Seyahatin dönüştürücü tabiatı üzerine: 'Seyahat Sanatı'
Merve KÜÇÜKSARP
Yazar Alain de Botton’ın ‘Seyahat Sanatı’ isimli kitabı, Ahu Sıla Bayer’in çevirisi ve Everest Yayınları etiketi ile yayımlandı. Alain de Botton seyahat kavramından yola çıkarak kaleme aldığı bu eserinde seyahatin insanın iç dünyasını ve ferasetini nasıl değiştirip dönüştürdüğünü anlatırken, bir yandan da dünya sanat ve edebiyat tarihinde iz bırakmış maruf simaların seyahat ile olan ilişkisini de ortaya seriyor.
Alain de Botton eserine, J.K. Huysmans’ın 1884 yılında yayımlanan “Tersine” isimli romanını anlatarak başlar. Söz konusu romanın kahramanı Esseintes Dükü, evinden dışarı çıkmayan, insanlardan haz etmeyen biridir. Keza ne vakit bir yere gidecek olsa insanlara öfke dolarak geri gelir. Esseintes Dükü bir gün Dickens okurken içinin Londra’ya gitme isteği ile dolduğunu fark eder. Arzusuna gem vuramayan Esseintes Dükü, eşyalarını hazırlayıp yola çıkar. Ancak Londra’ya varmadan önce garda birtakım düşüncelere kapılarak, Londra’yı görme isteğini sorgular. Bu seyahat onun için gerçekten elzem midir? Nasılsa odasından çıkmadan hayal gücü ve kitaplar sayesinde Londra’yı karış karış gezebilecek, oraya ait kimi öğeler sayesinde havasını soluyabilecektir. Londra’yı gidip görmenin ise hayal kırıklığı yaşamaktan başka bir getirisi olmayacaktır. Bu düşünceyle dük seyahatten vazgeçerek evine döner.
Botton, bu romandaki Esseintes Dükü’nün seyahate kötücül bir nazarla bakan taifeyi temsil ettiğini, yine de onun bakışında bir gerçeklik payı olduğunu, seyahatten beklenen ile gerçekleşen şeyin her zaman birbirinden farklı olacağını savunur. Nitekim Botton kendi seyahat deneyimlerinde de çoğu kez aynısını yaşamış, bir yere giderken sahip olduğu hayaller, gördükleri karşısında tarumar olmuştur. Seyahat konusunda hayal ile gerçek arasındaki engin kopukluğa sanatın da sebep olduğunu belirtir ve sanat tarihindeki kimi resimlerin uyandırdığı duygular ile o resimlerin ilham aldığı kimi manzaraların yarattığı intibahı karşılaştırarak tezini destekler.
Botton, seyahat üzerine düşünsel notlarını okurla paylaşırken bir yandan da, kimi sanatçı ve yazarların seyahat kavramı üzerine fikirlerine de yer verir yazılarında. Keza Baudelaire, seyahat etmeyi seven bir yazar olmasının yanı sıra ulaşım araçlarına da hayrandır, bilhassa okyanuslarda seyir alan devasa gemiler onda merak uyandırır. Botton aynı hissi gökyüzünde havalanan uçakların da tetikleyeceğini savunur. Uçağın hızla havalanışı iç dünyamızdaki dönüşümü sembolize edebilir. Uçağın motorunun gücü, bir yere çabucak gidebilmesi bize hayatta her şeyin değişebileceğini, hayatlarımızı dönüştürebileceğimizi, bize sıkıntı veren şeyleri yenebilecek kudrette olduğumuzu hissettirir.
Uçakta izlediğimiz manzara ile kurduğumuz ilişki ise farklıdır. Tepeden bakmak her gün karşılaştığımız, kimi zaman içinden geçtiğimiz manzaraya bir düzen ve mantık getirir. Daha önce fark etmediğimiz, fark etsek dahi şehrin sokaklarında yürürken mahiyetini anlayamadığımız pek çok ayrıntı şehirle belirli bir uyum halinde bakışımıza ilişir. Şehirdeyken tahammülfersa gelen ve plansız yapıldığını düşündüğümüz bazı sokak ve caddelerin, ince ızgaralar gibi şehri nasıl kestiğini, sınır boylarını idrak edemediğimiz akarsuyun denizle nasıl bütünleştiğini fark ederiz. Dahası bize devasa gelen pek çok şeyin küçümen görünüşü karşısında, yaşamlarımızın da bu kainatta ufacık bir yer kapladığı hissine kapılırız. O vakit dertler, kederler, dünyevi meseleler gözümüzdeki önemini yitirir.
Alain de Botton, kendimizi küçük hissetmemizin de insanı rahatlatan, ona haz veren bir yanı olduğunu iddia eder. Evet, bizden güçlü olan şeylerden zaman zaman nefret etmeye teşneyizdir. Zira irademize meydan okuyan engelleri sevmeyiz. Biri bize kibirle büyüklük tasladığı zaman öfkeleniriz. Ancak doğanın ve dünyanın büyüklüğü bizde saygı uyandırır. Güçlü ve soylu şeylere saygı duyduğumuz gibi seyahat sırasında gördüğümüz kimi manzaralar da faniliğimizi hatırlatır, bizde hayranlık uyandırır. Keza yüce bir dağ karşısında zihnimizde peydahlanan düşünce şudur: “Evren bizden kudretli, biz ise evren karşısında aciz ve geçiciyiz. Yapabileceğimiz tek şey, arzularımızın kısıtlandığını ve bizden daha büyük olgular karşısında boynumuzun bü”kük olduğunu kabul etmektir.” Bu da bizleri arzularımızla, hırslarımızla barışmaya, huzur duymaya, dahası büyük olaylar ve trajedileri kabul etmeye, tevekkül etmeye teşvik eder.
Üstelik yolculuklar bizi düşünmeye sevk eder, manzaralara bakarak kimi fikirlere gark oluruz. Yolculuk bitince ise bizim için önemli olan düşünce dünyamıza yeniden geri döneriz. Kendimizle yüzleşiriz. Oysa evdeki alışkanlıklarla örülü sabitkadem yaşam buna engel teşkil eder. Bilhassa evdeki dekor, mutat benliğimize saplanıp kalmamıza yol açar. Oysa otel odaları zihinsel alışkanlıklarımızdan, her zamanki düşüncelerimizden arınma olanağı verir. Alışılmışın dışına çıktığımız o dünyadaki her ayrıntı bizi kendi hayatımızdan daha uzağa götürür. Geçmişimize bir tepeden bakarız.
FLAUBERT’IN SEYAHAT ROTASI
İnsanın konfor alanından çıkma ihtiyacı başka ülkeleri gezip görme arzusu olarak da kendini gösterir. Başka ülkelere gittiğimizde karşımıza çıkan tabelaların bizde uyandırdığı haz, farklı bir hayata adım atmanın alametlerine tesadüf etmemizden ileri gelir. Dahası yabancı bir ülkede kimi öğeler sırf alışkanlıklarımıza gem vurduğu, yeni ve farklı olduğu için bize değerli gelebilir. Alain de Botton bu noktada Flaubert’in şark seyahatinden örnekler vererek, Kuzey Afrika, Suudi Arabistan, Mısır ve Suriye’de kimi yerleri neden egzotik bulduğunu ve bu egzotik yerlere yazılarında methiyeler düzdüğünü açıklar ve bu durumun bir aşkın ortaya çıkışına benzediğini ileri sürer. Nasıl ki bir aşkı yaratan bizde olmayan özellikleri bir başkasında bulmamız ve bu yüzden ona arzu duymamızsa, seyahatlerde de çoğu zaman benzer bir saikle hareket eder ve güzellik kavramı gözetmek yerine bizde olmayanı sevmeye yöneliriz.
Ancak Alain de Botton, Xavier de Maistre’den bir alıntı yaparak okurları uyarır ve eserinde yazdığı seyahat denemelerinin kendi kişisel görüşü olduğunu ima eder. Zira seyahatlerimizden aldığımız haz, gittiğimiz yer ile ilgili değil, giderkenki ruh haletimizle ilgili olabilir. Ve son kertede şunu ekler; seyahat etmek güzeldir, hoştur ancak asıl marifet hayata ve etrafımıza her daim bir seyyah gibi bakabilmektir. İşte o vakit, yaşadığımız yer, hatta evimiz bile bize ilginç gelebilir, kimi ayrıntıları ilk defa görüyormuş gibi fark edebiliriz.
Alain de Botton ‘Seyahat Sanatı’ isimli eserinde, çeşitli zamanlarda kaleme aldığı yazılarıyla seyahat kavramını mercek altına alırken, sanat ve seyahatin ilişkisini de sorgular. Alain de Botton, sanatın da insanlar üzerinde seyahat gibi etki edeceğini savunur. Başta Van Gogh, Rembrandt, Monet olmak üzere sanat tarihinden kimi sanatçıların yapıtlarının kendisinde uyandırdığı hisleri, bazı yerleri gezmek için körüklediği arzuları, bazen de seyahat etmeden dolaştırdığı dünyaları tarif eder. Bu bakımdan Botton’un eseri okurlar için zihin açıcı bir keşif rehberi olmasının yanı sıra nitelikli sanat eleştirileri de ihtiva etmektedir.