Öyle bir Füruzan, öyle bir öykü…
Abdullah EZİK
“Ölüme inanmıyoruz ki, ondan korkalım efendim. Ama bir korktuğumuz olmalı; ihtiyarlıktan, çirkinleşmekten korkuyoruz. Aklı savunuyoruz ama güzellikten yanayız. Bize uslu olmayı öğrettiler başta.” (Füruzan, Parasız Yatılı, 1971)
Füruzan, yakın dönem Türk edebiyatının en özel isimlerinden biriydi. Öyküleri, metinlerine taşıdığı hikâyeler, ele aldığı sorunlarla bir devrin en başat figürlerinden biri olmuş, varlığını bugüne değin büyük bir değer silsilesi içerisinde taşımayı başarabilmişti.
1932 doğumlu Füruzan, 1970 sonrası Türk öykücülüğünün kırılma noktalarından birisi olarak kabul edilebilir. Onun kaleme aldığı öyküler, roman, oyun ve şiirler kendisine özgü bir dünyaya sahip, farklı türden bir dokuyla hemhâldir. Onu ayrıksı kılan, daha doğru bir ifade ile onu “Füruzan kılan” birçok önemli meseleden, yaklaşım ve edebî değerden söz etmek mümkündür. O Füruzan’dır, eşsizdir, benzersizdir. Bu nedenle onun yitimi, belki bir kuşağın, belki bir edebî yaklaşımın da sonu olarak görülebilir.
İlkgençlik yıllarından itibaren sanat ile ilgilenen, tiyatro ve radyo eğitimi alan, 70’li yıllar itibariyle edebî serüvenini yoğun bir şekilde sürdüren Füruzan, bütün bir yaşamını bu değerler üzerine kurmuştur. Daha sonraki yıllarda sinema ile de ilgilenen, bir entelektüel olarak yakın çevresinde birçok aydın ile birlikte hareket eden yazar, bugün için bir tür sembol isim olarak görülebilir. Zira Füruzan ismi, hemen herkes için bir tür imge olarak kabul edilebilir.
İlk öyküsü “Olumsuz Hikâye” 1956 yılında Seçilmiş Hikâyeler dergisinde yayımlanan Füruzan, ilerleyen yıllarda yavaş yavaş Türkiye’deki edebî kanon içerisinde kendisine özel bir yer edinir. Seçilmiş Hikâyeler’e paralel bir şekilde Türk Dili, Yenilik, Pazar Postası, Dost, Papirüs gibi farklı yayınlarda metinlerini neşretmeye devam etmiş, böylelikle okur ile bağını sıkı bir şekilde geliştirmiştir.
Kendisi için özel olan edebî serüvenini özellikle 1960’lı yıllar itibariyle dokumaya başlayan Füruzan için Papirüs, Dost ve Yeni Dergi gibi oluşumların içerisine girmek farklı bir kırılma olarak görülebilir. Bu süreçte kendi edebiyatını sürekli olarak ele alan ve öykücülüğünü farklı noktalardan genişletmeye/geliştirmeye özen gösteren yazar, ele aldığı konularla da dikkat çeker. Öyle ki Cemal Süreya ve Memet Fuat ile tanışıklık ve yolculuğu onun için belirleyici olan etkenlerden biri olmuştur. Yoksulluk, küçük insanın mücadelesi, bireyin serüveni, onun için giderek daha da anlamlı bir hâl alır.
İlk kitabı Parasız Yatılı’yı 1971 yılında yayımlayan Füruzan, daha sonra Kuşatma (1972), Benim Sinemalarım (1973), Gecenin Öteki Yüzü (1982), Gül Mevsimidir (1985) gibi öykü kitaplarıyla bu yolculuğu sürdürür. Öyküye paralel bir şekilde kaleme aldığı romanlarla da özel bir yerde duran Füruzan’ın Kırk Yedi’liler (1974) ve Berlin’in Nar Çiçeği (1988) temsil ettiği değerlerle kanonik bir anlamı da vardır. Gerek öyküleri gerekse romanları, inşa ettiği dil, ele aldığı konular ve dönemi içerisinde ortaya koyduğu yenilik ile Füruzan’ı ve edebiyatını farklı bir yere konumlandırır.
Ece Ayhan’ın “Hikâyeye saygınlık kazandırdı. Nicedir Türk edebiyatında haslık, sahicilik beklenir bir özellikti,” diyerek tarif ettiği Parasız Yatılı ve Füruzan öykücülüğü, 1960’lar itibariyle ilmek ilmek işlenerek gelişmiştir. Bugün için kült kabul edilen ve Füruzan öykücülüğünün kalbinde yer alan bu eser, aynı zamanda yazara ve onun edebî serüvenine dair verdiği ipuçlarıyla da ayrı bir yerde durmaktadır. Göçmenlerin, yoksulların, sürgünlerin, kimsesizlerin hikâyesine kulak kabartan Füruzan, bu tavrını ilerleyen yıllarda da sürdürmüş, hemen hemen ele aldığı bütün metinlerde ortak bir bilinç, duyarlılık ve anlayış ile hareket etmiştir.
Metinlerinde insana dair duyduğu sıcaklığı, sevgi ve yakınlığı her zaman dile getiren Füruzan için her şey bir ortaklıktan ibarettir. İnsan, ancak başka insanları hissedebildiği, onların acılarına, yoksunluklarına, kayıplarına ortak olabildiği oranda insandır. Bu bir insanlık şartıdır, insan olmanın mecbur kıldığı bir anlayıştır. Füruzan’ı ve metinlerini bunca özel, değer, samimi ve değerli kılan budur. Onun için hiçbir şey bir döneme veya coğrafyaya özgü değildir. İnsanlık, bir değerler bütünüdür ve herkes için benzer bir ruhsal iklim söz konusudur. Füruzan’ın öyküleri de romanları da böyle bir düzlem üzerine kuruludur. Coğrafya, mekân, şartlar değişebilir ancak Füruzan’ın ele aldığı insan hiçbir zaman değişmez. Nitekim o evrensel olanın peşinden gider, insanoğlunun acılarının, bitimsiz sürgününün, kayıplarının…
Türkiye’nin içerisinde bulunduğu sıkıntılı süreçleri metinlerine taşımaktan geri durmayan Füruzan, sözgelimi Yugoslavya’nın dağılması ve Balkanlar’da meydana gelen kıyımlar, göç ve zorlukları işlediği gibi darbelere, devrimci gençlere ve isyana kulak kabartmaktan da geri durmaz. Bu anlamda 1974’te yayımlanan Kırk Yedi’liler, onun için bir kırılma noktası olarak kabul edilebilir. Bu romanında 1968 öğrenci hareketlerini ve 12 Mart dönemini işleyen yazar, bir anne-kız ilişkisi üzerinden dönemine dair yeni açılımlara kapı aralar. Adını 1947 doğumlu gençlerin doğum yıllarına dair yapılan bir göndermeden alan roman; devrime, isyan ruhuna ve baskıya dair ortaya koyduğu tepkiyle dikkat çeker.
Devrinin bir tanığı olarak gezi ve röportajlara da büyük bir önem atfeden Füruzan, Yeni Konuklar (1977), Ev Sahipleri (1981), İşte Bizim Rumeli (1994) ve Balkan Yolcusu’nda (1996) farklı dönemlerde kaleme aldığı not ve metinleri bir araya getirir. Bir tür belgesel kitap olarak düşünülebilecek Ev Sahipleri, Almanya’daki göçmen işçilerin hayatına odaklanır. Türkiye’den Almanya’ya göç ile birlikte ortaya çıkan sorunlar, bu yeni yurtlarında anavatan özlemiyle bir gözü arkada kalan işçiler, ülkelerinden ayrı düşen entelektüeller bu kitabın omurgasında kendilerine derin bir karşılık bulur. Berlin’in Nar Çiçeği ise bütün bu sürecin edebî bir yansıması olarak düşünülebilir. Yugoslavya’nın dağılması ve hemen ardından başlayan Bosna Savaşı ile giderek genişleyen bir coğrafyada Füruzan, kendi deneyimleri üzerinden "İşte Bizim Rumeli ve Balkan Yolcusu"nu kaleme alır. Söz konusu bu kitaplarda hem tanıklık hikâyeleri hem de yazarın kendi kişisel yolculuğuna dair verdiği ipuçları dikkat çeker.
Füruzan, hiçbir zaman yaşadığı coğrafyadan, tarih ve kültürel ortamdan kopmamış bir isimdir. Türkiye’nin, Balkanlar’ın, Anadolu’nun bütün acıları kendisine onun edebiyatında karşılık bulmuştur. Ele aldığı tüm sorunsalları evrensel değerler ve insanoğlunun duygusal ortaklıkları çerçevesinde ele alan Füruzan, nihayetinde ortaya zamansız bir edebiyat çıkarmayı başarmıştır. Onu bugün için hâlâ bunca özel kılan, işte insanoğluna atfettiği bu ortaklık, ortak acılara verdiği bu değerdir.
Öyle bir Füruzan, öyle bir öykü işte!