Onur Çalı ile son deneme kitabı 'Gemilerle Seyahat Eden Sözcükler' üzerine

Onur Çalı ile son deneme kitabı 'Gemilerle Seyahat Eden Sözcükler' üzerine
Onur Çalı’nın ikinci deneme kitabı Gemilerle Seyahat Eden Sözcükler SİA Kitap etiketiyle okurla buluştu. Onur Çalı ile yazıyla kurduğu ilişkiyi, yazın dünyasında deneme ve eleştirinin yerini ve son kitabını Artı Gerçek için konuştuk.

Kadir IŞIK


Artı Gerçek - Onur Çalı’nın ikinci deneme kitabı Gemilerle Seyahat Eden Sözcükler SİA Kitap etiketiyle okurla buluştu. Kitap iki alt başlıktan oluşuyor: ilki “Gemilerle Seyahat Eden Sözcükler” ikincisi de “Vesikalık Fotoğraflar.”

Yazar, başka yazarlar, edebiyat dünyası, kitaplar, şiirler ve hayata dair birçok şey üzerine kalem oynatmış. Denemeleri yer yer düşündürüyor, bazen gülümsetiyor, çoğu zaman bilgilendiriyor ve bizi bulunduğumuz yerlere, mekana sıkıştıran siyasete ince göndermelerde bulunuyor.

Onur Çalı ile yazıyla kurduğu ilişkiyi, yazın dünyasında deneme ve eleştirinin yerini ve son kitabını Artı Gerçek için konuştuk.

Onur Çalı’nın derdi nedir, niçin yazıyor?

Herkes gibi. Pişmanlıklar, “iyi ki yaptım”lar, krizler, haksızlıklar, felaketler, az da olsa sevinçler içinde bir yaşam. Malum, Türkiye zor bir ülke. Yazmak benim için bir huzursuzluğun, hatta daimi bir huzursuzluğun, öfkenin dışavurumu biraz da. Dünya böyle bir yer olmayabilirdi. Her şey daha farklı olabilirdi. Daha güzel, daha adil, daha eşitlikçi olabilirdi. Hâlâ olabilir. Öte yandan, insanı anlatıyoruz. İnsan denen mahlûk karmakarışık bir şey. İnsanın kendini anlaması bile zor. Biraz da anlamak için yazıyorum, başkalarını ve kendimi anlamak için. Yazmak benim için bir düşünme biçimi.

Deneme ve eleştiri bizde en az yazılan, dolayısıyla en az okunan türler, nedir deneme yazmanın zorlukları, ayrıca, niçin az okunan türlerin başında deneme geliyor?

Deneme çok güzel bir tür. Sınırları da epey geçirgen, esnek. Bu hem risk hem de zenginlik. Deneme yoluyla anlatamayacağınız bir şey yok bence. Deneme, edebiyat okurlarının ilgi duyabileceği bir tür. Az okunuyorsa belki biraz bundandır. Ayda ancak bir iki kitap okuyan bir okur, tanıtımı iyi yapılan yazarlara yöneliyor olabilir, daha popüler kitapları okuyordur belki. Tam olarak bilemiyorum doğrusu.
Güçlü bir deneme damarı var bizim edebiyatımızda. Denemeci olarak bildiğimiz yazarların yanı sıra deneme de yazmış pek çok usta var. Günümüzde yazan çok değerli isimler var. Tekrar basılan deneme kitapları var. İlgili okur takip ediyordur zaten.

Geçen yıl Alakarga Yayınları, Abdullah Ezik’in editörlüğünde bir deneme-eleştiri dergisi yayımlamaya başladı. “Ova” adlı bu dergi ancak iki sayı çıkabildi maalesef. Pek çok edebiyat ve öykü dergisinin akıbetine uğradı sanırım. Olumlu mu olumsuz mu bilemeyeceğim ama yazarın konumu, toplumca nasıl algılandığı, nasıl görüldüğü eskiye göre çok değişti bence. Yazar sayısı, yazmayı uğraş edinmiş insan sayısı çok arttı ki bu iyi bir şey. Fakat okurluk aynı oranda artmadı, aynı kaldı sanki. Bugün usta öykücülerin kitapları bile ikinci baskıyı görmüyor. Yani yalnızca az yazılan deneme değil, çok yazılan öykü de az okunuyor.

'Kutsal Aile’nin Ölümü' kitabın ilk denemesi ve mitosları ele alıyor. Freud birçok davranış kalıbımızın kökeninde masallar olduğunu iddia ediyor, Oidipus ve Elektra kompleksleri üzerinden insan doğasını açıklıyor, aynı masallar bizim, toplumların davranış kalıplarını belirliyor ve bunu değiştirmek neredeyse imkansız, nedir bu işin sırrı?

Kutsal metinler, mitoslar, masallar, destanlar, hatta fıkralar… Bunlar insanlığın kolektif hafızası. Biz neysek metinler de o. İnsanın binlerce yıldır değişmeyen özelliklerini, duygularını, açmazlarını anlamak için mitoslara, masallara, kutsal metinlere bakmak eğlenceli geliyor bana. Aradan geçen yüzlerce yıla rağmen bugünkü insanı, kendimizi görüyoruz o metinlerde. Aynaya bakmış gibi oluyoruz.

'Teknik Çağında Kötülük ve İnsanca Yaşamak' adlı denemenden yola çıkarak sormak istiyorum, edebiyat ortamındaki kötülüğü nasıl yorumluyorsun?

Edebiyat ortamından kastımız yazarlar, okurlar, yayıncılar, eleştirmenler, dergi çıkaranlar, ödül jürileri, editörler ve sektörün tüm emekçilerinden oluşan bir grup. Bu insanlar bu toplumun kodlarıyla büyüyor, yetişiyor, yaşıyor. Dolayısıyla edebiyat ortamında ilave bir kötülükten bahsedemeyiz bence. Belki moral bozucu ama toplumun genelinden pek farklı değil edebiyat ortamı.

Zor bir çağda yaşıyoruz. Dünya tarihine bakınca kolay bir dönem de yok gibi. Toplumsal eşitsizlikler, baskılar, adil paylaşımın olmaması, sömürü, savaşlar, kıyımlar, iklim krizi… Bütün bunların ortasında da iyi ve kötü olan, hem iyi hem kötü olan, ne iyi ne kötü olan “insan” var. Zamanın içinde çaresizce debelenen, ölümlü olduğu bilgisiyle ne yapacağını bilemeyen, gaddar, acımasız ve bencil insan.
Pek umutlu değilim sanırım.

Denemelerinle eski ustaları günümüze taşıyor, yazıyı onlar üzerinden anlatıyorsun, karşıdan, yani onların cephesinden bakınca günümüzle eskiyi birbirinden ayıran temel farklar neler?

İnsan olarak da yazar olarak da ağaç kovuğundan çıkmadık. Öncemiz var, sonramız olacak. Bizden öncekilerle bizden sonrakiler arasında bir yerdeyiz. Dolayısıyla “eski ustalar” bizden ayrı, uzak bir yerde değiller. Biz farkında olalım ya da olmayalım, onların sürdürücüleriyiz bir bakıma. Kendisinin ya da başkasının bilmesine bile gerek yok, bir yazarı (tercihen artık yaşamayan bir yazar olmalı bu) kendinize usta belleyebilirsiniz. Ondan öğrenirsiniz. Yazmak dediğimiz şey, aynı zamanda bir zanaat. Öğrenilebilir yanları çok.

Geçmişle kıyasladığımızda yayıncılığın sektör olarak çok büyüdüğünü söyleyebiliriz herhalde. Daha çok okur var eskiye göre, ama oransal olarak çok daha fazla yazar da var. Yayımlanan kitap sayısı eskiyle (diyelim 40 yıl öncesiyle) karşılaştırılmaz bile. Bu durum, pek çok şeyi değiştiriyor elbette. Bir yıl içinde, sadece yirmi tane telif roman yayımlanan zamanlarda iyi bir okur o yıl boyunca yayımlanan bütün yerli romanları rahatlıkla okuyabilirdi. Bugün bunu yapmak neredeyse imkansız.

Belki yanılıyorumdur ama anılardan, mektuplardan, günlüklerden bildiğimiz kadarıyla daha canlı bir eleştiri ortamı varmış sanki. Aynı masalarda oturan, aynı dergilerde yazan kişiler birbirlerini eleştirmekten imtina etmemişler.

Denemelerinde yazarlar, kitaplar, olaylar ve olgular arasında öylesine keskin geçişler var ki, okuru sıkmıyor ama durduruyor, hatırlamaya, araştırmaya, yeniden anlamaya zorluyor, dolayısıyla zihnindeki sıçramalar yazıya yansıyor, bunu bilinçli bir tercih olarak mı yapıyorsun?

Bunu bir eleştiri olarak alıyorum ve üzerine düşüneceğim. Zihnimdeki sıçramalar dediğiniz şey benim “normal” halim. Kafam böyle çalışıyor sanırım.

Sizce yazar kimdir ya da yazarlığın olmazsa olmazları nelerdir?

Herhangi bir imada bulunmadan: Yazan kişiye, metin üreten kişiye yazar denir. Aslında bu kadar basit. Daha fazla anlam yüklememeye çalışıyorum kendi adıma. Yazar, daha iyi daha güzel metinler üretmek için çalışmalı. Gözleri ve vicdanı açık olmalı. Zaman çok kıymetli. Yazan kişinin en çok ihtiyaç duyduğu şey tek başına geçireceği zamandır bana kalırsa. Bu zamanı yaratmak için de yoğun çaba göstermek gerekiyor çünkü çok fazla “zaman katili” şey var etrafımızda.

İyi bir okursunuz aynı zamanda, sizce iyi okur kimdir, iyi okur nasıl olunur, iyi okur olmayan iyi yazar olabiliyor mu?

İyi okur olmak imkânsız bence. Ya da şöyle demeli: Bunun sonu yok. Binlerce kitap ve üç günlük ömrümüz var. Okumak istediğimiz kitapların çoğunu okuyamadan göçüp gideceğiz. Kendisi için doğru tercihler yapabilen, okuduğu sınırlı sayıda kitabı derinlemesine okuyabilen, bunun için çaba sarf eden kişiye iyi okur diyebiliriz sanırım. Eline hiç iğne iplik almamış, dikiş makinesinin başına hiç oturmamış biri iyi gömlek dikebilir mi? Olağanüstü bir yeteneği yoksa, deha değilse dikemez. Önce iğneyle iplikle mesai yapması, başkalarının yaptığı gömlekleri incelemesi gerekir. Bunu yapmayınca kendi diktiği gömleğin iyi mi kötü mü olduğunu nasıl anlayacak? Dahası, oraya gelmeden, kendi diktiğinin “bir gömlek” olduğunu nasıl bilecek? Bundan nasıl emin olabilir? Demem o ki okumadan yazmak mümkün elbette. Fakat iyi bir yazar olmak imkansız.

Pek çok okuma grubu var. Biz de Ankara’da 2005 yılından beri toplanıyoruz Perşembe Grubu olarak. İki sayı yayımladığımız bir fanzin (Balkon Fanzin) bile çıkarttık yıllar önce. Theleme Tekkesi adlı bir blog açıp yazdıklarımızı yayımladık. Yıllar içinde hem iyi okurluk yolunda beraberce yürüdük hem de dost olduk. Hiyerarşik ilişkiler kurmadan, birbirimizden öğrenerek yol kat ettik. Kendimizi okur olarak ve sonra yazar olarak geliştirmek için böyle alternatif yollar da mevcut.

Okumak elbette tek başına yapılan bir eylem. Fakat okuduktan sonra bir araya gelmek, okuduğunuz metin üzerine konuşmak ve tartışmak, okuma eylemini derinleştirmenin güzel bir yolu ve çok değerli.

Yazarların çok konuştuğu bir edebiyat ortamında susmak bir işe yarar mı?

Yazar olarak bizlere verilen telifler, komik rakamlar. Emeğimizin karşılığını alamıyoruz. Yayınevi çalışanları alamıyor, çevirmenler alamıyor, editörler alamıyor… Pek çok sorun var edebiyat ortamında, herkes biliyor bunları. Herkesin bildiği başka bir şey daha söyleyeyim son olarak: Susmak işe yaramaz, aksine ses yükseltmek gerekir. Fakat tek başınıza gırtlağınızı yırtsanız faydası yok, hep bir ağızdan bağırmak gerekiyor.

Öne Çıkanlar