'Suyun iki yakası'

'Suyun iki yakası'
Yunan Tanrılarının evine, Olimpos’un yakınına resimleriyle birlikte sevgili Oruçoğlu’nu götürüyoruz.

Cihab ERDOĞAN


Her gün bir yerden göçmek ne iyi. Her gün bir yere konmak ne güzel. Bulanmadan, donmadan akmak ne hoş. Dünle beraber gitti cancağızım. Ne kadar söz varsa düne ait. Şimdi yeni şeyler söylemek lazım. - Mevlana

Muzaffer Oruçoğlu on üç yıl ülkenin değişik zindanlarında yattıktan sonra sessizce suyun beri yakasına, özgürlüğe doğru firar etmişti. 

Lavrion mülteci kampına  ilk adım attığında, denize bakan kadın heykelini mutlak görmüştür. Cunta döneminde denize atılıp köpek balıklarına yem edilen komünistlerin geriye dönüşünü bekleyen bir ananın heykelidir bu.

Dağlarında partizanların gezindiği; işgallerin, iç savaşın, ağır askeri darbelerin yaşandığı bir ülkedir Yunanistan. Albaylar cuntası döneminde yurtdışına kaçan, daha sonra kültür bakanı olan Melina Mercouri, Costa Gavras, Yannis Ritsos, ünlü yönetmen Theo Angelopulos, Girit’in pencerelerini dünyaya açan Zorba’nın yaratıcısı Nikos Kazancakis’in ülkesidir.

12 Eylül zamanlarında Türkiye’den kaçan yüzlerce devrimciye kapılarını açtı.

Yılmaz Güney o zulüm dolu, o karanlık günlerde Yol filmini yanına alarak özgürlüğün kapılarını buralardan aralamıştı. Hatırladığım kadarıyla o günlerini bir söyleşisinde şöyle anlatıyordu: "Gözlerden uzak, salaş bir tavernanın ücra bir köşesine yerleşmiştik. Vakit biraz ilerleyince, uçuca iliştirilmiş imzalarla dolu peçetenin üst tarafına Yunanca-Türkçe ‘Özgürlüğe hoşgeldin Yılmaz Güney!’ Özgürlük tutkunu bu halk burada da bizi tanımıştı. Anladık ki hiçbir yerde saklanamayacağız."

Yılmaz Güney 1982 yılında eski mülteci arkadaşı Costa Gavras’la birlikte Yol ve Kayıp (Missing) filmleriyle Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye ödülünü kazanmışlardı.
Yol ve Kayıp filmlerinin konuları çok farklı değildi. Biri 11 Eylül Şili Cuntasını, diğeri Tolstoy romanları gibi, Türkiye’nin- Kürdistan’ın çığlığını dünyaya anlatıyordu.

Cuntanın karanlık yıllarında Paris’te yaşayan Abidin Dino’yu en iyi John Berger anlatıyordu "Abidin Dino sevgili Güzin’iyle, bir dönemde Paris şehrinin ressamlar için yaptırdığı sanatçı atölyelerini içeren büyük apartmanlardan birinin dokuzuncu katında oturuyordu. Orada mutluydular, ama o atölyenin bütün yaşama alanı, dolaplarla birlikte, şehirlerarası otobüslerdeki yolculara ayrılan yerlerin toplamından daha geniş değildi. Çevriler, şiirler, mektuplar, heykeller, desenler, matematiksel modeller, rakı ve kakao kaplı bademler, gazeteler, çakıl taşları, tuvaller, suluboya resimler her şey orada yerli yerine yerleştirilmişti... Abidin durmadan yolculuklara çıkardı. Gezegenlere dönüşen kadın resimleri yapardı. Hastanedeki hastaların acılarını bir sismografın iğnesinin çizgileri gibi ince ince çizerdi. Kısa bir süre önce bana işkence görenlerle ilgili desenlerinin fotokopilerini vermişti. Dostlarının çoğu gibi o da Türkiye’de hapiste yatmıştı."

12 Mart’ı ve 12 Eylül zamanlarını zindanda karşılayan Muzaffer Oruçoğlu Paris’e geldiği yıllarda Abidin Dino ile karşılaşıp karşılaşmadığını bilmiyorum. 1993 yılında Paris’te hayatını kaybeden Abidin Dino’nun arkasından John Berger şöyle yazıyordu. "Sabahın erken bir saatinde ortak dostumuz Selçuk telefon edip Abidin’i yitirdiğimizi söyledi. (Hastanede, ben uyumadan iki saat önce ölmüş) Bu sefer ağladım. Hem de bir köpek gibi, soluğum kesilircesine. Acı hayvani bir duygudur. Eski Yunanlılar biliyorlardı bunu."

Aydınlar, gazeteciler, sanatçılar, muhalifler için bedbaht bir ülkedir Türkiye. En güzel, en yaratıcı aydınlarına, sanatçılarına sürgünlerden sürgün, ölümlerden ölüm beğendirmiştir. Kafası ezilen Sabahattin Ali, Nazım Hikmet, Yılmaz Güney, Abidin Dino  ilk akla gelenlerdir.

Şimdi iyi şeyler söylemek lazım. 

On üç yıl hapis yatıp kırk yıla yakın sürgünde yaşayan Oruçoğlu ışık ve renk dolu tablolarıyla Selanik’e doğru geliyor.

2 Mayısta Selanik’te açılacak olan sergiyle ilgili, sergi organizatörü Yasemin Umutlu’yla konuştuk.

Umutlu ‘Selanik Osmanlı’nın dünyaya, Avrupa’ya açılan kapısıydı. 12 Eylül’ün karanlık yıllarında bizlerin de soluk aldığımız yerlerden biriydi. Soluklandığımız bu yerlere şimdi Oruçoğlu’nun ışık ve renk dolu tablolarıyla birlikte gidiyoruz.

James Joyce, Homeros’un Odysseia’sını dünyanın en zor okunan modern romanı olan Ulysses’e taşıdı. 

Muzaffer Oruçoğlu’nun romanları da, mitolojik örgülerle doludur.

O, romanlarındaki büyülü sözcükleri resimlerinde boyalı sözcüklere dönüştürüyor.

‘James Joyce ve Müstakbel Okuru’ tablosunu da yanımıza aldık.

‘Maria Suphi’ ve ‘Deya Kuşları’ tablosuna bakarken, oradaki kuşların duruşlarını, uçuşlarını değil, sanki çığlığını çizmiş.

‘Yaşar Kemal’ tablosunda onun bütün romanları gözlerimizin önünden akıp gider. 

Büyük deha Tolstoy’u ve Anna Karenina’sını da götürüyoruz Selanik’e.

Girit’in dünyaya açılan penceresi Kazancakis ve birbirinden güzel sanat eserlerini yanımıza alarak yola çıkıyoruz.

Bu sanat eserleriyle, Selanik’li sanat severlere güzel şeyler yaşatacağımıza inanıyoruz.

Yunan Tanrılarının evine, Olimpos’un yakınına resimleriyle birlikte sevgili Oruçoğlu’nu götürüyoruz.

O, büyük dağa, Olimpos’un zirvelerine daha yakın yerlerden ve kendi mitolojik dünyasından bakacak.

Dünyanın üzerindeki sisi, bulanıklığı, yangını geri iteleyerek, Selanik’ten açacağımız sanat penceresinden dünyaya bakmaya çabalayacağız.

Muzaffer Oruçoğlu’nun ‘Bütün Dünya Evim’ resim sergisinin açılmasında bizlere destek sunan sevgili Ragıp Duran’a ve galeri Eneken’in kapısını bizlere açan  sevgili Yorgo Giannopoulos’a en içten teşekkürlerimizi sunuyoruz.

Selanik’in göğü mavidir. Akşam güneşi günün perdesini kapattığında, ufka doğru uzanan dağların ucu hep mora çalar.

Muzaffer Oruçoğlu sanat eserleriyle dünyanın fenalık ve güzellik dolu yanlarını güzel anlatmış.  

Yüzleri ışık, renk ve sırlarla dolu bu eserlerin sanat severlere güzel duygular yaşatacağını biliyoruz.

O halde yolları açık olsun...

Öne Çıkanlar