Osmanlı’da eğlence ve sosyal hayat

Osmanlı’da eğlence ve sosyal hayat
Merve Küçüksarp bu hafta araştırmacı yazar Özgü Çilli'nin İletişim Yayınları etiketiyle çıkan 'Osmanlı’da Eğlence: İstanbul’un Sosyal ve Kültürel Hayatından Manzaralar' isimli kitabı üzerine yazdı.

Merve KÜÇÜKSARP


Araştırmacı yazar Özgü Çilli’nin kaleme aldığı 'Osmanlı’da Eğlence' isimli kitap, 'İstanbul’un Sosyal ve Kültürel Hayatından Manzaralar' alt başlığı ile İletişim Yayınları tarafından yayımlandı. Detaylı araştırmalarla zenginleştirilen eser, Osmanlı’nın kültür ve eğlence hayatını modernleşme ekseninde mercek altına alırken, Osmanlı payitahtının sosyokültürel haritasının tarihsel evrimini gözler önüne seriyor.

KURULUŞUNDAN YIKILIŞINA OSMANLI’NIN KÜLTÜR HAYATI

Osmanlı Devletinin kurucu milleti Müslüman Türkler olsa da, onlar hiçbir vakit Osmanlıdaki kültür ve eğlence hayatında hakim bir millet konumunda olmazlar. Önceleri Orta Asya geleneğinden beslenen Türkler, daha sonra Bizans ve Pagan geleneklerinden etkilenerek sosyal ve kültürel hayatlarında birtakım ritüel ve ananeler yaratırlar. Bilhassa İstanbul’un fethinden sonra payitahtta birlikte yaşamaya başladıkları halkların kültür ve sosyal hayatı ile alış veriş haline girerler ki, aynı toprakları paylaşan aynı havayı soluyan halkların etkileşim haline girmeleri tabiidir.

Nitekim Ramazan ayı kutlamalarının tıpkı karnaval ve festivalleri andıran bir atmosfer içerisinde gerçekleşmesi bu etkileşime sunturlu bir emaredir. Ancak bu alış verişe rağmen Müslüman Türklerin kültür ve eğlence ile her daim marazi bir ilişkileri olur. Zira onlar için eğlence ile uğraşmak, dans etmek, şarkı söylemek, komiklik yapmak ya da taklit etmek gibi etkinlikler küçümsenecek eylemlerdir. Hatta artık kendilerinin de balolara katıldıkları 20. Yüzyıl başlarında bile dans eden kadınlı erkekli grupları yadırgamaya devam ederler.

Osmanlı Devletinde başkent İstanbul’da asırları boyu şehir sakinlerinin yaşantısında pek farklılık görülmez. Kamusal alandan uzak tutulan kadınlar günlük hayatlarını ev içinde geçirirken ve eğlence hayatları yalnızca hamam sefası, ev gezmeleri ve son dönemlerde mesire yerlerine geziler ile sınırlıyken, erkeklerin hayatı ev, iş, çarşı ve de 16. Yüzyıldan sonra kahvehaneler civarında şekillenir.

Seyyahlara göre ise Osmanlılar, bilhassa Müslümanlar keyif yapmayı bir mesire ya da mezarlıkta ağacın altında hareketsiz durmak olarak bilirler. Müslüman tebaanın telaşsız, kayıtsız ve durağan hayatları onları ziyadesiyle şaşırtan bir konudur. Hatta 19. Yüzyılın sonlarında Alman seyyah Gustav Rasch, “Türk gezintiye çıkmaz, eğlenmeyi bilmez. O, sigara içer, uyur, yemek yer ya da ‘keyif yapar’, ya kahvehanede ya da kendi ıssız ve yavan odasındaki döşeğin üzerinde,” diye not tutar. Buna karşın seyyahlar, Müslüman olmayan halkların, bilhassa Rumların eğlencede kimi zaman ifrada kaçtığından dem vurur.

Osmanlıda Müslümanların kendi sınırlı çevrelerinde hayatlarını geçirmeleri ve İstanbul’daki sosyal alanların 19. Yüzyıla değin gelişmemesi, şehirdeki ulaşım sorununun, -zira sokaklar dar, yollar bakımsız, araçlar yetersizdir-, belediye hizmetlerinin olmayışının ve bilhassa geceleri asayişin yetersizliğinin bir sonucudur. Ancak yine de tatil günlerinde bu rutin biraz değişir. Erkekler tatil günlerinde meyhaneleri ve bozahaneleri ziyaret ettikleri gibi, kamusal eğlence ve sosyal alanların 19. Yüzyıldan sonra artışıyla birlikte baloz ve kafeşanta gibi görece daha modern mekanları da tercih ederler.

Osmanlı’daki içki yasaklarına rağmen meyhane kültürü Müslüman Türkler ve diğer halklar için önemli bir eğlence ritüelidir. Ramazan dışında halka açık olan bu mekanlara yalnızca erkekler girebilmekle birlikte, dans edecek kişiler olan köçekler ve çengiler de uzun bir zaman boyunca erkekler arasından seçilerek meyhanelerdeki kitleleri eğlendirmeleri için yetiştirilir. Zaman zaman padişahların uyguladığı içki yasakları, meyhanelerdeki kavgalar –bilhassa Yeniçerilerin yiyip içip para ödememek için çıkardıkları kavgalar-, zaman zaman meyhane sahiplerini yıldırsa da, meyhaneler yasa dışı olarak da varlıklarını sürdürmeye devam ederler.

Malum İstanbul çeşitli dinlere mensup cemaatlerden mürekkep bir şehir. Pek çok benzer şehirden farklı olarak burada cemaatler iç içe değil, yan yana yaşarlar, her cemaat kendi yaşam alanında hür bir şekilde ibadetini yaptığı gibi, dini bayramlarını, kutsal günlerini de kutlar. Bu bayram ve tatil günlerinde ise şehrin rutin atmosferi bir nebze değişir.

Bütün şehir, inancı ne olursa olsun mevcut bayramın coşkusuna kapılır, bir süreliğine renklenir. Ramazan, Paskalya ve Yortu zamanları şehir halklarının ekseriyetle barış ve neşe içerisinde oldukları zamanlardır. Bilhassa Ramazan ayında halk geceleri de dışarı çıkar, sokaklar hareketlenir. Yalnızca Müslümanlar değil, şehirdeki diğer sakinler ve dışarıdan gelen seyyahlar da bu ay geceleri rahat gezebilir. Sokaklar ışıl ışıldır ve sokak satıcıları ile doludur. Kadınların daha hür olduğu, kamusal alanda sık sık boy gösterdiği ve bunun “göze batmadığı” bir aydır aynı zamanda.

Payitahtta coşku yaratan bir diğer özel zaman ise, padişahların çocuklarının doğumu, sünnet düğünleri, evlilikleri, bir yerin fethedilmesi ya da tahta çıkış merasimi gibi sarayla alakalı gelişmelerin kutlandığı donanma şenliği adı verilen merasimlerdir. Bu şenlikler halkın yoğun katılımı ile gerçekleşir. Hatta –görece daha özgürlükçü padişahların zamanında kadınlar da erkekler gibi bu şenliklere katılma hakkı elde edebilir. Ancak yine de, erkeklerle yakın durabildiklerini, onlar gibi rahat davranabildiklerini söylemek zordur. Kaldı ki, bu durum bütün eğlence ritüellerinde ve sosyal hayatta geçerlidir. Mesire yerlerinde veya herhangi bir törende kadınlar erkeklerle bir arada duramaz, onlar kadar rahat davranamazlar.

OSMANLI’DA GÖSTERİ SANATLARI

Osmanlı’nın erken dönemlerinden itibaren halkın en çok rağbet ettiği gösteri sanatı Karagöz, Meddah ve Hokkabaz şenlikleridir. Bu geleneksel gösteri dalları belirli mekanlarda veya periyotlarda icra edilmediği gibi, şu bir gerçektir ki, bunların halkla en çok buluştukları zamanlar ramazan ayıdır. Zira Ramazan ayı, insanların bilhassa geceleri kamusal alana daha çok çıktığı ve eğlenmeye teşne olduğu vakitlerdir. Öyle ki, 19. yüzyılın sonlarında payitahta gelen sinema dahi ilk defa bir Ramazan ayında izleyicisinin karşısına çıkar. Bunun yanı sıra bu geleneksel sanatlar bahar ve yaz aylarında mesire yerlerinde de tertip edilerek geniş kitleler ile buluşur. Osmanlı’da gösteri sanatı yaygınlaşmadığından bu gibi işlerle uğraşan kişiler geçimlerini sağlayabilmek adına diğer zamanlarda turneye çıkarlar.

OSMANLI MODERNLEŞMESİNİN KÜLTÜREL BOYUTU

Karl Marx’a ait olan “Tarihte ne olmuşsa başka türlüsü olmayacağı için öyle olmuştur,” diye bir söz vardır. Bu, Osmanlı modernleşmesi için de geçerlidir. Nitekim 19. Yüzyıldan itibaren modernleşme bağlamında İstanbul’daki sosyal ve kültürel dönüşüm tarihin zorunlu bir sürecidir. Avrupa’da cemaate ve dine dayalı kültürel hayatın yerini daha seküler ve bireyci bir sosyal yaşama bırakması Osmanlı’yı da etkisi altına alır ve önce askeri alanlarda başlayan modernleşme hareketleri geç de olsa Osmanlı İstanbul’undaki kültür ve sosyal yaşamda da yerini bulur. Geleneksel eğlenceler, orta oyun gibi gösteri sanatları yerini –tamamen olmasa da- daha Batılı tarz temsillere ve operaya bırakır. Ve bu gibi gösteriler artık çeşitli mekanlarda tertip edilir. Bu dönüşümün en cazibeli merkezi ise kuşkusuz Pera’dır.

Önceleri elçiliklerin açılmasıyla yabancıların ve Müslüman olmayan tebaanın uğrak yeri olan Pera, daha sonra modern binaları, mağazaları, Avrupai dükkanları, lokanta, pastane ve kulüpleriyle İstanbul’un eğlence hayatının en namlı yerleşkesi olur. İstanbul’un kültür hayatındaki modernleşme eğilimi membaını Pera’daki yaşam ve alışkanlıklardan alır. Keza “Beyoğlu’na çıkmak” gibi bir deyiş, modern yaşama uyum sağlamak isteyen erkeklerin yüksek kıranta giyinerek Cadde-i Kebir’e gitmeleri için o günlerde kullanılan yaygın bir sözdür. Nitekim modernleşme hareketlerini anlatan ya da taşlayan romanlarda da Pera ve Cadde-i Kebir, kahramanların sosyal hayatlarında önemli yer tutan bir muhittir.

Bu eğilim eğlence ritüellerine de yansır. 19. Yüzyılın başına değin Beyoğlu yalnızca bazı sirk ve gösterilerin yer aldığı bir yerken, bu dönemden itibaren eğlence ve sosyal açıdan daha geniş ve modern imkanlar sunmaya başlar. 1840lı yıllardan sonra çeşitli tiyatro gösterileri başta Naum Tiyatrosu olmak üzere burada açılan tiyatro salonlarında icra edilir.

Tanzimat Fermanı ve Islahat Fermanı gibi gelişmeler, bilhassa 1853-1854 Kırım Savaşı sırasında İstanbul’a gelen İngiliz ve Fransız askerler Pera’nın atmosferini bir hayli etkilerler. Onlar kültürleri ile muhiti yoğururken, bir yandan da onların rahat edecekleri ve para harcayacakları mekanlar ve oteller açma ihtiyacı hasıl olur. Pera’da açılan gösterişli otellerde vals, kadril ve polka gibi dansların eda edildiği balolar sıklıkla tertip edilir. Karnaval eğlenceleri ise her daim daha coşkun olur. D’angleterre Oteli ve –yüzyıl sonunda açılan- Pera Palas oteli, Tepebaşı Kışlık Tiyatrosu, Odeon ve Konkordia Pera’daki eğlence merkezlerinin en uğrak olanlarındandır.

Ancak şehirdeki kültür ve sanat ortamının canlandıran asıl gelişme 1908 yılında ilan edilen II. Meşrutiyetin getirdiği görece özgürlük ortamı olur. Bu dönemde amatör tiyatro ve opera toplulukları her köşe başını tutar, çeşitli temsiller ve etkinlikler düzenlenir. Müslüman erkekler, Beyoğlu’ndaki lokanta ve otellerde daha sık boy gösterir. Kadınların kamusal alana çıkışı yavaş yavaş olağanlaşmaya başlar. Artık 20.yüzyıla gelindiğinde Pera Palas, Tokatlıyan, Londra, Bristol gibi oteller ve Lebon Pastanesi yalnızca Müslüman olmayanların değil, Müslüman erkeklerin de gittikleri, yiyip içerek sosyalleşebildikleri mekanlardandır.

Özgü Çilli, Osmanlı modernleşme serüveninin en önemli ayağı olan kültür ve sosyal hayatı detaylı araştırmalar eşliğinde ele alırken, Osmanlı’yı anlatan romanlara fon olan mekanlardan bazı manzaraları okurla buluşturuyor. Bir yandan da bir imparatorluğa asırlar boyunca payitaht olmuş bir şehrin toplumsal cinsiyet ve aidiyet ekseninde sosyokültürel panoramasını ortaya çıkarıyor.

Öne Çıkanlar