Pontos kültürüne içsel bir yolculuğun şiiri: Pontos şarkıları
Önder Birol BIYIK
Şair Yaşar Akalın’ın Pontos Şarkıları isimli kitabı geçtiğimiz günlerde okuruyla buluştı. Akalın, Pontos Şarkıları’nda akıp giden zamanın tozunun üstünü örttüğü bir kültürün iç dünyasındaki kalıtlarının peşine düşerken kendi ruhunun arkeologu gibi kendinden tarihe ulaşmaya çalışıyor. Etnik ve tarihsel çağrışımlarla yüklü kitap köklerini ararken derinden iç geçiriyor şiir diliyle. Derin nefesine kimlik sorgulamasını katmayı başaran, saydam ve sıcak dizelerin şairi Akalın.
Yaşar Akalın’la Pontos Şarkıları’nı konuştum.
- Pontos Şarkıları bugünün modern dünyasında artık iyice zayıflamış bir toplumun tarihine, kültürüne şiir yoluyla ulaşma çabası gibi geldi bana… Pontos Şarkıları ile neyin peşine düştün tam olarak?
Şöyle yanıt vereyim sevgili Önder… Modernizmin akılcı, pragmatik dünya algısının ürettiği ileri bir aşama olan bireyciliğin, 20.yüzyıl sonlarına doğru evrildiği post-modernite aşamasında ortaya çıkan yeni bir boyutu bugün hüküm süren. Olup biteni ekrandan izleyerek kumandayla ya da klavyeyle değiştiriliveren, acı ve sevincine dâhil olunamayıp kaotik görüntülerle akıp giden yeni bir dünya hali, yeni bir dünya ruhu var bugün. Ve bu hal, olağanlaştırılıp günlük hayata temellük ederek derinleşiyor. Tabii ki kendi meşrebimizle biz de bu halet-i ruhiyyeden nasibimizi alıyoruz. Tüketilen, orta yerinden kesip yapıştırılan, hissiyatını kaybetmiş bir dünyada şiirin bir gösterge arzusuna indirgenmesi hakikatini, zarafetini, kalbini yitirmiş bu âlemde şairi de yalnızlaştırıyor. Benim gibi kelimeleri, varlığın kendisi, aslı, ideası olarak gören biri için bu "dünya hali" karşısına çıkarabileceğimiz en güzel şey şiirdir. Ben "Pontos Şarkıları"nda, adını denizden almış bir kültürel coğrafyada şiirsel bir yolculuğa çıkmaya gayret ettim. Toprağından Diyonissos heykelleri, Kibeleler fırlayan, sözü, şarkısı, masalı vs. toprak altında kalmış bir kültürü şiirin gücü ile dizelere işlemeye çalıştım. Ayrıca benim de eklemlendiğim büyük tarihsel öyküye tam kalbinden bağlanmayı arzu ettim. Tarihin ruhumuzu, idrakimizi besleyen bu öyküleri, imgelemimizin dallarını; unutulmuş, yitirilmiş tohumlardan fışkıran yeni kiraz çiçekleri gibi şenlendirsin istedim. Bu arada ben de kirazın anayurdunda doğmuşum. Elden geldiğince ben de kendi İthaka'mda zamanın tozlarını silmek istedim.
- Kitapta okuru kendi tarihsel kültürel kökleriyle buluşturmaya yönelik bir çaba da seziliyor. Bu bakımdan çağıran ve sorgulamalara yönelten bir kitap Pontos Şarkıları… Ajitasyona düşmeden yazılmış, güç şiirler aslında… Ancak incelikli bir anlatım ve şair-özne olarak kendini belirgin kılıp ekspresyonist bir tarz denemişsin. Bir kültürün iç ve iz düşümlerinin şiirini kovalıyorsun. Bütün bunlar Pontos kavramı etrafında dönüyor elbette. Biraz kitabın temel çerçevesini oluşturan Pontos kültürünü konuşalım istersen.
Pontos eski Helence bir sözcük, deniz anlamına geliyor. Yunan mitolojisinde Gaia’nın eşlerinden biridir ve denizler tanrısıdır. Karadeniz'e verilen ilk ad, "hırçın deniz" anlamına gelen ''Aksenos Pontos'' tur. Helenlerin geleneklerinde mevcut olan kötü bir şeye veya bir yere iyi bir ad koyma -dilbilimdeki adı güzel adlandırma- inanışı doğrultusunda Karadeniz'in dalgaları sakinleşsin diye adı değiştirilerek, uslu deniz anlamına gelen ''Efksinos Pontos''oldu. Zamanla Efkinos sözcüğü de kullanımdan düşerek Karadeniz sadece Pontos adıyla anılır oldu. Bazı sözcüklerin bu topraklarda ilginç hatta biraz da talihsiz bir tarihi vardır. Pontos da bunlardan biridir. Muhtemelen okul kitaplarında zararlı cemiyetlerden biri olarak adı geçmeseydi, şimdi mitolojik bir kültürel coğrafi ad olarak kimsenin dikkatini çekmeyecekti. Acıklı ve güzel ülkemizin travmatik korkularından birine denk düşen bu sözcük Herodot’tan bu yana tarihsel bir ad olarak varlığını sürdüren bir sözcüktür. Büyük anlatıların, tarihsel olay ve öykülerin, efsane ve masalların, şarkıların, dansların içinde yer aldığı birçok kültürel motifi içinde taşır. Her akl-ı selim kişinin; tarihin, günlük hayatın, politikanın hatta ekonominin vs. bir "hikâyeler âleminde" var olduğunu bildiğini veya sezinlediğini düşünüyorum. İnsan evladının idraki mitik, antik dönemlerde nasıl masal ve efsanelerden ibaretse bugün de hepimiz için hikâyelerin, ontolojik bir mecburiyet olduğunu düşünüyorum. Büyük anlatı zincirleriyle tarihe tekil ya da tümel biçimlerde bağlanıyoruz. Bu zincir bazen koparılıp araya başka öyküler, meseller eklenmek isteniyor. Burada eklemlenmek istenen öykülerin yalan ya da hakikat olması değil mesele değil. Anlatıya eklenmek istenen mesel, büyük anlatının estetik, kültürel bazen de otantik bütünlüğünü bozuyorsa zamanla çürüyüp kopuyor. Üzerine Angelopoulos'un zikrettiği "Zamanın Tozu" gelip oturuyor.
-Pontos Şarkıları’nda doğanın bin bir görüngüsü, böceği, çiçeği, ağacı, kuşu yer tutuyor. Bir yanıyla lirik, bir yanıyla natüralist bir tınısı var. Karadeniz coğrafyası ile ilişkisi olmalı bunun… Bir de şiirlerinde mitolojik göndermelere yer veriyorsun ama bu göndermeler, biraz da bilenin anlayabileceği denli oldukça kapalı göndermeler…
Shakespeare "İnsanın kumaşı düşlerden dokunmuştur," diyor. Bizi biçimlendiren ve bizim de kendi öykümüzle katıldığımız, kendi sesimizi, efkârımızı kattığımız bu öykü ırmakları, benim için Karadeniz'de birleşiyor. O da başka denizlerle, Angelopoulos'un bitiremediği son filminde olduğu gibi "Öteki Deniz" leriyle birleşiyor. Benim puslu ormanlarım, hüzünlü iskelelerim, dönüp de bulacağımı umduğum çocukluk arkadaşlarım, kiraz çiçeklerim de katılıyor bu büyük koroya ya da ben öyle olmasını istiyorum. Pontos, mitolojik "Altın Post" un arandığı bir efsanevi ülke… Şimdilerde hızla betona kesse de, kendi varlığı yok olma tehlikesi ile karşı karşıya kalsa da bu öfkeli denizin, fırtınalarıyla bizi arındıracağına inanıyorum. Ayrıca o coğrafyanın bir ferdi olarak benim hikâyem de başka büyük anlatılarla birleşiyor bu kitapta. Pontos'un efsanevi kralı Mitridates'in annesinin zehrinden kaçıp, belki ruhundaki ‘’zehri’’ sağaltmak için Karadeniz'in puslu ormanlarına sığınarak panzehirlerle dönüşü öyküsüyle, Odysseus'un ayrılık ve dönüş serüveniyle, Şeyh Galip'in mumdan gemisiyle yaptığı tasavvufi yolculukla, Fuzuli'nin kendi varlığını arayan suyuyla birleşiyor. Beni kalbimden yakalayan, Angeopoulos'un sinemasıyla, Füruğ'la, erken kaybettiği eşi için dağların tepesine çıkıp ağıt yakmak isteyen ninemle, annemle, kalbimde hissettiğim hüzünlerle, yağmur sonrasıyla, yollarda öylesine dolaşan dilsiz köpeklerle, adını her macerasında yitirmişlerle birleşiyor, benim Pontos'umun Şarkısı oluyorlar.
-Vurgularından Angelopoulos’a özel bir değer verdiğini anlıyorum. Şahsen benim için de çok özel bir sinemacıdır. Sürekli bir yolculuk, kökünü ararken köksüzlük halinin süreğenleşmesi, gitmek ve arayış felsefesi filmlerinde varoluşsal bir boyut kazanır. Angelopoulos’a olan bu yakınlığın nereden geliyor?
Angeleopoulos sineması, benim kişisel duyarlılığımla nasıl denk düştüyse şiirlerimle de aynı ruh kardeşliğini sürdürüyor. Biraz önce sözünü ettiğim tüketici, saldırgan, insanı bütünselliğinden koparan zombileşmiş postmodern dünya algısına alternatif bir algının umudunu taşımaktadır. Ki insanın varoluşu da, varlığını inşa edebilme becerisi de bu algıda içselleşmiştir. Şiir, sinema, sanat felsefe vs. bana göre bu inşa süreci için vardır. İnsanın parçalanıp dağıtılmaya çalışıldığı bu çağda şiir elbette elzemdir. Kelimeler bizi yeniden arındıracak. Hızın, sentetik arzunun, ruhsuz, deforme, kokuşmuş ama fark edilemeyen "çöp şiirlerin, çöp sözlerin, çöp duyguların" yerini; merhametin, aşkın, vicdanın, bağışlamanın, kucaklaşmanın, gerçek tat ve kokusunu alabilmek için şiire ihtiyacımız var. Kaotik postmodern ruhsuzlaşma sürecinden kurtulup arınabilmemiz için şiirin mesiyanik toprağında yürümemiz gerekiyor. Bu bakımdan Angeleopoulos sinemasını aynı zamanda bir şiir olarak değerlendiriyorum ve şiirlerime o ruh zaman zaman sirayet ediyor.
- Etnik ve tarihsel göndermeleri olan şiir kitaplarında çoğunca tarihsel olgular sıralanır, bu da çoğu zaman yabancılaşma ve şiirden uzaklaşma hali yaratır. Ancak sen farklı bir yol deneyerek sanki tarihi, Pontosların antropolojik kalıtlarını kendi duygu dünyanda damıtarak şiire akıtıyorsun. Bir tarih, şairin iç dünyasında yaşıyor gibi…
Evet, tarihsel arka planı olan bir kitap Pontos Şarkıları. Ancak bu arka plan şair öznenin ruh dünyasına katılarak eriyor. Yani kronolojik bir olaylarlar silsilesi yok. Hatta çoğu kez tarihsel-mitolojik anlatılar duygu dünyamdaki iz düşümleri şiire sızıyor. Bu bakımdan çok da öznelleşmiş bir alan kurmaya çalıştım aslında. Bunun şiirini ruhuna ve öznelliğine daha yakışır olduğunu düşündüm. Aslında Pontos Şarkılar şiirin kurucu öznesi olarak kendi içimde yapılan ve tarihsel köklerine ulaşmayı arzulayan bir arkeolojik kazı… Tabii ki şiirin araçları ve yapıtaşlarıyla…
-Pontos Şarkıları senin ikinci kitabın. Daha önce yayınlanan Aynalar Krallığı gibi bu kitapta da arınmış, titiz bir dil işçiliği göze çarparken imgelerin, bu yalınlığı daha bir öne çıkartıyor. Karadeniz ormanları arasında yitip gitmiş berrak bir dere suyu gibi saydam ve duru bir dil bu.
Teşekkür ederim. Elbette ki şiir bir söyleyiş işi sonuçta… Ancak söyleyecek sözünüzün içeriği zayıfsa ne kadar farklı şeyler söylemeye çalışırsanız çalışın, yerini bulmayacak totolojik bir çaba olarak kalacaktır. Şiirde içerik, biçimi de belirliyor. Modern şiir imgesiz olmuyor artık. Ancak imgelerimi oluştururken gerçekten de saydam olmasına ve kendini okura geçirmesine önem veriyorum. O nedenle benim şiirim zor bir şiir değil. Bir derdim var ve bu derdimi şiire taşıyorum, şiirle yeniden biçimlendiriyorum. Kuru retoriğin şiire iyi geldiğini de sanmıyorum açıkçası…
-Şiir duraklarında kendini nerede görüyorsun peki?
Şiir benim için olgunlaşıp geliştirilen bir alan değil. O yüzden yazdığım şiirler tarihsizdir. Şiir bir yönüyle müziğin olanaklarını kullanır. Kelimelerin klişeleriyle reelleştirilmiş hayat algısına, dilin hapishanesinden çıkma arzusuna denk gelen bir anlatı tarzına dönüşmüştür bugün şiir. Elbette altta temel bir dil becerisini, şiir dilinin yerel ve evrensel olanaklarını kullanabilme yetisini gerektiriyor. Bu, işin olmazsa olmazı… Şiir geliştirilmez bana göre, yaşam gibi zenginleşir ya da tekdüzeleşir ve kendini reddedip "şiirimsi" olur. İlk kitaplar diğer tüm deneyimler gibi başlangıç, arayış, belirsizlik ve maceranın izlerini taşır. Kim söylemiş bilmiyorum ama her şair aslında bütün şiirlerinde büyük ve tek bir şiiri yazmaktadır. O yüzden "Aynalar Krallığı" genelde tüm ilk şiir kitaplarında olduğu gibi tematik bir bütünsellik oluşturmasa da benim arzuladığım tek ve büyük şiirin ilk parçalarıdır. Pontos Şarkıları’nda ise tematik bütünsellik kaygısı taşıyan bir kitap. Tabii ki bütünsellik de esasında bir klişeden ibaret. Oluşturulmak istenenle ortaya çıkan yapıtın arasındaki açı farkı okurun duygu ve zihin katılımıyla açığa çıkacak ya da kitap okurun zihin ve duygu dünyasında somut karşılığını bulacaktır. Bunu, kitabın içine doğduğu toplumsal, tarihsel ve özellikle de estetik alımlanma bağlamı veya iklimi belirleyecek. Her sanat ürünü gibi sözünü ettiğim bağlam ve iklime erken doğma, gecikme, ortalama algının frekansını yakalayamama gibi kazalarla da karşılaşabilir elbette.
- Son sorum… Şiirin geldiği yeri nasıl değerlendiriyorsun kendi zaviyenden? Buna şunu da ekleyeyim, sence gelecekte neler bekliyor şiiri?
Bu soruya cevap vermek tabii ki çok güç ama Nobel edebiyat ödüllerinin epey zamandır yalnızca romancılara veriliyor oluşu bile bir ipucu oluşturuyor, diye düşünüyorum. Dilin kullanılışının başlangıç dönemlerinde şiirin ezber kolaylığı sağlamak gibi teknik bir temeli vardı. Daha sonraki aşamalarda yoğunlaşmış anlatımı, estetiği ve dilsel incelikleri ile sanatsal kullanım değeri kazandı. Günümüzde internet gibi elektronik olanakların yarattığı sosyal kültürde şiir başka bir mecrada, aforizma gibi hızlı, kısa ve etkili söyleyip geçme pratiğinin unsurlarından birine dönüştü. Bugün şiir "çılgın kalabalıktan uzak" olma, yavaşlayıp yoğunlaşma, durup tefekkür etme arzusundan uzaklaşarak, hızla söyleyip tüketme çılgınlığında tükeniş gibi bir riski yaşıyor. Yeni şiir üretme, şiirsellik gibi itki ve arzular da sanal dünyanın hızında samimiyet ve safiyetini kaybederek şiir ve şairler deforme olmaya başlıyor. Taklit,"çakma" süslü laflar ya da önemli bir şairin ismiyle sanal piyasaya sürülmüş, tuhaf " post-anonim" söz tüketme sürecinin tüketim nesnelerine dönüşüyor şiir. Sanal alem sözü, şiiri parçaladı, kolajlara, post-it’lere çevirdi… Yeni, şizoid, paramparça, birbirinin yerine geçebilen on binlerce yeni sanal karaktere dönüştürüldü şiir. Söz de içeriksizleşip klavyenin tekdüze sesi haline getirildi. Adorno meşhur,"Yeniden Çoğaltım Çağında Sanat"yazısında, çoğaltımla birlikte sanat ürününün aurasının kaybolacağını ifade etmişti. Sanal Çağ’da şiir ve sanatın yazgısının ne olacağına ilişkin herhalde çok sonra dikkate değer sözler söyleyecek birileri çıkacaktır, diye düşünüyorum.
(Pontos Şarkıları, KÇP Yayınları, 78 sy, Nisan 2019)