'Bir halkın kaderini aydın-sol muhalif kesimlerin niteliği belirler'

Ölüm orucuna karşı çıktığı için 'linç edilen' şair Rabia Mine’ye göre ölümünüzden mutluluk duyacakları kesin olan muhataplarınız karşısında ölüm orucuna kalkışmak intiharla eş değerdir.

Mehmet KORKMAZ


ARTI GERÇEK - Grup Yorum üyelerinin ölüm orucu eylemine karşı çıktığı için bazı sol kesimler tarafından sosyal medyada linç edilmeye kalkışılan Mine’ye göre taleplerinizi yerine getirme ihtimali şöyle dursun, ölümünüzden mutluluk duyacakları kesin olan muhataplarınız karşısında ölüm orucuna kalkışmak intiharla eş değerdir.

Sur’da devlet ablukası altındaki Kürdün, katliama uğrayan Ermeni’nin, ötekileştirilen mülteci Suriyelinin, şiddete uğrayan hayvanın, tahrip edilen doğanın, yağmalanan tarihi eserin yanında hep o vardır. Güçlü, bir o kadar da sivri kalemiyle, filozofça yaklaşımıyla hep mağdurun, mazlumun hakkını, hukukunu savunur. Bu yüzden en ağır biçimde eleştirilir, hakarete uğrar. Acısını yüreğine gömer, gözyaşı akıtır, ama doğru bildiklerinden asla taviz vermez. Sözünü ettiğim kişi; Şair-Yazar-Aktivist Rabia Mine’den başkası değil. Mine ile hiç hak etmediği halde uğradığı linç girişimini, Kürtleri, Selahattin Demirtaş’ı, utanmak, merhamet ve hukuk kavramlarını konuştuk. Karantina günlerinde yüz yüze görüşme şansımız olmadığı için yazılı sorularıma uzun yazacağını bildiğim için sadece konu başlıklarını ilettiğim Mine’den, beklediğim gibi uzun yanıtlar aldım. Sonuçta uzun, ama okuyanı sıkmayacak bir söyleşi ortaya çıktı.

-Ölüm oruçları?

Bu konuda söylenecek o kadar çok şey var ki yazmakla bitmez. Düşüncelerimi olabildiğince özetlemeye çalışıp, olguya önce genel çerçevesinden bakacak; sonrasında da kısaca öznel duygularımdan bahsedeceğim.

Elbette ki uğradığı zulümlerin karşısında hiçbir seçeneği kalmayan insanların, zulüm erkinden bedenlerini ölüme yatırarak talepkâr olması ve bu tehdide kayıtsız kalamaması için de toplumda erke karşı baskı oluşturacak bir kamuoyu yaratmak istemesi geçmişte çok sık başvurulan ve nispeten de başarılı olabilen bir yöntemdi. Fakat artık bu yöntemin, 21'inci yüzyıl teknolojisi sayesinde vahşetine boyut atlatılan devletler ile dumura uğratılmış insanlar karşısında hiçbir işlevi kalmadı. Evet vaktinde Gandhi bu eylemi yaptığında Hindular üzerinde son derece etkili olmuş ve onlara İngiliz zulmüne karşı direnme gücü vermişti; ama o dönemler çoktan tarih oldu. Kelle kesmelerin, insan yakmaların, tecavüz edilip doğranmış kadınlara hatta çocuklara ait toplu mezar görüntülerinin bile bir animasyon filmi gibi cips atıştırılarak izlendikten sonra hayatın hiçbir şey olmamış gibi lay lay lom devam edebildiği şizoit bir gerçeklikte, ölüm orucu gibi bir eylemin hiçbir taraf için en ufak bir etkileyiciliği yoktur artık.

Bu eylem biçimine dair, en ateşli savunucularının bile kabul ettiği en önemli gerçek nedir? Ölüm orucunun, "ölmek için yapılmadığı" gerçeği... Ölüm orucu ne için yapılır? Herhangi bir sebeple mağdur edilmiş olan eylemcinin, mağduriyet sebebini ortadan kaldırmak için. Bu hedefe ulaşabilmenizin olmazsa olmaz koşulu nedir? Eylemin iki başat muhatabı olan iktidar erkinin ve kamuoyunun, eyleminizi kaale alabilecek duyarlılıkta olması. Peki, sizin ülkenizde bunun olma ihtimali yüzde kaçtır? SIFIR!

Bu da demektir ki kendini öldürmeniz endişesiyle taleplerinizi yerine getirme ihtimali şöyle dursun, ölmenizden mutluluk duyacakları kesin olan muhatapların karşısında ölüm orucuna kalkışmanız, eylemci olarak sizin bazınızda "intiharla", sizi bu eyleme teşvik etmek için muhtelif ajitasyonlar yapanlar ya da bizatihi "görevlendirenler" bazında ise "cinayetle" eşdeğerdir.

Son süreçte ülke gündemine oturan ölüm oruçlarının hakikati de ne yazık ki tam budur işte! İki kere iki dört. Gerçekten âdil ve objektif olan hiç kimse, aksini iddia edemez.

Az buçuk sağduyu sahibi herkesin çok net gördüğü bu gerçeklik karşısında insan sormadan edemiyor: Neden? Hiç bir şekilde en ufak bir kazanım elde edilemeyeceği kesin olduğu halde gencecik, üstelik de militan bile olmayan pırıl pırıl müzisyenler, sonucunda ölecekleri yüzde yüz olan bir eyleme neden teşvik edildiler? Üstelik de sadece "işlerine geri dönmek için" tam 324 gün aç kalmalarına rağmen ne iktidarı ne de kamuoyunu en ufak bir insafa getirmeyi başaramayan Nuriye ve Semih örnekleri hafızalarımızda daha capcanlı dururken... Burada geleceğini tahmin ettiğim, "Kendi iradî kararlarıydı," itirazını kaale alamıyorum; çünkü böylesine somut bir nesnel gerçeklikte hiç kimse -zır deli değilse- böyle bir kararı hiçbir manipülasyonun etkisi altında kalmadan "iradî olarak" almış olamaz. Bu, diyalektiğe aykırıdır. Diyelim ki aldı; yine onların da bu gerçekliği son derece iyi bildiği yoldaşları, gerçekten yoldaşlarsa ne yapıp edip ona engel olurlar. Engel olmadıkları gibi, teşvik etmek için her türlü ajitasyonu çekip en ağdalısından hamasî nutuklarla alkışlıyor ve kutsuyorlarsa, ortada çok ciddî bir sorun var demektir.

 

"ÖYLESİNE BELDEN AŞAĞI BİR LİNÇ, HAKARET VE TEHDİT YAĞMURUNA TUTULDUM Kİ, BİR YERDEN SONRA KARŞIMDAKİLERİN KİM OLDUĞUNA DAİR ALGIMI YİTİRDİM"

 

İşte isyan ederek haykırdığımız "Neden?" sorusunun yanıtı, tam da bu ciddi sorunda kilitleniyor ve onun ne olduğunu da ülkedeki sol geleneklerin tarihine dair az çok fikri olan herkes biliyor; sadece çoğu dillendirmeye cesaret edemiyor. Neden edemediklerini, o cesareti gösteren sayılı kalemlerden biri olarak, son süreçte bizzat deneyimlemek suretiyle öğrenmiş bulunuyorum. Helin'in ve İbrahim'in, daha ilk günden kazılmış olan mezarları başında sahneye koyulan "Nafile Ölüm Orucu" isimli dram tiyatrosunun yönetmenliğini yapan ve kendilerini "devrimci" diye tanımlayan bir kesim tarafından öylesine zalimce, öylesine belden aşağı bir linç, hakaret ve tehdit yağmuruna tutuldum ki bir yerden sonra karşımdakilerin kim olduğuna dair algımı yitirdim. Çünkü maruz kaldıklarım, ancak süzme faşistlerin yapabileceği şeylerdi.

Bu süreçte karşımdaki insanların gerek ölümün eşiğine gelmiş olan yoldaşlarına karşı sergiledikleri akıllara ve vicdanlara durgunluk verici kıyıcılık; gerek bana yaklaşımlarındaki kıyıcılık; gerekse hislerini açıkça ifade edemeyen yüzlerce insanın bana, söyleyemedikleri düşünce ve hislerine tercüman olduğum için teşekkür etmek maksadıyla yazdıkları özel mesajlarda dillendirdikleri korku ve endişe; zaten bildiğim bir gerçeği, bu kez en ufak bir kuşkuya yer bırakmaksızın anlamamı sağladı: Bu ülke üzerinde emperyal ajanlar, MIT ve derin devlet işbirliğiyle gerçekleştirilen en büyük komplo, ülke solunun -elbette ki bazı istisnaî oluşumlar hariç- genel itibariyle "prematüre doğmasını" sağlamak olmuştur. Sözde "faşizmi yıkmayı" hedefleyen devrimci güçler olarak yapılandırılıp sahneye sürülen bu oluşumların, yıkmaya çalışıyor gibi gözüktükleri sistemden bin beter olması, en başından geniş kitlelere ulaşmakta başarısız olmalarını garantilemiş; sonuç itibariyle de mevcut sistemin bekasında payanda işlevi görerek o korkunç komplonun harfiyen hayata geçmesini sağlamışlardır.

Onlar gibi düşünmeyen herkese, ırkçılık şaheseri "Ya sev ya terk et!" pisliği gibi bir cümleyle, "Ya bizdensin ya da işbirlikçi!" diye yaklaşmaları; kadına karşı cinsiyetçi tavırları; farklı olana karşı hissettikleri tahammülsüzlük, hedef göstericilik, tehditkârlık, sansürcülük; kendi içlerindeki sorgusuz sualsiz biatçılığa dayalı tarikatvarî hiyerarşik yapılanma ve infazcılık; işlerine gelmeyen herkese karşı uyguladıkları her tür şiddeti, şiddet kelimesinin başına "devrimci" sıfatını taktıkları için kendilerine hak görmeleri; seks işçilerinden ve eşcinsellerden nefret etmeleri ve en önemlisi de yedi düvele korku salmakla övünmeleri, en ağırından bir faşizme tekabül etmekte ve fakat onlar kendilerinin "devrimci" olduğunu iddia etmekte; bununla da kalmayıp, toplumdan da bu büyük yalana inanarak onların devrim diye kurdukları faşizm düşlerini gerçekleştirmelerine destek olmalarını beklemekteler.

Yazık bu halka, kimlerin eline kalmış, diyerek kısaca ölüm oruçlarına dair öznel fikirlerimden bahsettikten sonra diğer sorunuza geçeceğim.

 

"BANA GÖRE ÖLÜM ORUCU BİR EYLEMLİLİK BİÇİMİ DEĞİL, BİR KURBAN RİTÜELİDİR"

 

Bana göre ölüm orucu bir eylemlilik biçimi değil, bir kurban ritüelidir. Tıpkı kendileri savaşmadan savaş çığırtkanlığı yapanlar gibi, kendi tıka basa dolu mideleriyle başkalarının evladının ölüm oruçlarında işkence çekerek can vermesini kutsayanlar da devrimcilikle uzak yakın alâkası olmayan oportünistlerdir.

Evladı gözünün önünde yüzlerce gün boyunca korkunç acılar çekerek erimek suretiyle pisi pisine ölmüş olan bir anneye, "onu yaşatacağız" demek ise teselli değil, küfürdür.

Hepsi birbirinden hamasî din, iman, vatan, millet, devrim, zafer edebiyatlarıyla kutsanarak "şehit" edilen "kurban"lar da ölür; sadece senede bir gün hatırlanacakları sararmış bir takvim yaprağında unutuluşa gömülür.

Helin çoktan unutuldu, İbrahim de yarın unutulacak.

Geriye annelerinin kalbindeki, mezara kadar sönmeyecek olan ateş kalacak.

Son söz olarak; bana göre ölüm orucu, bütün bu inkâr edilemez gerçeklikleri bile bile onu teşvik eden, onu kutsayan, yücelten, durdurabilecekken durdurmayan ve hatta ona itiraz etmeyen herkesin ortaklaşa işlediği bir cinayettir.

 

-Rabia Mine?

 

Ben her şeyden önce bir şairim. Dolayısıyla da en politik yazılarımı dahi, -elbette ki alt yapımdaki bilgi birikimimi yansıtmakla birlikte- teorik atraksiyonlarla boğuntuya getirmemeye özen gösterdiğim bir şair duyarlılığıyla yazıyorum. Yazılarımın en apolitik, hatta bazen "karşı mahalleden" insanlar tarafından bile ilgiyle okunmasının ve anlaşılmasının en önemli nedeni bu bence... Aidiyetsiz, samimi, zaman zaman sokak diliyle bile olsa düzeyi düşmeyen, aynı anda hem keskin bir bıçak hem yumuşacık bir iç döküş olabilen; ama her ne olursa olsun, "ölümüne objektif yazılar... O kadar objektif, tutarlı ve anlaşılırlar ki "düşünüp de ifade edemedikleri" şeylerin dili olduğumu söyleyenlerin bana karşı hayranlık düzeyinde bir sevgi ve saygı duymalarını sağlarken, eleştirdiğim kesimlerde müthiş bir öfke uyandırıyorlar. İtiraz edebilecekleri en ufak bir boşluk ya da tutarsızlık bulamadıkları için de o öfkeyi mütemadiyen şahsıma yöneltiyorlar. Bu da benim sürekli bir linç kampanyasıyla karşı karşıya kalmama yol açıyor. Şahsıma karşı, hem de kendilerini "yaşam hakkı savunucusu" diye tanımlayan birtakım insanımsılar tarafından, özellikle "kadın ve bipolar kimliğime" vurularak sergilenen bu sistematik sanal şiddet ve dezenformasyon faaliyetleri elbette ki beni insan olarak çok üzmekle birlikte, sonuç itibariyle hepsinden "yazar kimliğimle" daha da güçlenmiş olarak çıkıyorum. Çünkü karşımdaki şer odakları, bu en belden aşağısından örgütlü kötülükleriyle farkında olmadan haklarında yazdığım her kelimenin sağlamasını yapıyorlar; bu da benim her defasında haklılığımdan biraz daha emin olmamı ve yoluma daha bir şevkle devam etmemi sağlıyor.

Kendimi tek bir cümleyle ifade etmem gerekirse, çocuk denecek bir yaşta bütün aidiyetlerinden soyunmuş, marjinal muhalif bir yazar kadın diyebilirim. Yazmak benim yaşamın travmalarına ve her kesimden insanın nedensiz kötülüklerine karşı tek silahım ve kalkanım. Kalbimin ve ruhumun, özellikle bipolarlığımdan kaynaklı inanılmaz kırılganlığına rağmen bir Amazon savaşçısı gibi direngen ve mücadeleci olmamı sağlayan şey... Tek üzüntüm, biraz daha erken yaşta bu yola girmemiş olmam. Yaşamım boyunca hem birçok platformda yaşam hakkı savunuculuğu yaptım hem de bir şekilde yazın dünyasının içinde bulundum; çeşitli yayınevlerinde bağımsız redaktörlük, reklam ajanslarında metin yazarlığı, Ana Britannica Ansiklopedisi'nin 2000 yılı güncellemelerinde düzeltmenlik, hatta Kültür Bakanlığı'nın ve Tarih Vakfı'nın kimi yayınlarında editörlük işleri icra ettim; ama hayata kendi yazınımla karışmayı hep erteledim. Sanırım bunun en önemli sebebi, dik başlılığım. Kendimi herhangi bir yayınevi, gazete ya da dergi editörünün veya yayın kurulunun karşısında üretimlerime onay verip vermemelerini beklerken hayal edemiyordum bir türlü... Bu bana son derece gurur kırıcı geliyordu. Dolayısıyla hep yazdım; ama kendime... Sonra sosyal medya çıktı. Size şu yazını ya da şiirini yayınlarız, bunu yayınlamayız; bunu böyle yaz, şunu şöyle yazma diyecek kimse yoktu; kendinizin editörü de yayın kurulu da sizdiniz. Ben de 2008 yılında açtığım faceboook hesabımla ufak ufak başladım yazınsal üretimlerimi paylaşmaya...

 

"ÇOĞU GİZLİ GİZLİ AHMET KAYA DİNLEYEN FAŞİSTLER GİBİ OKUSA DA, BİLİYORUM Kİ RABİA MİNE İSMİ PEK ÇOK İNSAN TARAFINDAN YA HAYRANLIKLA, YA DA NEFRETLE YADEDİLİYOR"

 

Bu, her türlü güzelliğe de çirkinliğe de müsait olan sonsuz olanaklarla dolu mecrayı, çoğunluğun aksine baştan beri en doğru kullanan insanlardan biri olduğumu düşünüyorum. Sayfamın dışına adım atmadan, etrafımda köpek balıkları gibi dolaşan haset ve nefret odakları tarafından ne kadar ağır saldırılara uğrarsam uğrayayım asla yılmadan, asla kendimle çelişmeden, insan üstü bir istikrarla yazdım yazdım yazdım... Zaten istesem de duramazdım, çünkü gerek kişisel acılarıma gerekse tanığı olduklarıma ancak yazarak dayanabiliyordum. Paralelinde çeşitli internet haber sitelerinde de yazarlık yapmamla birlikte, ağırlıklı olarak kendi facebook hesabımdan servis ettiğim yazı ve şiirlerimle, zaman içinde bu ülkenin aydın-sol muhalif kesimlerinin büyük kısmı tarafından tanınan bir isim haline geldim. Çoğu, gizli gizli Ahmet Kaya dinleyen faşistler gibi gizli gizli okusa da biliyorum ki Rabia Mine ismi pek çok insan tarafından ya büyük bir hayranlıkla ve sevgiyle ya da korkunç bir kin, öfke ve nefretle sık sık yad ediliyor bir yerlerde.... Bu durumdan, insanlık dışı linçlere kalkışmadıkları sürece çok da rahatsız olduğumu söyleyemem; çünkü hiçbir zaman herkes tarafından sevilmek gibi güdük heveslerim ya da hedeflerim olmadı. Asla kimi ezikler gibi suya sabuna dokunmadan vitrine oynayarak beğeni ve takipçi kasma derdine düşmedim. Bilakis, varlığımdan rahatsız olmalarını ve yüz yıllık gaflet uykularının biraz olsun kaçmasını istiyordum; başardım da... Bu arada da "Külden" isimli şiir kitabımı çıkardım.

Söz konusu kesimlerin kompleksiz, vicdanlı, objektif, eleştiriye açık ve âdil olan nitelikli kısmı beni çok severken, çoğunluğu oluşturan kifayetsiz muhterisler nefret etti. Çünkü bu ülkede kendilerini aydın-sol muhalif olarak tanımlayan insanların -elbette ki istisnalar saklı kalmak koşuluyla- çoğu, kendilerine asla hakkını vermeden biçtikleri bu değerli misyonun, her türlü kofluklarına, yozluklarına, tutarsızlıklarına, çifte standartlılıklarına ve zalimliklerine dokunulmazlık sağladığını zannediyor, kendilerini Kaf Dağı'nda görüyorlardı. Sonra bir gün, üstelik de kendi içlerinden gelen tek başına bir kadın çıktı ve onları sözde değiştirip dönüştürmeye çalıştıkları faşist-cahil-yobaz kesimlerle aynı kötücül paydalarda buluşturan bütün bu dokunulmazlıklarını ve kof dağlarını alaşağı etti. Elbette ki ondan nefret edeceklerdi; şaşırmıyorum. Bu yola çıkarken çok ciddî saldırılara maruz kalabileceğimi tahmin etmiş ve göze almıştım; ama açık söylemem gerekirse bu kadar belden aşağı, bu kadar düzeysiz, bu kadar "faşistlerden de beter" derecede zalim olabileceklerini asla öngörmemiştim. O kadar öngörmemiştim ki başlarda inanılmaz hazırlıksız bir şekilde maruz kaldığım kötülüklerinin dehşetinden çok ağır travmalar yaşadım. Benim asla şahsileştirmeden, sadece aidiyetlerini masaya yatırdığım insanlar, paso şahsıma saldırıyor; en iğrencinden yalanlar, hakaretler ve iftiralarla dört koldan karalıyorlardı. Beni ellerinden geldiğince itibarsızlaştırmaları gerekiyordu; çünkü aydın-sol muhalif kisvesi altında sergiledikleri yüz yıllık iki yüzlülüklerine neşter vurmuştum. Üzerlerinde başkasından çaldıkları bir kartvizit gibi taşıdıkları bütün sıfatlarının çakma olduğunun ortaya çıkmaması, benim sözlerimin güvenilirliğine ellerinden geldiğince gölge düşürmelerine bağlıydı. Sağ olsunlar internet üzerindeki birtakım sosyalist forumlarda en alçakçasından yaftalar, hareketler ve iftiralarla dolu karalama yazıları yayınlamaktan, adımın geçtiği her platformda intihar etmem için tempo tutmaya varana kadar ellerinden gelen hainliği ardlarına koymadılar.

 

"BİR HALKIN KADERİNİ İKTİDAR SAHİPLERİNİN YA DA IRKÇI-FAŞİST-YOBAZ KESİMLERİNİN GÜCÜ DEĞİL, AYDIN-SOL MUHALİF KESİMLERİNİN NİTELİĞİ BELİRLER"

 

Ne var ki tıpkı benim onların ne derece alçalabileceğini tahmin edemediğim gibi, onlar da benim ne kadar direngen ve güçlü çıkabileceğimi öngöremediler. Çekincesizce aşikâr ettiğim bipolarlığıma, kırılganlığıma ve gözyaşlarıma güvenerek beni çok kolay bir şekilde paramparça etmek suretiyle bu arenadan silebileceklerini zannettiler. Oysa ki çok yanılıyorlardı. Asıl güçlü olanlar, gözyaşlarını saklayanlar değil herkesin önünde ağlayabilenlerdi ve Nietzsche'nin de dediği gibi, "insanı öldürmeyen acı güçlendiriyordu"... Evet, ölümcül derecede acı çektim, isyan ettim; lâkin güçlendim. Hâlâ çok ağlıyorum; ama artık bana yapılan insanlık dışı muamelelere değil; kendini "yaşam hakkı savunucusu, aydın- sol muhalif" olarak tanımlayan insanların nasıl bu derece kirli olabildiğine ve onları birer "değer", birer "âkil insan" zannederek örnek alan ve onların sığlıkları, niteliksizlikleri yüzünden daima yerinde sayıp, asla düzey atlama şansı bulamayan halkın talihsizliğine ağlıyorum. Çünkü her zaman söylediğim gibi; bir halkın kaderini iktidar sahiplerinin ya da ırkçı-faşist-yobaz kesimlerinin gücü değil, aydın-sol muhalif kesimlerinin niteliği belirler; ve ne yazık ki bu nitelik bu ülkede yerlerde sürünüyor. Bu acı gerçekliğe ağlanmaz da ne yapılır?

"KÜRT İLLERİNDEKİ ABLUKALAR ESNASINDA YAZDIĞIM YAZILARIMLA SAYISIZ ULUSALCI VE ÜLKÜCÜNÜN ÖZ ELEŞTİRİ YAPMASINI, HATTA PİŞMANLIK DUYMALARINI SAĞLADIM"

 

Olsun, ağlamak güzeldir. Ben de hem ağlayacak, hem asla pes etmeden yürüyeceğim kendi insanlık yolumda... Hem karşıma sadece dikenli çalılar değil, mis kokulu gül bahçeleri de çıkıyor. Bugüne kadarki zorlu yürüyüşümde birçok özgün ve özgür ruhla denk geldim; birçok aykırı zihnin sözcüklere dökemediği dili, pek çok ruhu sıkışmış kadının rol modeli oldum. Kürt illerindeki ablukalar esnasında yazdığım yazılarım ve eylemlerim sayesinde sayısız "ulusalcı ve ülkücü"nün öz eleştiri yapmasını, hatta o zamana kadarki faşizan yaklaşımlarından dolayı utanç gözyaşlarıyla pişmanlık duymalarını sağladım. Birçok mühürlü kalbi ve zihni açıp, inatla savundukları birçok dogmayı sorgulattım. Kalemimi tek kuruşa satmadım. Hiçbir güce biat etmedim. Düşmanımın bile linç edilmesine karşı çıktım. Çok sevildim. Çok sayıldım. Çok değer gördüm. Asla kimlik ve tür ayırmadan, acı çeken her canın yanında durarak onurumla yazdım, onurumla öleceğim. Belki yaşarken asla büyük kalabalıklar tarafından tanınıp, anlaşılıp kabul görmeyeceğim; ama benim gibi aykırı ruhların kaçı görmüş ki ben göreyim. Görsem, kendimden şüpheye düşerdim zaten... Bugününden ve halihazırdaki modelinden gram umudum olmayan insanlığın evrim yolunda bir ufak çakıl taşı olup, bir küçük kelebek etkisi yaratabilirsem, yeter de artar bana... Ne diyor Edip Abi'miz, "Ne gelir elimizden, insan olmaktan başka..."

 

-Kürt Halkı?

 

Kürt halkının maruz kaldığı zulümlerle ilgili, yoğunlukla, fiilen de birçok kez coğrafyada bulunduğum ablukalar sürecinde olmak üzere o kadar çok yazı yazdım ki, toplasam başlı başına bir kitap olur. Öncelikle bütün ötekileştirilen, en temel insanî haklarını kullanmaktan mahrum bırakılan, sömürülen, zulüm gören; kısacası ezilen halklara ve kesimlere olduğu gibi onlara da pozitif ayrımcılıkla yaklaştığımı vurgulamak isterim. Bütün dünya halklarının, "ulus devlet" denilen yönetim modelinin özerk sınırları dahilinde hissettikleri görece güven duygusuyla yaşadığı ve giderek Avrupa'da bile ırkçılığa evrilen bu kötücül sistemin son virüs salgınının etkisiyle iyice pekiştiği bir karanlık zaman diliminde, bu kadar kadim ve büyük bir ulus olup da devleti olmadan dünyanın dört bir yanına dağılmış bir şekilde serseri mayın gibi savrulmak, hiçbir halka reva görülebilecek bir haksızlık değildir. Bunu bir kere net bir şekilde ortaya koymak gerekir. Ütopik de olsa vatansız, milletsiz, sınırsız, bayraksız, devletsiz, ağasız, askersiz, silahsız; ırk, dil, din, cinsiyet, tür ayrımı yapılmayan, doğayla özdeş bir dünya düşünün sahibi bir anarşist olarak ulus devlet olgusuna külliyen karşı olmamla birlikte, halihazırdaki nesnel gerçekliğin olanca kaotikliğini gözardı ederek salt Kürtler üzerinden idealist felsefeler kasmaya kalkanları son derece oportünist buluyorum. On yıllardır bütün kötücül emperyal planların tam göbeğine konulup, bütün katil devletlerin çıkarları doğrultusunda kâh kullanılıp kâh katledilirlerken; onların varoluş mücadelelerini, "Yok Amerika'nın kucağına oturuyorlar, yok İsrail'le halvet oluyorlar," gibisinden ahkâmlarla yargılamak, demagojinin dibidir. Bu ulusolcu cengâverlere TC'nin yüz yıl önceki ulus devlet olma sürecinde Almanya'yla ettiği romantik dansları hatırlatmaya kalktığımızda ne vatan hainliğimiz kalıyor, ne Kürt kuyrukçuluğumuz.

 

"BİR SAVAŞ KARŞITI VE YAŞAM HAKKI MÜCADELECİSİ OLARAK, BAĞIMSIZLIK İÇİN BİLE VERİLİYOR OLSA, HİÇ BİR SİLAHLI MÜCADELEYİ TASVİP ETMİYORUM"

 

Bununla birlikte, bir savaş karşıtı ve yaşam hakkı mücadelecisi marjinal muhalif kalem olarak, bağımsızlık için bile veriliyor olsa hiçbir silahlı mücadeleyi tasvip edemiyorum. Dışarıdan bakıldığında çelişki gibi gözüküyor; ama değil. Sadece insanlığın bu kötücül-paradoksal varoluş kurgusunun, benim gibi insanları içine düşürdüğü kaçınılmaz açmaz bu... Tasvip edemiyorum; çünkü aynı silah fabrikalarından satın alınan silahlarla yapılan bütün savaşlarda kazananın sadece o savaşların alt yapısını hazırlayan üst akıl ile silah baronları olduğunu, sadece yoksulların çocuklarının öldüğünü biliyorum. Tasvip edemiyorum; çünkü on yıllardır ve son süreçte de pek çok kez tanığı olduğumuz gibi, bugün yanlarında gözüken büyüklerin, ertesi gün gözlerini kırpmadan kendilerini satabildiğini; kimsenin Kürdün iyiliğini düşünmediğini; ortada çok kirli bir savaş döndüğünü görüyorum. Tasvip edemiyorum; çünkü ben bir savaş karşıtı düşünce insanıyım ve düşünce insanlarının ezilenlerin şiddetinin kaçınılmaz olduğu, onları sonuna kadar anladıkları durumlarda dahi nihaî evrilmiş insanlık düzeyinde yazıp çizmeleri gerektiğine inanıyorum.

Bununla birlikte, bu kadar zulüm gören bir halkın karşısına "barış" diye çıkarken de utanıyor, talebimin altını neyle dolduracağımı bilememenin sancılarını yaşıyorum. Geriye sadece bir yazar olarak maruz kaldıkları zulümleri, yaşadıkları acıları tarihe not düşecek yazılar yazmak; yazılarımla onlardan nefret eden "beyinleri yıkanmış" insanları uyandırmaya çalışmak; elimden geldiğince coğrafyaya gidip kederlerini paylaşmak; tutabildiğim kadar ellerini tutmak kalıyor bana, elimden ve dilimden başka hiçbir şey gelememesinin büyük üzüntüsüyle birlikte...

 

"KÜRDÜN YANINDA DURMANIN KİMSEYE NEFRETTEN BAŞKA BİR ŞEY KAZANDIRMADIĞINI BİLMİYORMUŞ GİBİ, BİZLERİ ACILARINDAN NEMALANMAKLA İTHAM EDİYORLAR"

 

Bu konuya dair bir küçük dipnot eklemek istiyorum: Teşvik-i mesaide bulunduğum veya takip ettiğim bir kısım Kürt muhalifte ve kalemde son süreçte özellikle yükselişe geçtiğini gördüğüm öyle bir eğilim var ki benim gibi halklar arasında köprü olan objektif insanlar adına son derece esef verici. Hiç kimsenin içine doğduğu ırkı, dini, coğrafyayı kendisinin seçmediğini unutmuş gibi gözüken ve ezilen ulusa mensup olmalarından tuhaf bir üstünlük devşirme temayülü gösteren bu arkadaşlar öyle bir konuşuyorlar ki sanırsınız ezilen ulusa mensup herkes mazlum, ezen ulusa mensup herkes zalimdir. Kürt olmayan hiç kimse onlara samimiyetle yaklaşmaz, yaklaşan herkesin mutlaka bir çıkarı vardır. Bu kötücül toptancı zihniyetleriyle herkesi düşman ilan ederek ezen ulusun kötücül kesimlerinin kendilerine karşı sergilediği vahşi ötekileştiricilikten beter bir ötekileştirmeyle insan harcıyor; bu coğrafyada Kürdün yanında durmanın hiç kimseye nefretten, hakaretten ve tehditten başka hiçbir şey kazandırmadığını bilmiyormuş gibi, bizleri onların acılarından nemalanmakla itham ediyorlar. Bu röportaj vesilesiyle onlara şunu söylemek isterim: Her kim ki acılarını bir tüccar cimriliğiyle sadece kendine saklamak istemektedir, asıl o kişi o acıdan nemalanmak derdinde olan insandır. Zannediyor musunuz ki tıpkı karşınızdakiler gibi sizin de tesadüfen içine doğduğunuz halkınızın acıları, bütün insanlığın evrensel acılarından bağımsızdır? Hayır. Yaşam bir bütündür ve benim gibi gerçek yaşam hakkı mücadelecileri için acının ırkı, dini, mezhebi, cinsiyeti ve hatta türü yoktur; hepsi bizim ortak acımızdır. Bizlere bu çirkin art niyetlerinizle yönelttiğiniz bütün ithamlar, ancak halkların düşmanlığı ve nefretle var olabilen kendi sefil gerçekliğinizin projeksiyonudur. Neyse ki çok azsınız ve bütün halkların insanî değerlerin, saygının, sevginin, özverinin kıymetini bilen iyi niyetli bireyleri, sizlere rağmen zulme karşı yürek yüreğe dayanışmaya devam edecekler. Bütün toptancı söylemler, ezilenden dahi gelse faşizme tekabül eder. Unutulmamalıdır ki zalimin mazluma yapabileceği en büyük kötülük, onu kendine benzetmektir.

 

-Demirtaş?

 

"BU ÜLKEDE PARTİ BAZINDA SİYASET YAPMAK, KANALİZASYONA ATLAMAK GİBİ BİRŞEY. DEMİRTAŞ’I BU ÇUKURA LAYIK GÖRMÜYORUM"

 

O benim için Selo Can. Bu ülke insanının çoğunun kaderinde çoğunlukla haksız yere cezaevinde yatan bir sevdiğine kavuşmak için gün saymak vardır. Benim kara yazgımın bu eksiğini tamamlayan kişidir Selo Can. Hiç tutsak olan bir yakınım olmadı; ama ailemden biri gibi, kardeşim gibi özgürlüğüne kavuşmasını beklediğim insanımdır Selo Can. Yoo hayır; reel politikaya inanmayan, hele hele Kürt halkının bu meclisi tanımaması gerektiğini savunan bir anarşist olarak, doğaldır ki politik kimliğinden kaynaklanmıyor bu sevgim ve saygım. Bu ülkenin birbirinden kirli insanlardan oluşan kapkaranlık siyaset arenasında güneş gibi parlayan güler yüzünün, keskin zekâsının, inanılmaz derecede yaratıcı esprilerinin, sazının, sözünün, şiirlerinin, türkülerinin, öykülerinin, resimlerinin, pozitif enerjisinin bana, insana dair çoktandır yitirdiğim umut gibi bir şey hissettirmesinden, içime ferahlık vermesinden kaynaklanıyor. Bu kişisel hislerim bir yana, bir de onun somut durumunun vahameti var ki orası çok üzücü ve karışık. Devlet tarafından hem de çok ciddî sağlık sorunlarına rağmen rehin tutulduğu aşikâr da partisinin de halkın ona olan sevgisine ve bağlılığına rağmen onu harcadığını hissediyorum. Bu yüzden, ne onun politikaya ne de politikanın ona yakıştığını düşünüyorum. Bu ülkede parti bazında siyaset yapmak, kanalizasyona atlamak gibi bir şey. Demirtaş'ı bu pis çukura lâyık görmüyorum. Devlet onu, o bu kirli sahneyi bıraksın; o güzelim ailesine kavuşsun, o şiir yazın, o sanat yapsın, o insanlara saz çalsın, türküler söylesin, hikâyeler anlatsın; istiyorsa yoksulların, şiddet görmüş kadınların, çocukların, politik suçluların avukatlığını üstlensin; ama bir daha o vefasızlarla yoldaş olarak o çukura girmesin. Eminim bu şekilde çok daha anlamlı ve verimli olacaktır değerli hayatı...

-Şiir?

 

"ŞİİR SİZE GELDİĞİNDE, KALEMİNİZDEN ÇIKAN MAVİ SÖZCÜĞÜ SADECE SİZDE OLAN BİR TONA BÜRÜNÜZ, YILDIZ SADECE SİZDE ÖYLE PARLAR"

 

Senelerdir zaman zaman bazı genç arkadaşlar bana yazıp, şiire olan heveslerinden bahseder; kendilerine yol göstermemi rica ederler. Ben de onlara elbette ki kendi iç dünyamdan yola çıkarak derim ki: Şiir "duygu dökümü" değil, "duygu sökümüdür". Şiir yazabilmek için öncelikle yaşamın boğazınıza düğümler atması ve sizin o düğümleri çözmezseniz boğulacakmışsınız gibi hissetmeniz gerekir. Yani şiir kendini yazdırmalıdır, siz şiiri değil... Şiir size gelmeden, siz şiire gidemezsiniz. Onu, o içsel kıvama gelmeden zorlarsanız, manî ayarında duygu dökümleri üretmekten, sizden öncekilerin ucuz taklitleri olmaktan öteye geçemezsiniz. Şiir size geldiğinde, kaleminizden çıkan mavi sözcüğü sadece sizde olan bir tona bürünür, yıldız sadece sizde öyle parlar... Şiirin aşk, sevgi, sevdâ, yıldız, yakamoz, martı, devrim, umut, mavi, rüzgâr, bulut vs. gibi kullanıla kullanıla çürümüş bir sakıza dönen sözcükleri vardır... Ya o sözcükleri hiç kullanmamalı ya da öyle bir kullanmalısınız ki ilk defa siz kullanıyormuşsunuz gibi olmalı... Bu kıvama gelmek de öncelikle yaşamınızı şiir gibi yaşamanızdan geçer; cesur, dürüst, alabildiğine tutkulu ve doludizgin bir hayatı, olabildiğince çeşitli okumalarla besleyerek... Şiir, bütün yaşanmışlıklarınız, artı kapınızı çaldığında onu yazmaya oturduğunuz an'dır. Güdük yaşamlar ve ruhlardan güdük şiirler çıkar. Haa bu coğrafyada çöp yazsanız alkışlanır mısınız? Alkışlanırsınız elbet. Hatta ne kadar derinliksiz, ne kadar ajitatif, ne kadar düz yazarsanız o kadar alkış alırsınız. Ama alkışlandığınız şey şiir midir, orası tartışılır.

 

-Utanmak?

 

"KENDİNDEN UTANMAYI BİLEN BİR İNSAN, HİÇ KİMSENİN YA DA CANLININ KARŞISINDA KENDİNİ UTANÇ VERİCİ BİR DURUMA DÜŞÜRMEYECEKTİR"

 

Utanmak sözcüğü bana hep Ingmar Bergman'ın, "Dünyayı utanmak kurtaracak," cümlesini hatırlatır. Ona sonuna kadar katılıyorum. Tabii kavramın içini doğru doldurmamız koşuluyla... Ne yazık ki utanmak denince insanların aklına sadece bacak araları ve bedenleri geliyor. Oysa ki onun anlamı zannedildiğinden çok daha büyük. Dünyayı kurtaracak olan utanmak, tam tersine asla utanç konusu olmaması gereken bedensel faaliyetlerimizden değil; kendimize, birbirimize, insan dışındaki türlere ve doğaya karşı sergilediğimiz zarar verici eylemlerimizden utanmaktır. Ne zaman ki bütün yaşam alanlarını işgal etmemize rağmen bir kap yemeği, suyu esirgediğimiz sokak hayvanlarından; sadece zevkine vurduğumuz, kürkünü yüzdüğümüz, acımasız mezbaha koşullarında büyütüp keserek yediğimiz, türlerini yok ettiğimiz her çeşit hayvandan; sadece bizim ırkımızdan ya da inancımızdan olmadığı için nefretle ötekileştirdiğimiz insanlardan; sadistçe zevkler alarak aşağıladığımız ve toplum dışına ittiğimiz zihinsel ve bedensel engellilerden; yerlerine beton yığınları dikmek için vahşice kestiğimiz ağaçlardan, kuruttuğumuz sulardan, doymak bilmez açlığımızla mahvettiğimiz doğadan utanmaya başlayacağız; ancak o zaman, bütün insanlık ailesi olarak elbette ki tam olarak olamasa bile iyiliği ve güzelliği hâkim kılmaya dair bir umudumuz yeşerecek. Hatta kötülüğün inanılmaz derecede ağır basıp iyilik terazisini neredeyse bomboş bir şekilde havada bıraktığı orantısızlığa müdahale edip, ying-yang dengesini sağlasak bile yetecek... Bunun için sadece kendimizden utanmayı öğrenmemiz kâfi aslında... Çünkü kendinden utanmayı bilen bir insan, hiç kimsenin ya da canlının karşısında kendini utanç verici bir duruma düşürmeyecektir. Fakat insanlık, tıpkı ahlâk gibi, utanmayı da sadece bacak arasına indirgediği için onu asla araması gereken doğru yerlerde aramıyor ve hissetmiyor; ve ne yazık ki bu vahim aymazlığı, yakın vadede değişecek gibi de gözükmüyor, Hatta gittikçe yozlaşarak, gerçek ahlâkla ve utanma duygusuyla rabıtasını tamamen koparmaya doğru ilerliyor.

 

-Merhamet?

 

"MERHAMET HEM KARŞIMIZDAKİ CANA KIYMAMIZI ÖNLER, HEM DE EN ÖLÜMCÜL YARALARIMIZI SAĞALTIR"

 

Merhamet de tıpkı utanmak gibi, insanın en ihtiyacı olan şeydir; ne var ki acımakla karıştırıldığı için, tedavülden kalkmaya yüz tutmuştur. Oysa ki ikisi çok farklı kavramlardır. Acımak acıyanı çirkinleştirir, acınanı küçük düşürürken; merhamet hem karşımızdaki cana kıymamızı önler hem de en ölümcül yaralarımızı sağaltır. Acımak tamamen acıyanla ilgili, acınanın sadece nesne olduğu bir yansıtma biçimi iken; merhamet merhamet duyulan cana özgülü, insanlık için en gerekli ve şifalı duygudur.

Merhamet ve utanmak! Ancak bunlar kılavuzu olabilir çılgınca hedeflediği boş mutluluklar peşinde çırpınırken yolunu kaybederek varoluşunu vahşete endekslemiş olan zalim insanlığın…

 

-Hukuk?

 

"NE KADAR ÇOK ŞEYE ‘SUÇ’ DERSENİZ, O KADAR ÇOK SUÇLUNUZ OLUR VE BİRİLERİ ONLARI PARAYA YAHVİL ETMENİN HESABINI YAPAR"

 

Bu konuda konuşacağımız zaman, öncelikle hukukun ve adaletin farklı kavramlar olduğu gerçeğini ortaya koymamız gerekiyor. Hukuk Fakültesi’ndeki ilk yılımızda okuduğumuz Hukuk Başlangıcı dersinde bize ilk iş olarak, "De lege lata: Olan hukuk" ve "De lege ferenda: Olması gereken hukuk" şeklinde iki Latince kavram öğretilmişti ve hakiki adaletin ancak ikisinin arasında hiçbir mesafe olmaması halinde sağlanabileceği söylenmişti.

Ne var ki insanlık ailesi olarak nicedir yaşamlarımızı hukuk denilen normlar bütünü ile düzenlemeye çalışmamıza rağmen bir türlü "olan hukuk" ile "olması gereken hukuk"u örtüştürüp, bir ide olarak önümüze koyduğumuz büyük adalet düşümüzü gerçekleştirmeyi başaramıyoruz.

Kaldı ki çok yakınına bile yaklaşsak, bu sefer de "olması gereken hukuku" belirlediğimiz çerçevenin darlığı işi batıracaktır. Bugüne kadarki teorilerimizi sadece "insanla" sınırlı tuttuğumuz, en idealini bile sadece insanın huzurunu, barışını, güvenliğini ve sadece birbiriyle eşitliğini sağlamayı gözeterek belirlediğimiz için, hep bir şeyler eksik kalacaktır. Çünkü bize gerçek huzuru ve mutluluğu sağlayacak olan evrensel adaleti, insanı içinde yaşadığı dünya ile ilişkisinden bağımsız düşünerek sağlamamız mümkün değil. Bizim için en ideal olan hukuk normlarını belirleyip uygulamaya koymayı başarsak bile, hayvanın ve doğanın karşısında âdil olmadığımız sürece, bizim de hakiki adalete kavuşmamız mümkün olamayacak; onların karşısında vahşet yasağını delenin; önünde sonunda insan karşısında delmesi de kaçınılmaz olacak; bu kötücül kısır döngü asla kırılamayacaktır.

Ne yazık ki hukukun, değil hayvanı ve doğayı da kapsayan ideal bir nitelik kazanması, insana bile eşitlikli bir adalet dağıtmaktan fersah fersah uzak olduğu; en gelişkin hukuk devletlerinin bile, Stirner'in dediği gibi, "kendi şiddetlerine hukuk, bireyinkine suç," adını verdiği bir vahim gerçeklikte ne yazık ki herkes için adalet, ütopik bir düşten başka bir şey değil. Elimde olsaydı ben her türlü iktidar olgusunu ortadan kaldırır; insanın, hayvanın ve doğanın güvenliği, canlıların ruh ve beden sağlığı açısından uyulması zorunlu olan birkaç evrensel yasanın dışında ortalıkta hiçbir yasa, yasak ya da kural bırakmazdım. Çünkü halihazırda "suç" olarak tanımlanan olguların neredeyse tamamı kapitalist sistemin bekası adına ve somut bireyin ruhunu iğdiş etmek pahasına toplum denilen "çürümüş soyut" ile "erk"i ve "mülk"ü korumak için tanımlanmıştır.

Ne kadar çok şeye "suç" derseniz, o kadar çok "suçlu"nuz olur ve birileri onları paraya tahvil etmenin hesabını yapar. Nitekim günümüz gerçekliğinde "yoktan suçlu yaratmak" stratejisi, kapitalist sistemin en sinsi ve kirli oyunlarından biridir. Çünkü insan ticaretinin 21'inci Yüzyıl versiyonlarından biri olan "suçlu ticareti", birçok sözde çağdaş hukuk devletinde, kalantor "cezaevi işletmecileri"nin devletten suçlu başına büyük paralar almalarını sağlayan çok büyük bir rant alanıdır.

Oysa ki zihnimizde, olduğundan çok daha büyüterek ütopik bir düş haline getirip altında kaldığımız bütün kavramlar gibi, adalet de yaşamı sadeleştirdiğimiz taktirde kolaylıkla gerçekleştirebileceğimiz sıradan bir olgudur. Zor olan, bu dünyanın sadece bize ait olduğu kötücül yanılsamamızdan ve hırslarımızdan arınarak buna samimiyetle niyet etmemizdir. Maalesef, bu niyet de şimdilik ufukta gözükmüyor.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Mehmet Korkmaz Arşivi