Nerede o eski İstanbul: 'İstanbul'u Bul Bana!'
Merve KÜÇÜKSARP
Hulki Aktunç’un 1989 ile 1993 yılları arasında ‘Kostantıniyye Haberleri’ gazetesine yazdığı denemelerin Bengü Vahapoğlu tarafından bir araya getirilmesiyle oluşturulan “İstanbul’u Bul Bana” isimli eser geçtiğimiz günlerde Yapı Kredi Yayınları tarafından yayımlandı.
“İstanbul’u Bul Bana” başlığı ile yazılarını kaleme alan Aktunç, bu eseriyle okurlarını kırsaldan kente göçün etkilerinin ayyuka çıktığı 1990'lı yılların İstanbul’unda karış karış dolaştırıyor, bunu yaparken kimi zaman geçmişe dönüyor ve 1950’den 1990 yılına değin şehrin geçirdiği dönüşümlere mercek tutuyor.
Hulki Aktunç (1949-2011) öykü, roman, deneme ve edebiyatın daha pek çok türünde eserler vermiş üretken bir entelektüel. Günümüzde eşine az rastlanır halis bir İstanbullu olmasının yanı sıra İstanbul hakkında kaleme aldığı yazılarıyla bir döneme ışık tutan bir İstanbul yazarı, aynı zamanda . Ancak daha yakından baktığımız zaman o aslında Bir Kadıköylü. Kadıköy’ün Osmanağa mahallesinde Güneşlibahçe sokakta dünyaya gelmiş. Çocukluğunu ise Üzerlik Sokakta geçirmiş. Her iki sokak da -çehresini değilse de- ismini hâlâ korumaktadır.
KOZMOPOLİT İSTANBUL
Aktunç yazılarında 1950li ve 60 yılların İstanbul’una nostaljik bir bakışla seslenir, kendi kuşağının tanıklık ettiği bir dünyanın izini sürer; hasretle, son kertede esefle. Zira gördüğü değişim, hiçbir kuşağın kolay kolay tesadüf edeceği türden değildir. O ve 1940lı yıllarda doğmuş olan akranları İstanbul’un emsaline az rastlanır bir hızda ve yıkıcılıktaki dönüşüme tanıklık etmiş, kendi deyişiyle “II. Dünya Savaşının ezici etkilerini 1960 dönemecini, 1971’i ve 1980’İ hayatlarının en önemli evrelerinde yaşamış, İstanbul’un yok edilişini gözlemiş” bir kuşaktır.
Dahası Aktunç’un hasretle andığı zamanlar, henüz Müslüman olmayanların külliyen şehri terk etmediği, Anadolu’dan göç dalgasının başlamadığı yıllardır. Şehir, bilhassa Kadıköy, kültürel bir mozaiktir. Çeşitli mezhepten, dinden, milletten ve meşrepten insanlarıyla muazzam bir zenginliği ihtiva etmektedir. Nitekim Aktunç arkadaşlarıyla birlikte zaman zaman çarşının iki yanındaki Ermeni ve Rum kiliselerinde evlilik, cenaze gibi çeşitli törenleri izlediklerini, hemen yakınındaki Osmanağa camiinde Mevlit dinlediğini Yeldeğirmeni’ndeki sinagogta ise Ermenice, Rumca, İbranice, Ladino dillerinin kulağına çarptığını aktarır. Evlerinde Haremden çırağı olmuş Sudanlı bir kadın, babasının dükkanında Yemenli bir adam çalışır, ev sahibi Tatardır, fırıncı ve terzisi Rum, küçük pastanenin sahibi Bulgar, çocukluk arkadaşları Kürt, kitabevi sahibi Alman, çaycısı İranlıdır. İstanbul adeta bir masal diyarıdır.
Aktunç bu kültürel mozaiğin yok oluşunun şehri nasıl değiştirip dönüştürdüğünü muhtelif yazılarında farklı açılardan ifade eder. Nitekim 1989 yılının Temmuz ayında kaleme aldığı bir yazısında şöyle der:
“İnsan gücü, insan varlığının renkliliği ve zenginliği(nin) oluşturulduğu uyumlu mozaik… Bu harç olmaksızın, büyük kentler kurulamaz. Bu harç, etkisini ve katkısını sürdürmezse kurulmuş büyük kentler yozlaşır, köyleşir. İnsanın ‘kendiliğinden’ oluşturduğu anonim kent kültürü, temeldeki insan zenginliği yok oldukça, bireylerin ‘bilinçle’ ürettiği kültürle beslenemez. Anonim kültür ile Birey-Üretimi-Kültür, birbirinin sine-qua-non’u, olmazsa olmazıdır. İki kültürün değişimleri, birbirinin hem dolaysız hem dolaylı biçimde sürekli belirler.”
Bu bağlamda Aktunç, kültürün İstanbul’da dar bir çevrenin tekelinde olduğunu düşünür. Keza zamanında Dede Efendi ve Itri’yi tüm İstanbul sekenesi tanırken, kendi döneminde müzik konusunda deha diye tanımladığı Yalçın Tura’nın şöhretinin yayılmadığından, aynı şekilde çağdaş ressamların Çallı kadar popüler olmadığından, Sedat Hakkı Elden’in de hak ettiği tanınırlığa ulaşamadığından dem vurur ve Cemal Süreya’nın hiçbir vakit Yahya Kemal’in meftunlarının sayısına erişemeyeceğini de ima eder. Ona göre tüm bunların, gerçek sanatın ve sanatçının halk arasında benimsenmeyişinin sebebi şehirde yaşanan kültürel değişimde yatmaktadır.
ÇOCUKLUK ANILARI
Aktunç ilerleyen sayfalarda, çocukluğunun mutlu anılarından da bahseder. Bu anılarının fonunda eski İstanbul sokakları, plajları vardır. Söz konusu zamanlar sandal sefasının yapıldığı, denize girilebildiği yıllardır, -hatta yazar Kuzguncuk civarında bir Marmara fokunun yaşadığını bile aktarır.
Bir yazısında Aktunç Kurbağalıdere’nin henüz kararmadığı zamanlarda ağabeyiyle birlikte oradan veya Moda’dan sandal kiralayarak Kalamış’a gittiklerini ve orada yüzdüklerini, denizin ve plajın ne denli temiz olduğunu anlatır. O, elinde bir şnorkelle kırlangıç ailelerini seyrediyordur. Kimi zaman Moda plajı da deniz banyosu için tercih ettiği yerlerdendir. Plajın hemen yanında ahşap bir ev ve altında da bir Karadenizlinin işlettiği kayıkhane vardır. Aktunç’un bahsettiği mekan, bugün Kayıkhane ismiyle anılan kafe bardır.
Zamanla Moda’nın denizi kirlenir, kararır. Plajı da kullanılamaz hale gelir. Geriye Moda’daki mekanlar kalır.
Bu mekanların arasında biri vardır ki, yıllara hala meydan okumaktadır. Koço’dan başkası değildir bu. Mekanın hikayesi ise şöyledir: Aktunç’un Müsü Koço diye bahsettiği Koço’nun sahibi şahıs, lokantasını Moda İskelesinde açtığında kalıcı olacağı, tutturacağı konusunda ısrarcıdır. Ne var ki işler beklediği gibi gitmez, çabasına rağmen mekanı sinek avlar. Lokantanın altında bulunan ayazmanın farkına varan Koço, makus talihini değiştirmek için oraya bir dua yeri yaptırır, lokanta yalnızca Hıristiyan vatandaşların değil, her dine mensup İstanbulluların uğrak yeri olur yıllar içinde. Keza Aktunç, çocukluğunda Pazar günleri Alemdağ, Çamlıca, Taşdelen, Karakulak gibi sayfiye yerlerinde pikniğe gitmedikleri takdirde öğle yemeklerini Koço’da yediklerinden bahseder. Orada gördüğü ayazmanın, ikonaların ve mumların titrek ışıklarının hafızasındaki taravetini koruduğundan da…