Yıkıntıların arasında-1

İlker Cihan Biner, 'Yıkıntılar arasında' serisinin ilk bölümünde sanatın felaket anlarında barındırdığı politik imkanları, yıkım ve ölümden fayda üreten sistemik politikalara karşı bir dirence dönüştürmenin gerekliliğini anlatıyor.

Yıkıntıların arasında-1

İlker Cihan BİNER

Artı Gerçek - Geçtiğimiz haftalarda SAHA Derneği'nin düzenlediği 'Afet ve Sanatla Dayanışma Forumu'na katıldım. Depremle ilgili meselelerin tartışıldığı etkinlikte sanatçılar, aktivistler, sanat yazarları dertlerini paylaştılar.
Orada söz aldığımda depremzede olarak doğrudan yaşadıklarımı dile getirdim.

Özellikle ikinci gün arabanın içinde 'tüm enkazların ortasında nasıl düşünebilirim?' sorusunu sesli olarak ifade etmenin acı vermesine rağmen anlatmanın şart olduğunu biliyordum. Bir dayanışma talebiyle oradaydım.
Ayrıca konuşmamda bizzat deneyimlediğim ve tüm deprem bölgesinden yükselen çığlığı dile getirdim: "ilk 72 saat kimse yoktu."

ÖLÜM POLİTİKASI

Felaketin ilk günlerinden beri yükselen "siyasetin zamanı değil" cümlesinde kötü kokular mevcut. Enkaz altında kalanlara, sesini tam duyuramayanlara, dayanışma isteyen kitlelere temas edebilmek politika yapmak ile ilişkili.

Depremin şiddetinden dem vurup "Akp ne yapabilir?" diyenler ya da tüm yaşananları beceriksizliğe indirgeyenler de durumun üstünü örter halde.

Oysa "ilk 72 saat kimse yoktu" çığlığının sistemik politikalarla ilişkisi var. Depremin üzerinden iki ay geçmesine rağmen bu siyasi pozisyon devam ediyor. En ufak bir yağmur veya fırtınada dahi uçan çadırlardan, hâlâ kayıpların bulunmamasına kadar iktidar dinamiklerinin şiddeti ile karşı karşıyayız.

Deprem bölgelerinde çıkan sel baskınlarında ortaya çıkan zararı da ekleyelim.
Tüm yaşananların kaydını tutmak önemli ama iktidarın yönetme perspektifinin alt katmanlarının haritasını çıkartmak şart.

Kitlelerin ekonomik, politik açıdan yoksullaştırılması, güvencesiz hâle getirilmesi ya da savaş politikasının tırmandırılması hepimizin gözleri önünde oldu. Mesele yalnızca denetimle, gözetimle, kapatılmayla ilgili değil toplumu sömürüye, tehlikelere açık bırakan bir mekanizma var.

Deprem bölgesinde AFAD'tan başka çadırlara izin çıkmaması, yaşanan su sıkıntıları ve daha pek çok sorun bu siyaset yapma tarzı ile alakalı. Nitekim ölümün güç merkezlerinin politikalarına hizmet ettiği yerde buna uygun ekonomik düzenlemeler vardır.

İşte bedenlerde, yaşam alanlarında kalıcı acılar yaratmanın nasıl ortaya çıktığı böyle belirginleşiyor. Çalışmadan aile yaşamına kadar pek çok yerde biçimlenen kaygı bozuklukları, panik ataklar, sınır tanımayan sosyal ve ekonomik şiddetin derinleşmesiyle ilişkili.

Çadırlarını fırtına ortasında temizlemeye çalışan insanların acılarının geçici olmadığını belirtmek lazım. Öte yandan SAHA'nın forumundaki konuşmamı bitirirken aslında ölüm politikasının hüküm sürdüğü bir coğrafyada sanatın konumunu tartışmak gerektiğini dile getirmiştim.

FELAKET SARMALI VE SANATIN KONUMLANIŞI

Sanatı rahatlatıcı, iyileştirici pozisyonlarla sınırlamak büyük bir yanılgı olur.
Başka hikayelerin yaratımının ya da kaybolmuş olanlara kulak vererek zihinleri açabilmenin, duyarlılık alanları oluşturarak yola bakabilmenin estetik pratikler icra etmek anlamında önemi var.

Egemen yapıları bozup herhangi bir kalıbın, şemanın önden dayatılması olmaksızın ortak dünyanın inşasına katkı sağlayan bir hareketlilikten bahsediyorum. Bu açıdan tehlikeyi ya da hiyerarşiyi gösteren, meydan okuyan bir imgenin, duygunun veya deneyimin altının çizilmesi önemli.

Acı, felaket ya da bunların tanıklığına dair bir kıvılcım çakmanın, hatta işaretler yaratmanın, sorunların tartışılmasında güçlü bir etkisi var. Yani unutmaya, unutturulmaya karşı da sanatın yerleşik düzlemleri ters yüz edişini göz ardı etmemek gerekiyor.

O halde gerek deprem gerekse sonrasında yaşanan ölüm politikasını sanatla iç içe nasıl konuşmak gerekir? Yıkıntıların arasından hafızayı diri tutan, imkanları zorlayan eserler çıkamaz mı?

Bir sonraki yazıda tüm bu sorular ışığında acı, felaket, siyaset, dayanışma ve sanatla bağlantılı iç içe geçişleri tartışmaya devam edeceğim.