Neoliberal dünyaya bir taşlama: Postane Günlükleri
Merve KÜÇÜKSARP
Norveçli yazar Vigdis Hjorth’un kaleme aldığı ‘Postane Günlükleri’ isimli roman, Dilek Başar çevirisi ile Siren Yayınları tarafından yayımlandı. Hjorth bu eserinde, halkla ilişkiler şirketinde çalışan Ellinor isimli kadının tekdüze hayatı karşısında duyduğu varoluşsal sıkıntının yanı sıra onun, postane çalışanlarıyla birlikte neoliberal politikalar karşısında gösterdiği mücadeleyi de konu alıyor.
Geçtiğimiz sene İstanbul Edebiyat Festivali dolayısıyla ülkemize gelen ve ‘Miras’ isimli romanı geniş bir okuyucu kitlesi ile buluşan Vigdis Hjorth, tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de nitelikli edebiyat okurunun sevdiği bir isim. Toplumsal normları sorguladığı romanları çok sayıda dile çevriliyor, başta Cappelen, Aschehoug, Dobloug ve Gyldendal gibi hatırı sayılır ödüllere layık görülüyor.
‘Postane Günlükleri’nin ana karakteri Ellinor, otuzlu yaşlarının ortalarında bir halkla ilişkiler firmasını idare etmektedir. Hayatı oldukça tekdüzedir. İlişkilerinde ya da işinde en ufak bir hareket yoktur. Bu hayatın içinde her gün sürüklenip durur, bir şeyleri değiştirecek iradeden yoksundur. En basit kararları –dışarı çıkarken ne giyeceğini, hangi yemeği sipariş edeceğini – dahi veremez. Buna rağmen uzun zaman bu tekdüzeliğinin farkına varmamıştır. Ta ki 2000li yıllarda tuttuğu bir günlüğü ele geçirene ve kendi hayatına dışarıdan bakma şansını elde edene dek… İşte o vakit hayatının bu yavan, tatsız ve anlamdan yoksun tarafıyla yüzleşir.
“Günlükte ciddi şeyler yoktu. Günlük havadan sudan şeyler hakkındaydı. Ama hayatım böyleydi, buradaydım işte...”
Ellinor’un içinde kendi hayatına, olduğu kişiye dair bir öfke ve isyan büyümeye başlar. Zira o günden bugüne hayatında büyük bir değişiklik olmamış, o mutat sürükleniş devam etmiş, hayatının sahnesinde bir görünüp bir kaybolan isimler değişse de, olaylar değişmemiştir.
“İsimler, tarihler değiştirilebilirdi; bir ilerleme, bir bütünlük ya da keyif yoktu, sadece keyifsizlik vardı; harcanan paralar, bronzlaşmak, dedikodu, yemek; ben yerine biri diye yazsam da olurmuş hani. Şimdi durum farklı mıydı, yaşlanmanın bir faydası olmuş muydu? “
Ellinor’un hayatı sıradan olmasının yanı sıra pek iyi de gitmemektedir. Nitekim bu romanda bu çeşitli vesilelerle, keza anahtarlarını veya telefonunu bulamaması, metinlerini yazamaması, yazdığı metinlerde çok sayıdaki yazım hatası yapması gibi, kendini gösterir. Üstelik sevgilisi ile olan ilişkisinde de mutlu değildir. İlişkileri çok sakin, ve manotondur. Bir gün sevgilisinin oğlu ile tanışır ve sonrasında evlilik teklifi alır. Bu teklifi kabul edişi dahi evlenmek isteyişinin bir sonucu gibi değil de, birinin teklifi ile sürüklenişinin bir tezahürü gibidir. Bu sırada kız kardeşi de hamile kalmaya çalışmaktadır. O ise ailesindeki küçük heyecanlara, kırgınlıklara karşı da kendini kayıtsız ve etkisiz hisseder.
“Bir günlüğüm olsa ne yazardım acaba? Ullevalseter’e yürüyüş, Margrete’yi ziyaret, olay üzerine olay, ama bu olaylara karışanın ben olması dışında arada herhangi bir bağlantı yok, uçta kalmış, fosilleşmiş bir tip, başrole uygun değil, bölük pörçük sahneleri bir arada tutamayacak kadar silik biri…”
Ellinor tüm bu gidişatın yalnızca hayatında bir anlam yarattığı takdirde değişebileceğini düşünür. Evet, Ellinor’un ihtiyacı olan şey hayatını değerli kılacak, günlerin yeknesaklığını bozacak bir anlamdır. O anlamı ise iş hayatında bulacaktır.
Roman merceğini iş hayatına çevirdiğinde, halkla ilişkiler firmasındaki bazı değişikliklerin kapıda beklemektedir. Ellinor’un şirketi, posta işçileri sendikası ile AB bürokrasisini alt etmek üzere bir iş anlaşması yapar. Görevi, Norveç parlamentosunun belirli posta kategorilerini özelleştirecek ve onları rekabete açacak bir düzenlemeye karşı bir kampanya yürütmektir. Norveç'teki posta taşıyıcılarına zarar verecek bu düzenlemeye karşı yürütülen kampanya, Ellinor'a kişisel hayatı için yeni bir odak noktası sağlayacaktır. Ancak bu sırada şirket ortaklarından Dag ortadan kaybolur. Dag özel hayatında birtakım sorunlarla cebelleşmenin yanı sıra iş hayatından da mutsuzdur. Giderken de şirketin diğer iki ortağı olan Ellinor ile Rolf’a yönelik kem sözleri ihtiva eden bir mektup kaleme alır. Bu gidişi Ellinor’un tedirgin etmenin yanı sıra şirketteki işlerle bizzat ilgilenmesine yol açar
Ellinor iki proje üzerinde daha çalışır, bu yüzden başlangıçta Postane meselesini Rolf'a bırakır. Bunlardan biri ABD'li bir restoran zinciri olan “En Hakiki” üzerinedir. Restoran zincirinin adı Ellinor’un hakikat kavramı üzerine düşünmesine sebep olur ve bu noktada Hjorth felsefe ile romanı zenginleştirir. Ellinor, neyin gerçek ve otantik olduğu konusunda tefekküre dalar. Ancak bir yandan da kendi işinin zaten hakikatten uzak olduğunun, pazarlama taktiklerinin de taklitten ibaret olduğunun, ne yaparsa yapsın özgün olmayacağının, hatta hakiki olduğu takdirde reklam kampanyasını kotaramayacağının da farkındadır. Kendi sezgilerinin ve özgünlüğünün rotasına sapma arzusu duyarken, bir yandan da neoliberal dünyayı sorgular:
“Ne olmuş yani, ne olmuş ha, taklit etmeyen kimse yok ki, diye abandım klavyeye, birlikte konuşabilmek amacıyla bir lisanı öğrenmek için taklit etmek zorundayız (…)En Hakiki’nin arkasındaki adam hakiki miydi? Adamı google’ladım, sıradan bir kapitalist gibi görünüyordu.”
Bu sırada Ellinor Dag’tan bıraktığı mektupta kendisi aleyhine söylediği sözler için bir özür mektubu alır. Ancak o bu mektubu okuduğu sırada Dag çoktan boğularak ölmüş ve cesedi limanda yüzerken bulunmuştur. Dag ölünce postane projesi Ellinor’un üzerine kalır. Roman bu noktada aks değiştirir ve bir kadının bireysel hikayesi sosyalist bir mücadeleye dönüşür. Hjorth, postane meselesi üzerinden herkese temel bir hizmet sunma taahhüdünün insan onuru için zaruri olduğunu işaret ederken, geç kapitalizm eleştirisi de yapar. Zira Hjorth farkındadır ki, hayatlarımızı ihya etmenin yolu, toplumdaki eşitlik ve adaletin tesisinde yatar. Ellinor projeye dahil olur ve bu ona yeni bir amaç verir.
Vigdis Hjorth, Türkçe yayımlanan bu ikinci romanında, halkla ilişkilerle uğraşan bir kadının, Ellinor’un özel hayatı ve mesleği üzerinden yaşadığı sıkıntıyı mercek altına alırken varoluşsal meseleler üzerine okuru düşünmeye davet ediyor. Aynı zamanda, bireyin mutsuzluğunun çözümünün kendi elinde olduğu sloganını yayan neoliberalizmi de Ellinor’un yürüttüğü kampanya ekseninde taşlıyor. Romanda yer alan sade olay örgüsüne rağmen duru üslubuyla da sürükleyici bir okuma deneyimi sunuyor.