama olarak hikâyeyi kültürel olarak buraya çekme çabası yüzeysel kalmış.
The Bear’i beynelmilel başarıya götüren ana husus mutfak dünyasına dair estetik bir manzaradan çok işçi sınıfı kentinde küçük bir lokantada hayatta kalmaya çalışan gerçekçi insan portreleriydi. Dizi boyunca göçmenleri, ay sonunu zor getiren mutfak emekçilerini, ailevi problemler üzerine derin ruhsal sorunlarla boğuşan karakterleri hikâyelerini izlemiştik. The Bear’in yaratıcıları mutfağın o küçük, sıkışık mekân duygusunun çalışanlara nasıl yansıdığını ustalıkla göstermeyi başarmıştı. Bu noktada tekrardan Umami’ye dönersek, filmde mutfağın o sıkışık, insanı daraltan mekân hissi bir türlü geçmiyor. Bunda da en büyük sorunlardan biri karakterlerin birbirleriyle kuramadıkları ilişkiler. Dolayısıyla anlatı zayıflamaya başlayınca da izleyiciye geçen çok az şey kalıyor.
Gastronomi dünyası sosyal medyanın da yaygınlaşmasıyla beraber artık bir meta. Şık sunumlar, tarifler, dövmeli, dünyayı pek sallamayan şefler hayatımızın bir parçası. Onları bir yerlerde görüne eskisi kadar yadırgamayız. Lakin, bu işin görünen kısmı. Mutfaktan içeri girdiğimizde anlatılamaya değer çok fazla hikâye olduğunu düşünenlerdenim. Yakınlarınızda mutfakta çalışan insanlarla çalışma şartları üzerine bir konuşun; size anlatılanın çok daha ötesinde bir dünyadan bahsedeceklerdir. Emek sömürüsü, stres ve yoğun çalışma şartları… Sigortasız saatlerce çalıştırılan göçmen işçilerden bahsetmiyorum bile. Umami gibi projeden sınıf temelli ve sistem eleştirisi beklemiyorum elbette. Görünen o ki bu işler izlenip, hızla unutulmak için yapılıyor. Yine de Umami, tek plan çekim tekniği, farklı bir şeyleri denemeye çalışmasıyla mevcut ortamda ayrıksı bir yerde duruyor. Umami aşağı yukarı vaad ettiği şeyi sunuyor seyirciye ama hâlâ anlatılmaya değer insan hikâyeleri var ve bir gün onların da öykülerini izleme şansımız olur.