'Yaşamanın Bedeli': Anlatılan Senin Hikayendir

'Yaşamanın Bedeli': Anlatılan Senin Hikayendir
Merve Küçüksarp bu hafta, Deborah Levy'nin Everest Yayınları etiketiyle basılan 'Yaşayan Otobiyografi’ üçlemesinin ikinci kitabı olan ‘Yaşamanın Bedeli’ i üzerine yazdı.

Merve KÜÇÜKSARP


Kitapları çeşitli dillere çevrilen ve çok sayıda hatırı sayılır ödüle layık görülen Deborah Levy’nin ‘Yaşayan Otobiyografi’ üçlemesinin ikinci kitabı olan ‘Yaşamanın Bedeli’ isimli roman Aslı Anar’ın çevirisi ile Everest Yayınları tarafından yayımlandı. Serinin ilk kitabı olan ve yine Everest Yayınları tarafından yayımlanan ‘Bilmek İstemediğim Şeyler’i George Orwell’ın “Neden Yazıyorum” isimli denemesine bir cevap niteliğinde kaleme alan Levy, bu eserinde boşandıktan sonra iki küçük kızı ile Londra’nın kuzeyinde bir apartmana taşındıktan sonraki hayatını ve özgür bir kadın olarak yaşamanın bedellerini anlatıyor. Kadın olmanın ne olduğu sorusunun izini sürüyor.

ÖZGÜRLÜĞÜN BEDELİ

Evinden ayrılarak ayakları üzerinde durmaya çabalayan bütün kadınlar gibi, Levy de özgür olmanın maliyetlerini yeni evine taşınır taşınmaz fark eder ve bunlarla yüzleşir. İki kızıyla kurmaya çalıştığı hayatı anlatırken, zaman zaman kahvaltıda yedikleri yiyeceklere kadar yaşamını detaylandırır. Dahası yeni evindeki tüm ayrıntılar konfor alanının dışındaki dünyayı tasvir etmeye amadedir. Bozuk sifon, ısınmayan köhne ev gibi… Bunu özgür olmanın gerçek anlamda yaşadım diyebilmenin bedelini vurgulamak için yapar. Özgürlüğün meşakkatli, zahmetli ama gerçek yaşam için zaruri olduğunun altını çizer. Yaşamanın bedelini satır satır paylaşır. Roman, kısa olmasına rağmen, bir kadının özgürlüğünün bedelinin ne olduğuna dair bir manifesto niteliği taşır.

“Çocuklarıma bakabilmek için yazmak zorundaydım ve bütün ağır işler bana kalıyordu. Özgürlük hiçbir zaman bedelsiz değildir. Özgür olma mücadelesi vermiş herkes bunun neye mal olduğunu bilir.”

Levy, yeni hayatını çalışarak, özveride bulunarak kurar. Bu yeni evin kendi deyişiyle “hem erkeği hem de kadını” oluverir. Bir yandan da toplantılara pejmürde halde gelen Booker finalisti olan ancak yazı yazacak doğru dürüst bir masası dahi bulunmayan, buna rağmen çabalayan, yılmayan bir yazardır da.

Yüklerine ve zahmetlerine rağmen geriye bakmaz. Aksine o senalar düzülen aile kurumunun kadınların üzerinde nasıl bir yük olduğunu her fırsatta dile getirir:

“Erkekler ve çocukların rahatıyla mutluluğuna öncelik verilen Aile Evi masalının duvar kağıdını söküp çıkarmak demek, arkada teşekkür edilmemiş, sevilmemiş, ihmal edilmiş, tükenmiş bir kadın bulmak demek. Herkesin keyif aldığı ve tıkır tıkır işleyen bir yuva kurmak yetenek, zaman, adanmışlık ve empati gerektirir. Her şeyden öte, kendin dışında herkesin mutluluğunun mimarı olmak muazzam fedakarlık içeren bir eylemdir.”

Levy bir müddet sonra, bir arkadaşının kulübesinde yazılarını yazmaya başlar. Hala aklında yeni hayatının nasıl olmasını istediğine dair sorular vardır. Baktığı her yerde bu soruların cevabına dair emareler bulmaya çalışır. Ancak şunu iyi bilmektedir ki, istediği şey artık huzur ve dinginlik değildir. Zira aile evinde huzur vardır. Farkındalıktan ve mücadeleden azade bir huzurdur bu ve o huzuru artık hayatında istememektedir. O daha ziyade yeni diyarlar keşfetmenin, kişiliğinin ve kadın olmanın sınır boylarını arşınlamanın hayalini kurar. Bu yolda elindeki tek şey cesarettir. Satır aralarında bu cesareti kadın okurlarına da aşılar.

Metni kimi zaman çevredeki insanlara dair renkli hikayelerle -elektrikli bisikletini dairelerinin önüne park etmesinden hoşlanmayan yaşlı komşu gibi- zenginleştirse de, ana izlek eş olmanın, anne olmanın, ekseriyetle kadın olmanın anlamı ve toplumsal maliyetleri üzerinedir. Dahası toplumun kadınlara karşı nasıl baskıcı olabildiğini, evlilik kurumunun riya üzerine kurulu olduğunu gösterir. Bir kadının aile kurumunun süslü dünyasını herşeye razı olarak ve katlanarak yarattığı da Levy’nin altını çizdiği mevzulardan biridir. Bunu şu sözlerle belirtir:

“Aslına bakılırsa dinginliğin nasıl bir his olduğuna dair en ufak bir fikrim yoktu. Dinginliğin, eski moda dişiliğin kültürel kişiliğinin ana karakterlerinden biri olması gerekiyor. Kadın dingindir ve katlanır. Ama katlanmakta ve çile çekmekte o kadar yeteneklidir ki hikayesinin ana karakteri bunlar bile olabilir.”

Üstelik bir evliliğin rayında gidebilmesi için kadının sabırlı ve dirençli olması, dingin olması da yeterli değildir. Bunun yanı sıra kadının kendisini ve arzularını silmesi, hiçleştirmesi gerekir. Erkeğin dış dünyanın hasretini çekmesi tabii görülürken, başka bir hayatın hayalini kuran, yuva dışına hasret duyan bir eş ya da anne modeli topluma aykırıdır. Levy, kendi annesinin ölümünden sonra annesine bir zamanlar kendisinin de bu şekilde baktığını kavrar ve bu iki yüzlüğü karşısında nedamet getirir.

“Hayallere dalmış annelere niye ihtiyaç duyalım ki? Bizim ardımıza bakan, başka yerde olmanın hasretini anneler istemeyiz. Onun bu dünyada, canlı, becerikli ve ihtiyaçlarımız için her daim hazır ve nazır olmasını isteriz.”

SİMONE DE BEAUVOIR’İN İZİNDE

Levy, kendine yirminci yüzyılın en büyük filozoflarından ve feministlerinden biri olan Simone de Beauvoir’i örnek aldığına, onun kadın meselesine bakışını içselleştirdiğine de sık sık değinir. De Beauvoir'a atıfta bulunur. Onun, kendi “evlenmiş boşanmış, çocuklu” hayat tarzını onaylamayacağını bilir ancak yine de onun hayatı boyunca sorduğu soruların izinden gitmektedir. Ki bunlar, kadın olmanın ve özgür olmanın ne olduğuna dairdir.

Ancak yine de, geçtiğimiz yüzyıldan bu yüzyıla geçerken işlerin değiştiğini, kadınların farklı şartlarda yaşamaya, farklı eşitsizlikler ve çelişkilerle mücadele etmeye çalıştığını da vurgular. Zira kadınların çalışma hayatında erkeklerle omuz omuza çalışmaya, statü sahibi olmaya başlamalarıyla birlikte kadın meselesi farklı bir boyut kazanmıştır. Kadınlar hem dışarıda çalışan hem de evde evliliği ayakta tutan iki başlı kimliklerini aynı benliğe sığdırmak, iki farklı hayatı aynı anda yaşamak zorunda hissederler. Ve iş dünyasındaki kişilikleri ile evdeki anne/eş kişilikleri arasında gidip geldikleri bu ikircikli ruh haleti, kendilerini ne eve ne de işteki titrine ait hisseden, nereye giderse gitsin sürgün addeden biri olmalarına yol açar.

“Modern ev yaşamının gelgitli politikası karmaşık ve kafa karıştırıcı bir hal almıştı. Kendileri dışında herkes için bir ev kuran ama aile evlerinde kendilerini evinde hissetmeyen pek çok modern ve görünürde güçlü kadın tanıyorum. Ofislerini ya da çalıştıkları yeri evlerine tercih ediyorlardı çünkü orada bir eş olmaktan daha fazla statüye sahiptiler.”

Üstelik Levy’e göre artık iş dünyasında etkin ve güçlü olan kadınlar, ev hayatında kendi başarılarını gizlemek, erkeği gölgede bırakmamak için farklı bir maske takmak zorunda hissederler. Zira çağlar değişse de, erkeklik tanımları ve evliliğin kadından beklediği edilgenlik değişmemektedir.

“Eğer adam ekonomik açıdan kadının yeteneklerine bağlıysa, kadın üzerindeki egemenliği tarihsel ayrıcalığını (modern bir dokunuşla) sürdürmek kolay değil. Kadın aynı zamanda, onun tarafından sevilmek istiyorsa yetenek ve becerilerini gizlemek zorunda olduğuna dair ölümcül mesajı alıyor. İkisi de, yüzü maskesine uyacak şekilde değişen adamın itibarını korumak için yalan söylediklerini biliyorlar.”

Deborah Levy kendi hayatını kaleme aldığı “Yaşayan Otobiyografi isimli üç ciltlik eserin ikinci cildi olan ‘ Yaşamanın Bedeli’nde, boşandıktan sonraki hayatını kaleme alıyor. Ancak o bir kayıptan ziyade bir değişim hikayesi anlatıyor ve kadınlığın ne olduğuna dair uzun bir deneme sayılabilecek bir metin ortaya koyuyor. Kendi deneyimlerinden yola çıkarak evlilik kurumunun tabiatını ve başarısızlığını 21. Yüzyıldaki toplumsal cinsiyet rolleri ekseninde değerlendirirken anlattığı hikayenin bütün kadınların hikayesi olduğuna işaret ediyor. Bir evi, aileyi ayakta tutmak için maske takarak direnen, ezilen, görmezden gelinen, varlığı çocuklarına ve kocasına armağan olan tüm kadınların hikayesi olduğuna…

Öne Çıkanlar