Yazar Aslı Erdoğan: Uzatmaları oynuyorum

Yazar Aslı Erdoğan: Uzatmaları oynuyorum
Yazar Aslı Erdoğan, Almanya'daki sürgün hayatını anlattı. "Şiddetin bekası uğruna harcanan hayatlar bizim kaderimiz; uzatmaları oynuyorum" diyen Aslı Erdoğan, sağlık sorunlarının ağırlaştığını söyledi.

Artı Gerçek - Özgür Gündem Yayın Danışma Kurulu’nda olduğu 2016 yılında tutuklanan ve dört ay cezaevinde kalan ve müebbet hapisle yargılandığı davada sonunda beraat eden yazar Aslı Erdoğan, 6 yıldır Almanya'da sürgün hayatı yaşıyor.

Aslı Erdoğan temmuz ayında verdiği röportajda, "Almanya'da sesimizin de ustalıkla kısıldığını düşünüyorum” ifadelerini kullanırken, birçok ödül hatta şövalye nişanı almasına rağmen yarı turist statüsünde oturum almaya çalışmasının ironi olduğunu söylemişti.

Erdoğan, T24'ten Candan Yıldız'a verdiği röportajda ise, Almanya'daki hayatını ve mücadele ettiği sağlık sorunlarını anlattı.

Afrikalı göçmenlerin hakları, ayrımcılık, ırkçılık, F Tipi cezaevleri, işkence, kadınlar ve Kürtler… Yazılarınız hep haklar konusunda oldu. Uluslararası raporlar da Türkiye’nin haklar alanında geriye gittiğini söylüyor. 90’ları da yaşamış bir edebiyatçı olarak bu geriye gidişle ilgili neler söylemek istersiniz?

70’leri de yaşadım, 80’leri de... Beş yaşındaydım hayatımın ilk polis baskınında (1972), ilkokuldayken dehşet içinde uyandığım işkence kabusları görürdüm... (Hala görüyorum) Bazen çocuklar daha derinlemesine hisseder yetişkinlerin dile getiremediklerini... 90’lı yılların ilk yarısında yurt dışındaydım, iki yıl Cenevre’de, iki yıl Rio de Janeiro’da kaldım. O dönemi köşe yazarlığına başladıktan sonra belgelerden, tanıklıklardan az çok öğrendim, öğrendikçe dehşete kapıldım. Elbet bütün bu dönemlere ilişkin bilmediğim, anlamadığım, hissedemediğim pek çok şey var. Seksenli, doksanlı yıllarda avukatlık yapmış pek çok kişi, günümüzdeki kadar hukuksuzlukla karşılaşmadıklarını söyledi. Ne yazık ki, benim sezgim de bu yönde, hukuk kurumunun bütünüyle çöktüğünü, muhalif seslerin acımasızca susturulduğunu, demokrasinin son kalıntılarının el çabukluğuyla silindiğini düşünüyorum. Olmazsa olmaz kavramların, düşünce özgürlüğü, toplumsal adalet, laiklik, insan hakları gibi kavramların altı bütünüyle oyuldu. İnsan hakları sicilimiz pek çok Afrika ülkesinin gerisinde, yerlerde sürünüyor. Büyük Korku Ülkesi’nde, kadınların, LGBTI bireylerin, özgürleşmek isteyen herkesin hayatı cehenneme çevriliyor. Asıl endişem, geri dönüşü olmayan bir noktaya, totaliter bir rejime evrilmemiz...

“Keyfi bir tutuklama, adamın biri sana kızdı diye yıllarca cezaevinde kalabiliyorsun. Derdini anlatabileceğin bir hakim yok. Bu kötü bir his” demiştiniz cezaevinden çıktıktan sonra. O kötü his geçti mi? Kabuk bağladı mı?

Tam tersine, yara hâlâ açık, soğudukça ağrısı artıyor sanki, maruz kaldığım her haksızlıkta, her aşağılanmada bir kez daha kanıyor. Kabuslarım hâlâ sürüyor, polisten, mahkemeden kaçtığım, kan ter içinde uyandığm ‘post-travmatik’ kabuslar... Bir bakıma şanslıymışım, bir kapı aralanmış ve aradan sıyrılmışım, şu an pek çok arkadaşım, tanıdığım cezaevinde ya da yargılanmakta... Onların maruz kaldıkları da benim yaramı kalıcılaştırıyor... Gezi davası, HDP’lilere açılan davalar, bizzat koğuş arkadaşlarımın yaşadıkları... Zulüm sürerken yaralar kabuk bağlamayı öğrenemiyor. Durduk yerde ağırlaştırılmış müebbet talebiyle tutuklanmak gerçekten berbat bir his, beraat etseniz dahi hiçbir şeyle avunamıyor, hiçbir şeye güvenemiyorsunuz, özellikle de tanıdık tanımadık yüzlerce insan çok ağır cezalara çarptırılırken... Osman Kavala’ya ağırlaştırılmış müebbet verildiğinde kapıldığım korkuyu, umutsuzluğu, duyduğum utancı anlatamam... Kendi kişisel yazgımın çok ötesine geçen bir korku ve utanç bu. Çaresizlik hissi...

“Sürgün beni susturdu” derken tam olarak neyi söylüyorsunuz; Avrupa’nın oto kontrollü demokrasisini mi, görünmez ve duyulmaz olmayı mı?

15 Haziran’da çok ağır, çok acılı bir ameliyat geçirdim, bedensel acıdan aklımı yitireceğime inandığım günler oldu. Bu kadar ağır bir ameliyattan hemen birkaç hafta sonra, daha sandalyede bile oturamazken, medyada konuşmam hesaplı bir tavır olmadı. Daha doğrusu kendimi iyi ifade edemedim, duygusal davrandım. Tam olarak girmek istemediğim konulara ucundan dokununca pek çok yanlış anlaşılmaya yol açtım. Umarım kimilerini düzeltebilirim. Aslında o söyleşi beceriksizce atılmış bir çığlıktı, kimseyi hedeflemeyen bir empati talebiydi, o kadar.

Bir yazar öncelikle kendi dilinin okurları için yazar. Bense kendi dilimden, yani var olabildiğim tek yerden, kim bilir neler pahasına bulabildiğim o son ülkeden koparılmış durumdayım. Doğduğum kentten, denizden, kitaplarımdan, çocukluğumun bütün seslerinden uzaktayım. Belleğim devasa göçüklerle kaplı...

Köşe yazılarımda da, bir edebiyatçının bakışıyla, ‘tam içeriden’ anlatmaya çalışıyordum Türkiye’yi, sokakların ‘kokusunu’ dahi alamadan bunu yapamam. Ne yazık ki, Türkiye’de yaşananlar giderek daha az ilgi görüyor, kanıksanıp olağanlaştırılıyor. Savaşlar, salgınlar, ekonomik krizler, bir tsunami gibi yükselen milliyetçi-şoven dalga... Türkiye’deki hak ihlallerinin gündemde ilk sırayı almasını bekleyemeyiz kuşkusuz, ama bu suskunlukta siyasi çıkarların, pazarlıkların, küresel hesaplaşmaların da rolü olabilir.

Sözümüzü işitilmez kılan pek çok mekanizma var. Ekonomik, politik hesaplar, iktidar ilişkileri, ustaca yöneten kontrol, otokontrol mekanizmaları... Kültürel ayrımcılıktan cinsiyet ayrımcılığına pek çok neden, saik, açıklama sıralayabilirim, ki her biri üzerine kitaplar yazılabilir.

'BANA BİÇİLEN ROL SIRTIMDA TAŞIDIĞIM AĞIR BİR ÇARMIHMIŞ'

Edebiyat dünyasının da erkek olduğu, orada da kadın yazarların mücadele ile kendine alan açtığı bilinir. Beri taraftan siz haksızlıklar konusunda da susmadınız… Suskunluğa maruz kalmak nasıl bir şey? Ya da sizinle dayanıştığını düşünüyor musunuz edebiyat dünyasının?

Cezaevindeyken, daha tutuklandığım andan başlayarak, edebiyat dünyası benimle ve Necmiye Alpay ile inanılmaz bir dayanışma gösterdi. Yazarlar, yayıncılar, entelektüeller, okurlar, yazar örgütleri, PEN merkezleri... Yalnızca edebiyat dünyası da değil, sayısız demokratik kurumu ve bireyi yanımızda buldum. Gazeteciler, hukukçular, siyasetçiler, insan hakları savunucuları, entelektüeller, aktivistler, lise arkadaşlarım, üniversite arkadaşlarım... Kiliselerden anarşistlere, ilkokul öğrencilerinden Nobel’li yazarlara, Japonya’dan Suudi Arabistan’a dek uzanan çok geniş bir dayanışma ağına borçluyum tahliyemi... (Defalarca dillendirdim şükran ve minnet hislerimi...) Elbet vakti gelince bu ağın çözüleceğini biliyordum, beklediğimden daha hızlı ve insafsız oldu bu çözülme! Özgür Gündem ana davası yıllarca sürdü, on kişi ağırlaştırılmış müebbet talebiyle yargılandık, dört kişi hapis cezaları aldı. Onlarca dava sürerken, elbet ilgi odağı olmayı ummuyordum. Beraat ettiğim gün beni kaç kişi aradı dersiniz? Ya da beyin kanaması geçirdiğimde kaç kişi ziyarete geldi? Hiç söylemeyeyim! İstemeden ve sanırım hak etmeden bir simgeye dönüşmüşüm, benim de bir insan olduğum unutulmuş, bana biçilen rol sırtımda taşıdığım ağır bir çarmıhmış!

Haksızlıklar karşısında ne yazık ki çoğu zaman sustum, ‘ötekiler’in hakkını savunmayı kendi hakkımı savunmaktan belki daha onurlu, daha anlamlı buldum. 2003 senesinde, ‘benim hakkımda ‘olduğu iddia edilen, aşağılama amacıyla yazılmış bir kitap, medyada yer bulunca edebiyat dünyası bana (ve temel haklarımı savunan kadınlara) erkek yüzünü göstermişti, umarım bugün utanıyorlardır. Edebiyat dünyasında yaşadığım dışlanmanın başlıca nedeni benim bir kadın, oyunu kurallarına göre oynamayı, erkeklerin tanımlarına sığmayı reddeden bir kadın olmammış, bunu epey geç anladım. (Yarı şaka ifade edersem: Günümüz Türkiye’sinde bir kadın yazarın aileden kalma mirası, toplumda saygı gören bir kocası filan yoksa, olağandışı sosyal melekeler geliştirememişse... Şans yardımcısı olsun!)
RÖPORTAJIN TAMAMI

Öne Çıkanlar