Yalnız bir Gassal, kültürel hegemonya ve bir dizide 'olmayanlar'
Yıllardır festival sineması izleyen seyircinin birçok farklı versiyonuna şahit olduğu, taşradaki erkeklerin sıkıntısı ve varoluşsal sancılardan bir tanesi. Tek fark çok ağır bir ritmi ve sürekli körük gibi sigarayı ve içini çeken karakterler yok.
Suzan DEMİR
TRT’nin dijital platformu Tabii’de yayınlanmadan önce billboardlarda “Ölünce beni kim yıkayacak?” sözleriyle reklamı yapılan ve bunun üzerine tartışma yaratan Gassal dizisi, yayınlanmaya başladıktan sonra da farklı tartışmaların kapısını araladı.
Gassal’ın yabancı dijital platformlara karşı “yerli-milli” olma iddiasındaki Tabii’de yayınlanması, özellikle sosyal medyada yayılan kısa kesitlerde diziye muhafazakâr bir hikâye görünümü verilmesi ile çeşitli siyasi figürlerin beğeni mesajları bu ateşi daha da harladı. Ayrıca dizinin başrolündeki Ahmet Kural’ın hukuken ceza almış bir şiddet faili olması da bu tartışmanın önemli bir boyutuydu. Hatta sinema, TV ve tiyatro alanlarından kadınların kurduğu “Susma Bitsin” platformu Ahmet Kural üzerine “Faili kim aklayacak” diye bir açıklama da yayınlandı. Şiddet faili erkeklerin cezasızlık politikalarıyla ödüllendirildiğine dikkat çekilirken sektöre de yeniden kazandırıldıklarının altı çizildi. Bu önemli bir açıklamaydı.
Başta kadınların da ortaya koyduğu gerekçeyle izlemeyi düşünmüyordum ama tartışma çok boyutlu bir hale gelmeye başladı. Hatta sosyal medyada diziden bir kesit, paylaşanın yorumuyla birlikte bende de önyargıya sebep oldu. Tartışmalar da devam edince diziyi izlemeye karar verdim. Öncesinde hızlıca sevenlerin yorumlarına da baktım, epey ağladığını yazanlar, çok etkilenenler, ölümün gerçekliğini hissedenler vs. vardı; ama muhafazakârların sahiplendiği bir ruhu yoktu dizinin.
Yalnız bir gassal olan Baki’nin (Ahmet Kural) yaşadığı taşrada içine girdiği yalnızlık hissi ve etrafındakilerin trajik şekilde ölmesini konu alıyor dizi. Baki etrafındakilere göre hayatı irdeleyen ama ölülerle mesaisi dolayısıyla da “canlılara” karşı biraz mesafeli bir karakter. Etrafındaki normlara uymak istememesiyle de yalnız kalıyor. Öte yandan bu yalnızlık içinde ona dert olan tek şey, ölünce onu yıkayacak birinin olup olmaması meselesi. Yani dizi özetle bu. Yıllardır festival sineması izleyen seyircinin birçok farklı versiyonuna şahit olduğu, taşradaki erkeklerin sıkıntısı ve varoluşsal sancılardan bir tanesi. Tek fark çok ağır bir ritmi ve sürekli körük gibi sigarayı ve içini çeken karakterler yok. Ama bunun yanı sıra baba ile bir hesaplaşması, anne özlemi, belli travmaların onda bıraktığı marazlar var. Örneğin Baki, arkadaşı Ahmet’in ısrarına rağmen kucağına bebek almıyor. Ama bu travmaların nedenine dair yayınlanan 10 bölümde herhangi bir cevap yok. Devamı çekilir ve burada bu sorulara yanıt verilir mi bilemiyorum.
Zaten iktidara yakın trollerin ve isimlerin diziyi bu kadar sahiplenmesine de dizide "olmayanlar” sebebiyet veriyor. Yani kendileri öyle söylüyor: “Sevişme sahnesi yok, LGBTİ+ karakterler yok, şu yok, bu yok” diye listeler yayınlanıyor neredeyse. Muhafazakâr olmayan ve iktidarı desteklemeyen kesimlerin ise “kudurduğu” varsayılıyor. Aslında şunu sormak lazım, biz yıllardır benzer hikâyeleri zaten izliyoruz, asıl “kuruluş, diriliş, şahlanış, ecdat, destan” vs. dışında sıradan herhangi bir hikâye izleyen sizler ne hissediyorsunuz?
Gassal’ın iyi ve kötü yanlarına değineceğim ama öncesinde bu “yarışa” değinmek lazım. Adını doğru telaffuz etmek gerekirse “kültürel hegemonya” meselesine. Yıllardır Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından bile dile getirilmiş bir mevzu bu.
Kültürel hegemonyanın kurulamamasına dair bir hayıflanma var iktidar blokunda. Ama ben iktidar dışında kalanların “kültürel hegemonyayı kıramadınız” lafına da pek katılmıyorum. Festivallerin iptal olduğu, belgesel sinemacıların yargılandığı, hele ki yabancı dijital platformlardaki içeriklere kadar uzanan sansür varken, kültürel hegemonya tartışması biraz kadük kalıyor.
Artı Gerçek yazarı arkadaşımız Şenay Aydemir’in Alan’daki Dar Alan programda bu anlamda sarf ettiği sözler anlamlı. Gassal’ı yorumlayan Şenay, kültürel hegemonya meselesine tam da bu sansür ve rant meselesinden bakıyor. Bir taraf için sansürün bir sonucu olarak otosansürün zaruriyet hali; diğer taraf için ise rant alanına dönüştürülen kültür sanat sahasında, akıtılan para ve yapılan baskı sonucunda “onların” bir başarı sağlayacağı rüyası… Ve maalesef bu iki kamp arasında sıkışmış bir üretim alanı var hem sinema hem de diziler için.
Peki bu tartışmaların ışığındaki Gassal neyi, nasıl anlatıyor? Başta da bahsettim, muhafazakâr bir anlatı yok. Ölümü sorgulama, maneviyat gibi bir derdi de yok dizinin. Yani derinlerde varsa pek verilememiş o zaman. Çizilen taşra da Türkiye sinemasının kullanmayı pek sevdiği o mekanlardan farklı resmedilmiyor. Hatta bir ufak oynamayla “ev babası” karakteri bile yaratılmış. Gerçi oradaki karakterin gerekçeleri arasında da “çocuk bakmanın güzelliğini kadınlara kaptırmışız” gibi bir garip düşünce yatıyor. Geçtiğimiz yıl örneğin kamuda çalışan kadınların doğum izinlerinin uzatılacağı erkek bürokratlar tarafından ballandıra ballandıra anlatıldı. Ama bu durum lütuf değil, kadının ev dışından koparılması ve sadece çocuk bakımıyla ilgilenmesi manasına geliyor. Ortada kaptırma değil de kadınların üstüne yıkma varmış gibi geldi bana(!)
Bir de dizinin tüm dramasını yasladığı arabesk müzikler var. Yaklaşık 30 dakikalık bölümlerden oluşan dizinin tüm dramatik kurgusunu neredeyse bu şarkılar oluşturuyor. Biri mi öldü? Ardından müzik, Baki mi üzüldü? Yine müzik... Müzik dramanın da ajitasyonun da en önemli unsuru dizide. Haliyle o “garip” ölümlere de ağlama oranını artırıyor. Tabii Şenay’ın Alan’da söylediği gibi bu ülkede “ölümün varlığını” hissetmek için illa bir kara mizah dizisine mi ihtiyacımız var? Yok elbette… Nerede kalmıştık? Arabeskte ama çok da irdeleyemiyoruz zira bu ülkede arabesk müzik eleştirmek bile RTÜK başkanı için inceleme başlatmaya sebep. Peki bu müziklerin köpürtmesini beklediğimiz duygular nasıl işleniyor? Bana kalırsa zayıf. Örneğin Baki “ölünce beni kim yıkayacak?” sorusunun ardına düştüğünde sebebin yalnızlık olduğunu kısa sürede anlıyor. Sonrasında biri görücü usulü, diğeri arkadaşların iteklemesiyle birlikte iki kadına evlenme bahsi açıyor. İkisi de pek istediği gibi gitmiyor ve Baki’nin yıkıldığını görüyoruz. Zaten kendine ait olmayan bu fikirler için o kadar üzülmesi biraz saçma kaçıyor. Oradaki duyguyu veremiyor dizi ve müziğin sesini açıyor…
Tüm bu eleştirilerime rağmen şunu söylemeliyim ki Gassal kendisini izleten de bir dizi. Özgün mizahi yanları var. Bunu tamamen göz ardı eden bir yerden izlemedim diziyi. Ya da bir gassalın ölünce yıkanma fikrini dert edinmesi ve bunun yalnızlıkla mizahi açıdan bağlanması fena bir konu değil. Ama Gassal hem reklamıyla hem propaganda kavgasıyla hem de oyuncusuyla kendi potansiyelini baltaladı.
Adını duyurdu ama önyargı yarattı. Demek ki reklamın kötüsü de olur. Oysaki yönetmen Selçuk Aydemir’in anlatım konusunda kendi özgün dokunuşları da hissediliyor. Ama bu her şeyin özgün olduğu anlamına da gelmiyor. Örneğin izlerken aklıma hep Still Life/ Durgun Hayat filmi geldi. Burada da John adında, kimi kimsesi olmayan insanlar öldüğünde onların hayatlarını araştıran bir sosyal hizmet görevlisinin hayatı anlatılıyordu. John ölenler için en ideal cenazeyi düzenlemeye çalışıyor, iletişimde olmadıkları yakınlarını son görevlerine çağırıyordu. 2013 Venedik Film Festivali Ufuklar Bölümü’nde En İyi Yönetmen Ödülü alan ve 2014’te İstanbul Film Festivali’ne konuk olan bir film bu. Ben de 2014’te yönetmeni Umerto Pasolini ile kısa bir söyleşi yapmıştım.
İngiliz yönetmen bir soruma şöyle yanıt vermişti: “Bir hayata sahip olmanın tek yolu, başka insanların olması. John, tüm enerjisini ölü insanların hayatına harcıyor. Doğası gereği filmin başında, diğer insanları hayatına almayı başaramıyor ve istemiyor. Yalnızlığı bilinçli değil, bilinçsiz bir tercih.”
Bu tanım Gassal’ın Baki’sine epey benziyor. Burada bir ithamda bulunmuyorum, yanlış anlaşılma olmasın. Fakat dizini üstünden dönen tartışmalarda “şu yok, bu yok” diye liste yayınlayanlara cevap vermek açısından benzerlik bağı kurmak istedim. Sizin ilk kez sıradan bir insan hikâyesi olarak izlediğiniz ve etkilendiğiniz bu hikâyeler dünyanın her yerinde ve de hayatın içinde var. Tıpkı LGBTİ+’lar, sevişme sahneleri ve ezilenlerin yaşadıklarının gerçek hayatta karşılığının olması gibi…
Suzan Demir kimdir?
Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde okudu. Hayat TV, ardından Evrensel Gazetesi’nde çalışmaya başladı. Taraf Gazetesi kültür sanat servisinde muhabir ve editör olarak çalıştı. Arka Pencere (www.arkapencere.com) online dergide haftalık sinema eleştirileri kaleme aldı.
Ayrıca BİR+BİR Express dergisinde (hem online hem matbu dergide) www.sabirfikir.com ve Kritik 24 (K24) sitelerinde de haber ve yazıları yayınlandı. Yeni E Dergisi’nde kültür, sanat ve sinema röportajları yapıyor. Hala Avrupa'da çeşitli ajanslara politika, ekonomi ve kültür sanat dalında haberler üretiyor. Uluslararası Gazeteciler Federasyonu (IFJ) ve SİYAD üyesi.