Kahramanların intikamı: Kahramanlıklar intikam üzerine kurulur…

Kısacası, barışın koşullarından biri de intikamı dönüştürebilme becerisidir. Çünkü dönüştürülmeyen intikam ya failiyle özdeşleşir ya da toplumsal hafızada bir yara olarak kalır.

İntikam üzerine birkaç yazı kaleme aldım. Bu metin, adeta önceki yazıların bir özeti. Geçtiğimiz günlerde, bir kreşte çalışan eğitimcilerin çocukların aileleriyle yaşadıkları sorunlar üzerine düzenlenen bir süpervizyon oturumuna katıldım. Bu çalışanlar, anti-otoriter bir eğitim modeli benimsiyor ve barışçıl bir pedagojiyi öne çıkarıyorlardı. Örneğin, bir çocuk Star Wars kılıcıyla kreşe geldiği için “savaş aleti taşıdığı” gerekçesiyle içeri alınmamıştı. Bir yandan bu tür şiddet karşıtı eğitim yaklaşımları yaygınlaşırken, diğer yandan şiddet ve intikam kültürü kitle kültürünün ayrılmaz bir parçası hâline gelmiş durumda. Superman, Batman, Harry Potter ya da Star Wars gibi figürler, günümüzde çocukların en sevdiği karakterler arasında yer alıyor. Aynı zamanda pedagojik masallar, okul öncesi eğitim kitapları ve dini anlatılar barışçıl değerleri öne çıkarıyor. Ne var ki bu barışçıl çerçeveye rağmen, intikam temalı olaylar karşısında büyük bir coşku ve tatmin hissi yaşayabiliyoruz. Buradaki asıl soru şudur: İnsan ilişkileri agresyonu kaçınılmaz olarak üretir mi? Yanıt çoğu zaman evet olacaktır. Çünkü agresyon, yalnızca saldırganlık ya da yıkıcılık değil; aynı zamanda yaşamsal bir itki, bir yönelim biçimidir. Agresyonun kendisi kötü değildir – kötü kullanılabilir. Onsuz, en temel yaşamsal faaliyetler bile mümkün değildir. Isırmak, çiğnemek, yutmak gibi fiiller bile agresif güdüleri içerir. Hatta pozitif agresyon olmadan cinselliği yaşamak dahi zordur. Bu bağlamda barışçıl pedagojinin agresyonsuz bir eğitim anlayışıyla özdeşleştirilmesi ciddi bir yanlış anlamadır. Gerçekten barışçıl bir pedagojik yaklaşım, agresyonu dışlamak değil, onunla nasıl ilişki kurulacağını, nasıl dönüştürülebileceğini ve ilişkilere nasıl entegre edilebileceğini tartışmalıdır. Çünkü agresyonu hayattan tamamen kovmak ne mümkündür ne de sağlıklıdır. Asıl mesele, bu enerjiyi nereye ve nasıl konumlandıracağımızdır: Agresyonu ilişkilere dahil ederken, onu şiddete dönüşmeden sınırlamak ve dönüştürmek. Oysa bugün özellikle pedagojik anlatılarda, mülayimleşmiş söylemler agresyonun bastırılmasına neden olurken, bu bastırma başka yerlerden, daha beklenmedik ve yıkıcı biçimlerde geri döner. İçeri girdiğiniz her kilisede, papazın terapötik tonda dile getirdiği sevgi, bağışlama ve şefkat mesajları kulağa hoş gelir. Ancak hemen yanı başında, çarmıha gerilmiş İsa heykelleri – çekilen acıyı sembolize eden bu imgeler – bir yandan kutsallık inşa ederken, diğer yandan şiddeti estetikleştirerek hafızaya kazır. Agresyonun pedagojik söylemlerden ve çocukluk anlatılarından “dışlanması”, onu daha sonra şiddet dolu fantezilere, süper kahraman mitolojilerine ya da devlet destekli cezalandırma arzularına kaydırır. Görünürde barışçıl olan sistemler bile, başka biçimlerde agresyonun geri dönüşüne zemin hazırlar. Bu nedenle hem pedagojik yaklaşımlarda hem kültürel temsillerde mesele agresyonu bastırmak değil, ilişkisel olarak anlamak, dönüştürmek ve sınırlandırmak olmalıdır. Çünkü agresyon dışlandığında değil, yalnızca dönüştürüldüğünde gerçekten işlevsel ve insani bir enerjiye dönüşebilir… Bu nedenle intikamın dönüştürülmesinden, pozitif yaratıcı intikamı yazıyorum haftalardır.

İntikamın Görünmezliği ve Barışçıl Anlatıların Şiddetle Gölgelenmesi

Bu konu üzerine derinlemesine düşünmek yerine hızlı, pratik çözümler üretmeye çalışmak, çoğu zaman sorunun kendisini büyütür. En barışçıl insanlar bile, barışçılıklarına şiddet sembollerini – farkında olmadan – içkin kılabilir. Bu çelişkiyi biraz açmak istiyorum:

Bir çocuk, annesinin elma keserken, fasulye doğrarken ya da portakal soyarken kullandığı bıçağı gözlemler. Bıçak, onun zihninde doğrama ve kesme işleviyle tanımlanan yararlı bir araç olarak yer eder. Bir gün eline bıçak geçen çocuk, annesini taklit etmeye çalışır; tıpkı onun gibi elma kesmek ister. (Burada “anne” sözcüğünü kullanmakla birlikte, yazılmamış bir “baba” figürünün de her satırda gölgede bulunduğunu hayal edin. Yazının akıcılığı açısından yalnızca “anne” diyorum; fakat bu ifade biçiminin kadınlara yüklenen görünmez emek rollerini pekiştirdiğinin farkındayım. Her fark ettiğimde kendimi sorguluyor, bu kalıplaşmaya katkı sunduğum için suçluluk duyuyorum. Değişim yavaş bir süreçtir; bu farkındalığı paylaşmak istedim.) Çocuğun elinde bıçağı gören anne ya da baba, onu “elini kesersin” diyerek engellemeye çalışır. Ancak bu uyarı aynı zamanda çocuğun zihninde bir merak uyandırır: “El kesmek nasıl bir şeydir?” Ve belki de bir süre sonra çocuk gerçekten elini keser. Ebeveyn de “Ben sana demedim mi?” diyerek durumu meşrulaştırır. Farkında olmadan çocuğuna ‘kötü yolu’ gösteren ebeveynler bu kez bilge, öngörülü kişiler olarak çocuğun karşına çıkarlar. Bu küçük sahne, şiddetle kurulan pedagojik ilişkinin, niyet ne kadar koruyucu olursa olsun, nasıl meraka ve tekrar üretime yol açabileceğini gösterir. Bu çerçevede kahraman figürlerine dönecek olursak: Kontekst ne olursa olsun, kahramanlık figürleri çoğu zaman zalimlikle iç içe geçmiştir. Kara Murat’ın kahramanlığı iyi kılıç kullanmasında, “kâfir öldürmesinde” yatar. Dini kahramanlar da bu kurgunun dışına çıkmaz. Hamza ya da Ali’nin “Allah’ın Aslanı” olarak anılmaları, yine benzer bir şiddet yetisiyle ilişkilidir. Agresyon ve şiddet görünmezleştirildiğinde, insanlar adeta bakar kör olur. Görünür olana bile gözlerini kapatırlar. Bu durum hem bireysel hem de kolektif bağlamlarda ciddi sorunlara yol açar. İntikam da bu mekanizma içinde işler: Bir yandan ilkel, barbar, vahşi olarak damgalanır; öte yandan gündelik hayatımızda, kültürel hafızamızda ve kurgusal anlatılarımızda sürekli yer alır. Keloğlan, Kemal Sunal ya da İlyas Salman’ın canlandırdığı karakterler, saflıklarıyla intikam alan figürler değil midir? “Kötü”yü alt eden, onun haddini bildiren ve izleyicide “oh, canıma değsin” duygusu yaratan karakterler. Halk anlatılarında ya da milli tarih anlatılarında da benzer bir yapı vardır. “Yunanlıları denize dökmek” bir tür kolektif intikam anlatısı değil midir? “Hak ettikleri cezayı verdik” söylemi, şiddeti haklı gösterme ve intikamı meşrulaştırma yoludur. İşte burada önemli bir anlatı devreye girer: Hak etme anlatısı. Bu, çoğu zaman yapılan kötülüğü kötü olmaktan çıkarmak için kurulan bir meşruiyet mekanizmasıdır. Bu anlatı sayesinde birey ya da kolektif, şiddet eylemini kendi içinde “masumlaştırır”. Aziz Nesin’in Sivas’ta yakılarak öldürülme girişimi üzerine geliştirilen tepkiler; “Madımak’ta yananlar hak etti”, “Kürtler kudurdu, biz de mecburen bastırdık” gibi ifadeler, bu tür anlatıların acı örnekleridir. Bu tür ifadeler yalnızca bireysel öfkenin ürünü değildir. Devlet ya da aklı başında addedilen kurumlar da benzer biçimde “hak ettikleri cezayı verdik” söylemiyle şiddeti rasyonelleştirir. Çünkü intikam ilkel olarak görüldüğü için, modern söylemler onun yerine “ceza”, “karşılık”, “önleyici müdahale” gibi meşrulaştırıcı terimler kullanır.

Çerçevesi Değiştirilmiş Şiddet ve Algı Bozukluğunun Normalleşmesi

Bakmak, her zaman görmek ve tanımak anlamına gelmez. Bakmak ama çerçevesi değiştirilmiş şiddeti şiddet olarak algılamamak, modern çağın en yaygın algı sapmalarından biridir. Bu sapma, yalnızca bireysel körleşmelerle değil, sistematik olarak şekillendirilen bir algı düzeniyle ilgilidir. Şiddet, bazı bağlamlarda “vahşet” olarak damgalanırken, bazı bağlamlarda estetize edilir, yüceltilir, hatta meşrulaştırılır. Örneğin, kızdığı için cinayet işleyen bir birey kamuoyunda hemen “cani”, “barbar”, “canavar” sıfatlarıyla damgalanır. Ancak aynı toplum, bir devletin insansız hava aracıyla gerçekleştirdiği “nokta atışı suikastları” alkışlarla karşılayabilir. Faili meçhul bir cinayete – eğer “siyasi değilse” – öfkelenen kişi, aynı anda devletin işlediği sistematik faili meçhulleri, yargısız infazları ya da zorla kaybetmeleri görmezden gelebilir. Cumartesi Anneleri bunun en çarpıcı örneğidir. Yıllardır aynı meydanda aynı cümleyi tekrar eden anneler, toplumun büyük bir kısmı tarafından hâlâ “görülmemeyi” başarabilmiştir. Bu görmezlik durumu yalnızca duyarsızlık değil, derin bir merak yitiminin göstergesidir. Oysa merak, insanı belirleyen en temel özelliklerden biridir. Hatta bu özellik birçok memeli hayvanda dahi gözlemlenir. İbrahimi dinî anlatılara göre bile, insanın cennetten kovuluşunun nedeni meraktır. Cennette, cinsellik ve haz yoktur; insan bu duygularla merak sayesinde tanışır. Günümüzde yaşanan sıradan erotizmin ve cinselliğin başlangıcında dahi merak vardır. Bu kadar yaşamsal bir yeti, bazı konularda neredeyse sistematik biçimde bastırılır. Egemen düzen, belli alanlarda “sorma”, “merak etme”, “kurcalama” der. İnsanlar, Cumartesi Anneleri’nin ne istediklerini merak etmemek için kendilerini bilinçli biçimde zorlar. Tıpkı şu soruları sormaktan kaçındıkları gibi:

Ermeniler bu topraklardan neden gittiler?

Binlerce Kürt köyü neden boşaltıldı? Gübre kokusu yüzünden mi?

İşte bu “sor(a)mama”, şiddetin çerçevesini görsel, dilsel ve ideolojik araçlarla değiştirme sürecinin sonucudur. Aynı bireyler, kahramanlık anlatılarına övgüler düzerken; suikast teknolojileriyle gurur duyarken, devlet destekli şiddeti “cezalandırma”, “hak edilen karşılık” gibi söylemlerle meşrulaştırır. Her gün haberlerde devletlerin insansız hava araçlarıyla gerçekleştirdiği suikastlara tanıklık ediyoruz – ve çoğu zaman bu eylemleri sevinçle karşılıyoruz. Örneğin, IŞİD lideri Bağdadi’ye düzenlenen suikast pek çok ülkede resmen kutlandı. Bu satırları Bağdadi’ye herhangi bir sempati duyarak yazmıyorum. Aksine, suikastların bir yandan ahlaken kınanırken, diğer yandan devletlerce sistematik biçimde uygulanmasını çelişkili buluyorum. İnsan kaçırmak, rehin almak, yargısız infaz gibi uygulamalar, normal koşullarda ulusal ve uluslararası hukuk çerçevesinde ağır suçlar olarak kabul edilir. Ancak son yıllarda Türk devleti de yurtdışından insan kaçırma operasyonları yürütüyor. Bu kişiler hukukun dışına çıkarılmış, yasal haklardan yoksun bırakılmış ve “gri bölge” denilen yargı-denetim dışı alanlara taşınmıştır. Uluslararası hukuk ve insan hakları ilkeleri açıkça ihlal edilmekte; ama bu ihlaller, toplumun önemli bir kısmı tarafından – adları “terörist” olduğu için – meşru görülmektedir. Hak ettikleri cezayı verdik. Bu ifade, modern devletin intikamı “akıllıca” ve “soğukkanlı” bir biçimde sahnelemesinin sloganıdır. Kaçırılan bu kişilerin çoğu “FETÖ mensubu” olarak tanımlanıyor. Adları “terörist” olarak sabitlendiği için, yargılanmadan suçlu ilan ediliyor ve bu nedenle toplumda genellikle “oh olsun” refleksiyle karşılanıyorlar. Bu kişilere sempati duymayabilirsiniz. Ben de duymuyorum… Mesele bu değil ama. Onlar da yapılan zulmün seyircisi olmak istemediğim için yazıyorum bunları. Nitekim Cumhurbaşkanı Erdoğan bir konuşmasında “FETÖ’cüler beni aldattı” demişti. Bugün devlet, bu aldatılmanın intikamını alır gibi davranıyor. İntikam, çoğu zaman duygu ile mantığın, gerçek ile imgeselin, adalet ile adaletsizliğin birbirine karıştığı karmaşık bir duygudur. Bazı intikam eylemleri, kişinin kendini kaybetmesine neden olabilir. Adeta bir uyuşturucu etkisi yaratır: kişi acımasızlaşır, körleşir. İntikamla ilgili resmî söylemlerle bireysel duygusal tepkiler her zaman örtüşmeyebilir. Bu nedenle intikam yalnızca bir adalet aracı değil, aynı zamanda çok yönlü, çelişkili ve derinlemesine anlaşılması gereken bir ruhsal ve toplumsal olgudur.

Duygusal Körlük ve Normalleşen Şiddet

Kötü olan genellikle gizlidir. Kamusal alanda, herkesin gözü önünde olan ise “normal” kabul edilir. Bazı kötü’lükler ritüelize edilerek açıkça gösterilir ama çerçeve bunu sadece olumlulaştırarak görür. Mesela biri elindeki sopayla birini dövüyorsa ne olur? Kötülük açıktan, göstere göstere yapılmaya başlandığında ne olur? Algılar değişir, manipülasyon başlar, yasak olan şey normalleşir – ve zamanla kötü olmaktan çıkar. Modern toplumda şiddetle de benzer bir ilişki kurulur. Önceleri insanı sarsan, şok eden görüntüler – haberlerde, sosyal medyada – zamanla doygunluk, sonra bıkkınlık, en sonunda kayıtsızlık yaratır. Örneğin, Filistin’de yaşananlar bir dönem öfkeyle karşılandı, yaygın tepkilere neden oldu. Bugün ise aynı görüntülerle karşılaştığımızda kanal değiştiriyoruz. Şiddet artık “görünür” olmasına rağmen, biz bakmamayı tercih ediyoruz. Böylece şiddet görünmez olmuyor belki, ama görünmezleştiriliyor. İnsan, “insan kalabilmek” için duygularını korumaya çalışır. Ancak aynı zamanda, bu duyguları kontrol edilebilir, uzaklaştırılabilir, baş edilebilir alanlara yönlendirerek kendini korur. Bu nedenle, Suriye’de Alevilere yapılanları görmezden gelen kişi, Avustralya kıyılarında karaya vuran bir balinayı kurtarmak için kampanya düzenleyebilir. Kuşkusuz bu davranış tek başına olumlu bir refleks göstergesidir. Fakat bu refleksin gösterildiği alanın coğrafi ve duygusal olarak yeterince uzakta olması, katılımı yönetilebilir kılar. Aynı kişi, duygusal olarak yakın, karmaşık ve politik olarak “zor” bir meselede – örneğin Kürtlere yönelik hak ihlallerinde – duyarsız kalabilir. Burada yalnızca siyasal seçicilik değil, aynı zamanda empati yorgunluğu da devreye girer. Sürekli acı, travma ve adaletsizlik görüntülerine maruz kalmak, bireyin duygu sistemini yorar. Duygular tükenmesin diye bazı alanlar bilinçli olarak dışarda bırakılır. Öte yandan, insan zihni bazı temel gerçeklikleri inkâr ederek ayakta kalabilir. Ölüm, bu inkârın klasik örneğidir: Hepimiz öleceğimizi biliriz ama gündelik hayatı sürdürebilmek için, sanki hiç ölmeyecekmişiz gibi davranırız. Bu inkâr, duygusal yükü hafifletmenin bir yoludur. Benzer bir mekanizma intikam duygusunda da işler. Modern toplum, intikamı “ilkel” olarak tanımlar.

İntikam, Devlet ve Modern Algının Kurgusu

Modern toplumun kendisini “uygar”, “rasyonel” ve “kontrollü” bir düzen olarak tanımlama biçimi, çoğu zaman devletsiz toplulukları “vahşi” olarak kurgulama stratejisine dayanır. Bu anlatının en bilinen felsefi kaynaklarından biri Thomas Hobbes’tur. Hobbes, devletsiz durumu bellum omnium contra omnes – “herkesin herkesle savaşı” – olarak tanımlar. Ona göre insanın doğal, el değmemiş hali oldukça vahşidir. Ancak Albert O. Hirschman (1987, Leidenschaften und Interessen), Hobbes’un “insanın doğası”ndan söz ederken aslında devletin yapısını kastettiğini belirtir. Hirschman, Spinoza’ya gönderme yaparak, “insanın doğası” dediğimizde gerçekte zihinlerimizde tasarladığımız, nasıl olmasını istediğimiz bir insan imgesini tarif ettiğimizi yazar. Hobbes’un doğa durumunda bireyler sürekli tehdit altındadır; bu durumda herkes potansiyel bir düşmandır. Kaotik ve tehlikeli bu ortamdan kurtulmak için, bireylerin kendi şiddet haklarından feragat ederek egemen bir otoriteye – düzen kurucu “baba” figürü olarak devlete – yetki devretmeleri gerekir. Bu anlatı, modern devletin şiddet tekelini meşrulaştıran temel kuramsal dayanaklardan biridir. Devletin görevi, keyfi intikamları önleyerek, düzeni sağlamak ve toplumu barış içinde tutmaktır. Ancak Fabian Bernhardt (Rache. Über einen blinden Fleck der Moderne, 2021), bu anlatının tarihsel olarak eksik ve ideolojik olarak yönlendirilmiş olduğunu öne sürer. Bernhardt’a göre, “ilkel” olarak tanımlanan topluluklarda intikam rastlantısal veya kontrolsüz bir şiddet biçimi değildir. Aksine, bu toplumlarda intikam ritüelleştirilmiş, ayinselleştirilmiş ve toplumsal yapının işleyişine entegre edilmiş bir pratiktir. İntikamın nasıl, ne zaman, kime ve hangi koşullarda uygulanacağı belirli normlara bağlanmış; keyfilik yerine simgesel dengeye dayalı bir yapı kurulmuştur. Buna karşılık modern toplum, intikamı bastırdığını ilan eder. Oysa Bernhardt’a göre bu bastırma yalnızca yüzeyde kalır; intikam duygusu hukuk sisteminde “ceza” adı altında, estetik temsillerde kahramanlık hikâyeleri içinde, devlet şiddetinde ise “meşru müdafaa” veya “önleyici güvenlik politikası” gibi söylemlerle yeniden üretilir. Bu bağlamda mesele yalnızca intikam alınıp alınmadığı değil; intikamın nasıl anlatıldığı, hangi çerçevede meşrulaştırıldığı ve nasıl görünmezleştirildiğidir. Bu görünmezleştirme süreci, yalnızca kurumsal değil, bireysel düzeyde de işler. Duygusal körlük, burada yalnızca bir hissizlik hali değil; aktif olarak yürütülen bir algı yönetimi biçimidir. Modern birey, kötülüğün bariz biçimde görünür olduğu anlarda bile bakmamayı, uzaklaşmayı, normalleştirmeyi tercih eder. Ve bazen en tehlikeli olan, kötünün gizlenmesi değil, açığa çıkmış kötülüğe karşı duyarsızlaşmaktır.

Modern toplumda hukuk aracılığıyla verilen ceza, çoğu zaman intikamın yerine geçen simgesel bir işlev görür. Yani adalet adına uygulanan yaptırım, aslında bastırılmış bir öç alma arzusunun kurumsallaşmış biçimidir. Suçluya verilen ceza, failin cezalandırılmasının ötesinde, mağdurun ya da toplumun “rahatlatılması” amacını da taşır. Böylece modern toplum, intikamı dışladığını ilan ederken, onu yalnızca farklı bir yüzle sürdürür.

Rövanş: Terbiye edilmiş intikam

İntikam üzerine kaleme aldığım pek çok yazıda önemli bir kavramı hep unuttum: Rövanş. Rövanş, mağlubiyet yaşayan tarafın kendisini bir kez daha gösterme, haklılığını kanıtlama veya yeniden mücadele etme hakkı talep etmesidir. Bu talep, modern rekabet kültüründe yaygın olarak tanınır ve hatta çoğu zaman bir centilmenlik jesti olarak sunulur. Modern spor müsabakalarında bu durum oldukça belirgindir. Bu alanlarda katı kurallar, hakem denetimi ve standardize edilmiş normlar üzerinden şekillenen bir rekabet vardır. Kazanma arzusu, modern rekabet kültüründe oldukça yoğundur; ancak bu arzu, kuralların sınırları içinde tutulur. Tam da bu nedenle, yenilen tarafa tanınan rövanş hakkı, yalnızca yeni bir karşılaşma değil, aynı zamanda adaletin temsili olarak görülür. Rövanş, hem simgesel bir telafi alanı yaratır hem de yenilginin yarattığı narsistik incinmeyi relatifleştirir – çünkü bu çerçevede herkes bilir ki: Yenmek de var, yenilmek de. Bu yapı içinde rakipler çoğunlukla birbirlerine karşı kişisel bir kin beslemezler. Mesele, bireyler arası bir hesaplaşmadan ziyade, oyunun çerçevesinde tanımlanmış kurallara göre yürütülen bir simgesel mücadeledir. Bu durum hem oyuncular hem de izleyiciler için psikolojik bir rahatlık sağlar. Kaybetmek, yıkıcı bir tehdit değil; sürecin parçası olarak deneyimlenir. Hiçbir futbolcu, maç kaybettiği için evinde rakibinin onu öldürmeye geleceği korkusunu taşımaz. Çünkü bu mücadele, baştan itibaren tanımlanmış bir zeminde, rasyonelleştirilmiş bir çerçevede gerçekleşir. Oyunun içindeki mücadele gerçek olabilir, fiziksel olarak yorucu olabilir, ancak duygusal anlamda kişiselleştirilmiş bir savaş değildir. Burada yaşanan gerilim, simgesel olarak sahnelenmiş bir çatışmadır. Bu bağlamda rövanş, intikamın toplumsallaşmış, estetize edilmiş ve denetim altına alınmış biçimidir. Narsistik yaralanmayı tanır, ancak onu şiddetle değil, tekrar etme hakkıyla telafi eder. Ve bu da modern toplumun agresyonu dönüştürme biçimlerinden biridir. Rövanş bu bağlamda, intikamın terbiye edilmiş, normlara bağlanmış bir biçimi olarak değerlendirilebilir. Modern oyunlar, bir tür uygar gladyatörlük sahnesidir. Burada intikam, kurallarla ehlileştirilmiş bir haz kaynağına dönüşür. Oyuncu, kendi sınırlarını zorlar, rekabet eder; izleyici ise bu mücadelenin estetiğinden ve sonucundan keyif alır. Rövanşta seyirci vardır. Tıpkı antik arenalarda olduğu gibi… Ancak bu kez kan yoktur, ölüm yoktur; duygusal bir tatmin, estetik bir gerilim ve adalet duygusunun sahne üzerinde simüle edilmiş versiyonu vardır.

İntikamın Biçimleri: Rövanş, Misilleme

Rövanş, doğrudan saldırganlık içermeyen, sembolik ve kültürel olarak kabul gören bir intikam biçimidir. Bireyin hem kendisine hem de başkasına karşı “yeniden deneme” hakkını talep ettiği bir zemindir. Bu yönüyle intikamı “ilkel” bir dürtü olmaktan çıkarır; onu oyunlaştırır, estetize eder, kurallara bağlar – ve böylece toplumsal olarak kabul edilebilir kılar.

Bu dönüşümün temelinde, sosyolog Erving Goffman’ın (Goffman’dan başka kontekslerde yazılarımda söz etmiştim) geliştirdiği çerçeve kuramı açısından bakıldığında, yaşantıların nasıl anlamlandırıldığı meselesi yatar. Goffman’a göre, insanlar olayları belirli zihinsel şemalar ve “çerçeveler” aracılığıyla yorumlar. Aynı eylem – örneğin birine vurmak – hangi çerçevede gerçekleştiğine bağlı olarak tamamen farklı anlamlar taşıyabilir: Bir boks maçında bu bir “oyun hamlesidir”, sokakta ise “şiddet suçu” olarak algılanır. Rövanş da bu bağlamda, saldırganlık içeren bir dürtüyü, oyun çerçevesi içinde anlamlandırarak zararsızlaştırır. Yenilen taraf, yeniden mücadele etme hakkını ahlaki olarak elde eder. Mücadele, kişisel düşmanlığa değil, önceden belirlenmiş kurallara dayanır. Bu çerçeve sayesinde narsistik incinme tolere edilebilir hâle gelir: “Yenmek de var, yenilmek de.” Böylece hem oyuncular hem de izleyiciler için psikolojik bir güvenlik alanı oluşur. “Oyun”un çerçevesi, mücadeleyi kişisellikten ve fiziksel tehditten ayırır. İşte bu çerçeve bir olayı nasıl yorumlayabileceğimizde rol oynar. İntikamı yönlendiren temel etken yalnızca acı değil, o acının hangi çerçevede ortaya çıktığıdır.

İntikamın bir başka biçimi olan misilleme, daha çok politik aklın alanına aittir. Misillemede duygusal yoğunluk düşük, stratejik hesap ise yüksektir. Örneğin, sınır hattında bir askeri vurulan devletin verdiği ani tepki, genellikle güç dengesini koruma ya da caydırıcılığı sürdürme amacı taşır. Bu konteksteki misilleme kurumsal çerçevede gerçekleşir, olay bireysel değildir. Yani misilleme yapan kişi yoğun bir duygusallık yaşamaz. Dolayısıyla misilleme ile bireysel intikam arasında hem duygusal yoğunluk hem de çerçeve yapısı bakımından belirgin farklar bulunur.

Rövanş, misilleme ve kişisel intikam gibi eylemler, her ne kadar aynı duygu zemininden – adaletsizlik, haksızlık, incinme – doğsalar da bunların anlamları, biçimleri ve toplumsal meşruiyetleri radikal biçimde değişir. Bir eylemi anlamlı kılan, yalnızca içeriği değil; hangi bağlamda ve hangi çerçeve içinde gerçekleştiğidir. Bu nedenle, intikam yalnızca bir “duygu” değil, aynı zamanda bir anlatı, ritüel, oyun, ceza ya da politik strateji olabilir. Ve onu neye dönüştüreceğimiz – birey olarak, toplum olarak – büyük ölçüde onu nasıl çerçevelediğimize bağlıdır.

Linç: Hukukun Askıya Alındığı Öfke Rejimi

Linç, çoğu zaman bir “önlem” gibi sunulur; oysa gerçekte hukukun askıya alındığı, öfkenin ve nefretin topluca dışa vurulduğu bir şiddet biçimidir. Linç kelimesinin kökeni, Amerikan hâkimi Charles Lynch’e (1736–1796) dayanır. Lynch, Amerikan Bağımsızlık Savaşı sırasında, suçlulara mahkeme kararı olmaksızın ağır ve keyfi cezalar vermesiyle tanınmıştır (Reinhard Haller, 2021, Rache). “Linç adaleti” kavramı, failin yargı sürecinden geçse dahi yeniden suç işleyeceği varsayımıyla cezalandırılmasını ifade eder. Bu bağlamda linç, bir tür “önleyici adalet” olarak gerekçelendirilir. Ancak bu adalet biçimi, yargı yetkisinin toplum tarafından gasp edilmesidir. Amerika’da 18. ve 19. yüzyıllarda linç, çoğunlukla halkın hukuku baypas ederek cezalandırmayı kendi eline alması biçiminde işlev görmüştür. Linç, nefretin ve onunla bağlantılı öfkenin kitlesel bir ifadesidir. Sözde “namuslu vatandaşlar”, topluma zararlı olarak gördükleri suçluları — katilleri, yankesicileri, kundakçıları, hırsızları — ortadan kaldırarak bir tür “temiz toplum” yaratmaya çalışırlar. Ancak linç sadece suçlulara yönelmez; kimi zaman toplumun sevmediği, ötekileştirdiği ya da rakip olarak gördüğü kişiler de bu şiddetin hedefi haline gelir. Bu durum ülkemizde de oldukça tanıdıktır. Linç, zaman zaman gerçekleştirilmiş, zaman zaman da son anda engellenmiş bir “gelenek” olarak hafızaya kazınmıştır. Birçok kez toplum, ötekileştirdiklerini bu yöntemle ortadan kaldırmaya çalışmıştır. Davacı ile davalının öfke yüklü karşılaşmalarında üçüncü bir kişi ya da kurum — yani hukuk, mahkeme, yargıç — devrede olmadığında, öfke doğrudan harekete geçer. Tanıl Bora’nın ifadesiyle: “Linç hukuku, hukuksuzluk demektir. Kalabalığın azınlığı çiğnemesidir… Korunmasız, çaresiz durumdakine saldırmaktır.” (Türkiye’nin Linç Rejimi, 2021) Böyle ortamlarda sonucun ne olacağı öngörülemez hâle gelir. Kimin haklı, kimin haksız olduğu tartışmasız bir biçimde ortadan kalkar. Linç, sadece bireye değil, hukuk ilkesine yöneltilmiş bir saldırıdır. Zamanla bu tür eylemler, adaletsizliğin olağanlaştırıldığı, kuralsızlığın meşrulaştırıldığı bir rejimin parçası haline gelir.

İntihar: Kendinden intikam almanın radikal biçimi

Zaman zaman gazetelerde karşılaşırız: Bir mühendis, yaptığı bir hatadan ötürü köprü açılışından önce intihar eder. Bir öğrenci, kopya çektiği ortaya çıktığı için kendine zarar verir. Bu tür haberler sadece bir ölümün değil, ağır bir iç hesaplaşmanın, radikal bir kendini cezalandırmanın göstergesidir. Bazı insanlar, yaptıkları hatadan ötürü kendilerini bağışlayamazlar. Toplumun tepkisinden, dışlanmaktan ya da mahcup olmaktan duydukları korku kadar, kendi içlerinde taşıdıkları ahlaki yük de ağır gelir. Hukuk sisteminin verdiği ceza bile bu içsel suçluluk duygusunu hafifletmez. Kimi zaman kişi, “cezamı çektim” duygusunu yaşayamaz; çünkü içindeki hâkim, dışardakinden daha serttir. Japon kültüründe harakiri olarak bilinen ritüel bu durumun tarihsel bir örneğidir. Harakiri, bireyin onurunu geri kazanmak ya da toplum karşısındaki sorumluluğunu yerine getirmek için kendi kendini cezalandırmasıdır. Burada söz konusu olan ölüm değil; ölüm aracılığıyla gerçekleştirilen bir arınmadır. İntihar, bazı durumlarda yalnızca bir kaçış değil, içsel bir mahkemenin nihai kararına dönüşür. Kişi, kendisini yargılar, mahkûm eder ve infaz eder. Bu açıdan bakıldığında intihar, bireyin kendi vicdanı önünde hüküm giymesidir. Bu hükmün ardında çoğu zaman yalnızlık, değersizlik, utanç ve telafi edilemeyeceği düşünülen bir suç ya da hata duygusu yatar.

Namertliğe yatkınlık

Bazen bir olay beni derinden yaralar. Oysa aynı olay, başkalarının gözünde sıradan, önemsiz bir şey olabilir. Bu kadar “basit” bir şeyden incinmiş olmam alay edilme korkusu doğurur; bu yüzden susarım. Ya da incinebilir yanımı — zayıflığımı — göstermemek için duygumu gizlerim. Bazen de beni inciten kişi benden güçlüdür; ona karşı gelirsem beni daha fazla incitebileceğini bilirim. Bu durumda tepki vermemeyi, sessiz kalmayı seçerim. Ama bu suskunluk, öfkenin yok olduğu anlamına gelmez. Tersine, öfke içe yönelir, bastırılır ve derinlerde birikir. İntikam arzusu gizlenir. Ancak bu gizlilik masum değildir. İçte tortulaşan bu öfke, zamanla gizli bir düşmanlığa, bir hainliğe dönüşür. Çünkü insan bir noktadan sonra bu bastırılmış öfkeyi daha fazla taşıyamaz. Ve artık doğrudan değil, dolaylı, gizli ve sinsi yollarla intikam almaya yönelir. Böylece intikam, açık bir hesaplaşma olmaktan çıkar; bastırılmış hıncın içten içe işlediği, namertçe bir intikam biçimine dönüşür. Kim intikamdan yanaysa yarasını açık tutuyor, merhem bulamıyor demektir.

Tam da bu nedenle, uzun yıllar süren düşmanlıkların ardından — binlerce ölüm, ağır travmalar, kırılmış hayatlar sonrasında — gerçek bir barış, bağışlama ve yüzleşme yaşanmazsa, ilişkiler hainleştirilir. Düşmanlık biçim değiştirir, ama ortadan kalkmaz. Ayrıca savaş boyunca taraflar zaten alenen değil, dolaylı, gizli, haince yöntemlerle savaşmaya alışmışlardır. Adı barış olan ama sürdürülen gizli savaşın dili sinsileştikçe, barışın dili de zor kurulur. Ve bu durumda intikam sadece bir duygu değil, gizli bir alışkanlık hâline gelir.

İntikam sadece intikam değildir… Türleri, biçimleri, zamanları vardır. İntikam, içinde bir rahatlama potansiyeli taşır; biriken öfkenin dışavurumudur. Ancak her zaman bir iç barışa hizmet etmez. Bazı insanlar intikamlarını aldıktan sonra bile içsel olarak huzura kavuşmaz, kendileriyle barışamazlar. Tarihte bazı toplumlarda ceza, sadece cezalandırmak için değil, suçu teşhir etmek için de uygulanırdı. Örneğin Çin’de bazı suçluların derilerine işlenen yazılarla, kesilen ellerle, burunlarla suçları bedensel olarak görünür kılınırdı. Bu tür cezalandırma biçimleri, modern toplumlarda hapis ve para cezalarına evrilmiştir. Bir zamanlar “şeriatın kestiği el”in yerini artık hapis cezası almıştır. Acı, mekânsal ve sembolik olarak başka biçimlerde sürdürülmektedir.

İç barışı ve ruhsal huzuru mümkün kılan bir intikamın koşulu, failde gerçek bir pişmanlık ve suçluluk bilincinin varlığıdır. Aksi takdirde intikam, sürekli yenilenen bir öfke döngüsüne dönüşebilir. Türkiye’de yıllar boyunca sınav sorularının sistematik biçimde çalındığı, sayısız insanın bu haksızlık üzerinden hayat kurduğu yazıldı, söylendi. Devlet de bu durumu açıkça dile getirdi: “FETÖ’cüler soruları çaldı” dedi. Ancak devlet, suçlarını başkalarının üzerine yıkmakta ustadır. Fetöcülerle halkı meşgul ederken, kendisi hırsızlığa devam etmektedir. Örneğin, AKP iktidara geldiğinden bu yana kaç Alevi çöpçü olarak bile kadroya alınmıştır? Alevilikleri iş bulmalarında ne kadar engeldir? İnsanların yalnızca haklarını değil, ekmeklerini de çalmaya devam ediyorlar. Yine de bugüne kadar tek bir fail, bu büyük sınav hırsızlığını açıkça itiraf etmedi. On binlerce mağdur, yüzlerce faili meçhul olay, sessizlik içinde mezarlara gömüldü. Herkes kendi haklılığının ardına saklandı; kimse yüzleşmeyi göze alamadı.

Reinhard Haller (Rache, 2021), bağışlamanın yapıcı bir ruh hali yaratabildiğini söyler. Fakat bazı durumlarda affetmek, yalnızca iktidarın lütfu olabilir; iç çatışmalar ise daha derin izler bırakır. Pir Sultan’a, “içinde Şah sözcüğü geçmeyen bir türkü yazarsa bağışlanacağı” söylenir. Bu, iktidarın bağışlamasıdır; ama Pir Sultan’ın kendini bağışlaması mümkün değildir. Kararı nettir: “Ben de bu dünyadan Şah’a giderim.” Ve idam edilir. Ardından bir halk türküsüne, bir ağıta dönüşür. Bazen mağdur failinin diliyle konuşmayı reddeder; onunla aynılaşmayı, benzeşmeyi kabul etmez. Olayda oluşan asimetriyi ve kimliğin değişmesine izin vermeyerek failin insanlığını yeniden edinmesine izin vermez. Bu aslında faili sonsuz failliğe mahkûm etmektir. Bu tür bir intikam aslında intizamsız intikamadır. Madımak örneği bunun güçlü bir ifadesidir. Madımak Katliamı’nın intikamı fiziksel bir cezayla değil; türkülere, ağıtlara, kültürel hafızaya kazınarak alınmıştır. Aynı şekilde soykırımdan sağ kurtulan Ermenilerin yazdıkları da inkâr edilemeyen bir intikam biçimidir – yazılı, yaratıcı, belleği dönüştüren. Kısacası pozitif ve yaratıcı intikam intikamın dönüştürülmesidir. Bazen intikam pozitif ve yaratıcı bir biçimde tezahür eder. Örneğin, ülkücü Dursun Önkuzu’nun ölümü ardından yakılan ağıt gibi: Anası ‘Dursun’ demiş,/ durmaz gider Önkuzu… Bu şiir öç almaya ant için yazılmıştır… Kısacası, barışın koşullarından biri de intikamı dönüştürebilme becerisidir. Çünkü dönüştürülmeyen intikam ya failiyle özdeşleşir ya da toplumsal hafızada bir yara olarak kalır.

Barışın önündeki en büyük engellerden biri de belirsizlik.

Onlarca yıl boyunca dostumuz da düşmanımız da belliydi. Bu düşmanlık içinde var olabilmenin yollarını geliştirdik. Zamanla düşmanlık, savaş ve çatışma bizim için bir tür gerçekliğe dönüştü. Şimdi ise, yıllardır görünce yolumuzu değiştirdiğimiz insanlarla düşmanlığı sona erdireceğiz. Ama nasıl? Düşmanla düşman olmayı biliyoruz; fakat düşmanla düşmanlık hâlini sonlandırmayı, düşman olmamayı bilmiyoruz. Yıllarca süren savaşlar güven duygumuzu sarstı. Edindiğimiz ritüeller, her yerde kendimizi ayrıştırma biçimlerimiz… Bütün bunlar artık otomatiğe bağlandı. Barış sürecine dair neredeyse hiçbir fikrimiz yok; bu konuda hem bilgisiz hem de acemiyiz. İşte tam da bu belirsizlik bizi eski kalıplara itiyor. Eski duygular ve davranışlar, çünkü onlar tanıdık, çünkü onlara alışkınız.

Devam edecek…