Hata kültürünün eksikliği - Hata kültürü nasıl oluşturulabilir?
Toplumsal düzeyde hata kültürü eksik olduğunda, narsistik topluluklar ortaya çıkar: yenilgiyi kabul edemeyen, yanlışlarını inkâr eden, hataları düşmanlara projekte eden toplumlar… Oysa hatayla yüzleşebilen, onu şeffaf biçimde tartışabilen toplumlar daha olgun, daha dayanıklı ve daha özgürdür.
Hatadan korkmak
Çocuğa annesi “akıllı olması” gerektiğini söyler. Fakat burada “akıllı olmak”tan kasıt, rasyonel düşünmek değil; topluma ve aileye uygun davranmak, yetişkinlerin değerlerini ve yasaklarını içselleştirmektir. Bu çağrı, çocuğu kendi benliğinden uzaklaştıran bir toplumsal mesaj taşır: “Sen, ancak bize benzediğin sürece kabul edilirsin.” Çocuk, erken yaşta farkını gizlemeyi, kendi sesini kısmayı öğrenir. Bireysel olan törpülenir; özgün olan, “uygunluk” uğruna bastırılır. “Akıllı olmak” buyruğu, süperegonun ilk biçimlerinden biridir — çocuğun içinde yer eden, ebeveynin sesiyle konuşan içsel bir denetleyici. Bu içselleştirme, sevgiyi hatasızlıkla, kabulü uyumla özdeşleştiren bir yanılsama yaratır. Kültür kuramlarında sözü edilen arlanma kültürü de bu içselleştirme biçimini pekiştirir. “Akıllılık”, çoğu zaman utandırılma ve mahcup edilme üzerinden düzenlenir. Akılsızlık utandırılarak cezalandırılır. Bu utandırılma, zamanla dışsal bir denetim olmaktan çıkar ve içsel bir göze, bir hakeme dönüşür. Artık birileri onu utandırmasa bile, kişi kendi hatasından dolayı kendi kendine utanır. Bu içselleştirilmiş göz, üst-ben’de yer alır; orada “akıllı çocuk” ya da “akıllı insan” imgesini temsil eden ideal ben ile, gerçek yaşantıdaki ben arasındaki fark, mahcubiyet duygusuna yol açar. Mahcubiyet, bu iki ben arasındaki açıklığın duygusal yankısıdır — kültürel olarak biçimlenmiş, içe alınmış bir utanç biçimi. Oysa hatasızlık, gelişim değil, donma hâlidir. İnsan, hatalar aracılığıyla öğrenir; belki de sadece, hatasının anlamını düşünebildiğinde, onunla yüzleşebildiğinde öğrenir. Hata, benliği kendi sınırlılığıyla, kırılganlığıyla, kusurluluğuyla karşı karşıya getirir. Hata yapmaktan korkan kişi, kendi üst-ben’in mahkûmu olur: ürkek, aşırı uyumlu ve kendini sürekli denetleyen bir benlik. Çocukken “akıllı olmanın” ödülü sevgiyse, yetişkinlikte de “yanlış yapmamak” hayatta kalmanın koşulu hâline gelir.
Fakat her yaşanan olay deneyime dönüşmez. Deneyim, duygusal olarak sindirilmiş, düşünülmüş ve sembolleştirilmiş yaşantıdır. Bazı hatalar, bu süreçten geçmediğinde, bilinçdışında tekrarlama dürtüsü olarak yeniden sahnelenir. Bu nedenle, bazı ilişkiler, çatışmalar ya da başarısızlıklar biçim değiştirerek hep geri döner. Ancak hata yüzleştirildiğinde — utançla değil, merakla ele alındığında — bilinçdışına sürülmek yerine düşünülmesine izin verildiğinde, dönüşüm başlar. Öğrenmek, hatayı bastırmak değil, onun içindeki anlamı açığa çıkarmaktır. Sağlıklı bir hata kültürü, hatanın cezalandırılmadığı, utanca gömülmediği, dönüştürülmesine izin verilen bir iklimde mümkündür. Böyle bir kültürde hata, süperegonun cezalandırıcı sesine değil, benliğin öğrenme kapasitesine hizmet eder. Ve belki de o zaman, öğrenme dediğimiz şey yalnızca dış dünyaya değil, kendi içimize doğru yapılan bir yolculuğa dönüşür.
Sosyal medya medyumları
Sosyal medyada görüyorum… “Sihirli” cümlelerle insanları kısa sürede dönüştüren, üstün bilgiye sahip “efsane” terapistler… En doğru yolu göstereceklerini vaat eden, adeta yüce bir konumda sunulan kişiler… Terapi kitaplarındaki vaka tanıtımları da çoğu zaman benzer: 107. seansta hastanın söylediği birkaç cümle ve buna verilen olağanüstü cevaplar. Bu manzaraya bakılırsa her terapist çok verimli, çok başarılı (ben hariç). Oysa süpervizyonların amacı, terapi sürecinin nasıl ilerlediğini ve terapistin yaşadığı zorlukları değerlendirmektir. Fakat özellikle grup süpervizyonlarında “süper terapist” gibi görünme arzusu öne çıkabiliyor. Psikoterapiler —özellikle psikanaliz— temelde hatalar ve bu hatalar üzerine yapılan yansımalarla ilerleyen bir yöntemdir. İnsan, aferin almak için hikâyelerini arkadaşlarına, şefine, anne-babasına anlatır; fakat terapinin asıl konusu bunlar değildir (bunlar da dahil olabilir, ama merkeze bunlar yerleşmez). Freud, gecikmeleri, unutmaları, şaşırmaları, dil sürçmelerini bilinçdışına giden yollar olarak tanımlamıştı. Yani hata, insanı anlamamızda en güvenilir ipuçlarından biridir. Eğer kişiler yalnızca “güneşli” yanlarından söz ediyor ve enerjilerini hatalarını gizlemeye harcıyorlarsa, orada güven sorunu —belki de temel güven eksikliği— vardır. İnsanlar doğruyu, güzeli anlatmak için terapiye gelmez; terapinin konusu daha çok hatalar, zorluklar ve acılardır.
Sofrada keyifli bir hava vardır. Çocuğun elindeki cam bardak gürültüyle yere düşer ve kırılır. Beklenmedik bir ses, ani bir kaza… Çocuk, birden olumsuz ilgi odağı haline gelmekten korkar. Üstelik anne-babanın bağırması bu korkuyu katlar. Bu sadece bir dikkatsizliktir; fakat çocuk, hatadan çok yetişkinlerin tepkisinden tedirgin olur. O andan itibaren yaşanan olayı değil, gelecek tepkileri düşünmeye başlar. Başka bir öğünde, yemek sırasında yaptığı bir hata, çocuğun aklında yemekten çok kendi korkusuyla yer eder.
Kendi’nde kalmanın zorluğu
Okulda sınav sonuçları dağıtıldığında, çocuk kötü not aldığını görür. Onlarca kişinin içinde düşük not almanın mahcubiyeti… Kendi kendine duyduğu hayal kırıklığı, hedefi tutturamamanın verdiği üzüntü… Başarısızlığın kalıcı olma ihtimali… Ve en çok da arkadaşları arasındaki rekabette yenilmişlik hissi… Notlar, başarıyı ölçmek için vardır; başarılı öğrenciler bu yolla özdeğerlerini pekiştirebilir. Fakat o an bu denge sarsılır. Çocuk, bu anları yaşamaktan kaçar; kendisini, olayı ve atmosferi terk eder. Adeta geleceğe, eve “fırlatır” kendini. Aklında artık okulda yaşanan an değil, eve gittiğinde karşılaşacağı sahnedir. İç dünyasında o sahneyi canlandırırken, artık o anda ve orada değildir… Yaşadığımız olayda kalmayı, o olayın bizde yarattığı hâli kavramayı bilmiyoruz galiba…
Toplumlar da bireyler gibi hata yapmaktan korktuklarında, kendi çocukluklarını yeniden sahnelerler. Her seçimden sonra her partinin kendini kazanan ilan etmesi gibi: sanki artık seçimlerin kaybedeni yok. Oysa hata kültürünün olmadığı yerde, özeleştiri de olmaz. Özeleştiri, başarısızlığın ve bu başarısızlığa yol açan hataların incelenmesini gerektirir: hata bilincini, yenilgiyi kabul etmeyi, bahanelerden arınmayı… Yenilenler ve yenilgiyi kabul edebilenler, yenilmenin acısını hissedebilirler. Bu acıyla yüzleşebilmek, narsistik incinmeyle baş edebilmek, olgunlaşmanın bir parçasıdır. Ama biz, başarısızlığa tahammül edemeyen bir kültürde yaşıyoruz. Herkesin kazandığı, kimsenin kaybetmediği bir düzende, aslında herkes yenilginin utancını gizlice taşır. Tıpkı her yıl ligin bitiminde görülen o tuhaf sahnede olduğu gibi: Birden fazla şampiyon belirir. Resmî şampiyon vardır; ama aynı zamanda “hakkı gasp edilen hakiki şampiyon”, “gönüllerin şampiyonu”, “Anadolu’nun şampiyonu”, “Karadeniz’in şampiyonu”, “Amed Spor’un şampiyonluğu” da daha başka bir hikaye… Herkes kendi şampiyonluğunu ilan eder. Herkesin şampiyon olduğu ama kimsenin şampiyonluğunun kabul edilmediği bir düzen… Bu, özeleştirişiz bir toplumun aynasıdır. Yenilgiyi utançla, hatayı cezayla özdeşleştiren bir kültürde ne kaybeden vardır ne de gerçekten kazanan. Çünkü hata tanınmadığında, öğrenme de olgunlaşma da mümkün değildir. Gerçek zafer, kazanmakta değil, kaybı düşünmekte; hatayı bastırmakta değil, onu dönüştürebilmekte yatar. Yani yenilginin pedagojisi ve narsistik incinmeyle baş edebilme dersleri gerek…
Aptallığa Övgü
Hata bir yana, aptallık her insanın tanıdığı bir gerçekliktir.
Modern öncesi kültürlerde hayat daha basit, daha netti. Dünya kutupluydu: iyi/kötü, sıcak/soğuk, doğru/yanlış, kadın/erkek… Böyle bir dünyada hata kültürüne günümüzdeki kadar ihtiyaç yoktu. İnsan, içine doğduğu kültürün doğrularını öğrenir ve o yolda ilerlerse, başı pek ağrımazdı. Oysa günümüz çok daha karmaşık. Kültürlerin içinde bile alt kültürler var; yani tek bir kültürün içinde bile çoğulluk söz konusu. Eskiden “hak yolunda” gitmek yeterliydi. İnsan, hangi yoldan yürüyeceğini fazla sorgulamazdı. Bugün ise her gün, farkında olarak ya da olmayarak onlarca karar veriyoruz: Ne zaman uyanacağımız, ne giyeceğimiz, kahvaltı yapıp yapmayacağımız, işe gidip gitmeyeceğimiz, gideceksek hangi taşıtı kullanacağımız… Bu kadar çok kararın hepsinin “doğru” olması imkânsız. Herkes her gün defalarca hata yapıyor. Yanlış kararlar bizde çoğu zaman bir aptallık hissi yaratıyor; çünkü kararın yanlışlığını bu şekilde tercüme ediyoruz. Bu durumda hepimiz, defalarca ve sürekli “aptal” oluyoruz.
Yani aptallık, aslında normal hâlimiz.
Fakat yanlış karar vermenin neredeyse bir felaket sayıldığı bir kültürel iklimde, bu “aptal olma” hâlini gizlemeye çalışıyoruz. Aptallık, hepimizin sıkça yaşadığı ama kimsenin itiraf etmediği bir deneyimdir. Onun üzerine düşünmek, onu dönüştürmek yerine, biri bize “aptal” dediğinde yumruğumuzu sıkmayı tercih ederiz. Oysa aptallık, insanın insana en tanıdık hâlidir. Birbirini tanıyan, aynı hayatın içinden geçen insanlar, birbirlerinin aptallığını da görür. Hatta daha samimi olanlar, birbirlerinde daha çok aptallık fark ederler. Kişinin yalnızca kendisinin bildiği ama başkalarından gizlediği aptallıkları da vardır. Ve bazen, insanın çevresinin fark ettiği ama kendisinin inkâr ettiği aptallıkları… Yani aslında hepimiz, sandığımızdan da biraz daha aptalız. İlişkilerimizde kendi özgüven ve özdeğer duygumuzu — yani narsistik bütünlüğümüzü — çoğu zaman başkalarını aptal yerine koyarak dengeleriz. Başkasını küçülterek, kendi aklımızı yüceltiriz. Bu şekilde “aptal/akıllı” arasında hiyerarşik bir düzen kurar, ilişkilere görünmez bir güç asimetrisi sokarız. Oysa bu tutum, tam da kendi aptallığımıza sahip çıkamamamızla ilgilidir. Kendi sınırlılığını tanımayan, hata yapma kapasitesini bastıran benlik, üstünlük fantezisine sığınır. Bu, narsisizmin inceltilmiş bir savunma biçimidir: kendini korumanın yolu olarak küçümseme. Aptallığı inkâr etmek yerine, onu anlamaya çalışmak gerekir. Çünkü aptallık, bilginin karşıtı değil; onun eşlikçisi, hatta ön koşuludur. Aptallığını tanımayan biri, öğrenme kapasitesini de yitirir.
Aptallığın sosyolojisini öğrenmek, aptallığın psikolojisini kavramaktan geçer. Burada, daha önce bazı yazılarımda da değindiğim başka bir boyutu hatırlatmak isterim: kolektif aptallıklar. Bazı insanların bunca haksızlık, zulüm, adaletsizlik ve yoksulluğa rağmen ülkedeki faşist düzeni canla başla savunmalarını, yalnızca bilinçsizlikle açıklamak yetersizdir. Bu tutumu, bir savunma ve korunma mekanizması olarak da görmek gerekir. Aptallık, kimi zaman otoriteye uyum sağlamanın, farklılığı ve çatışmayı minimize etmenin bir yolu hâline gelir. İnsan, ait olduğu sistemin hatasını görmek yerine, o sisteme boyun eğerek kendi varlığını güvenceye almaya çalışır. Böylece aptallık, bir tür psikolojik zırh, travmaya karşı kolektif bir uyuşturucu işlevi görür. Bu nedenle “aptallığa övgü”, yalnızca bireysel bir ironiden ibaret değildir. Belki de gerçekten, hataya, yanılmaya, eksik olmaya — yani insan olmaya övgüdür.
Hata kültürünün olmadığı toplumlarda, bireyler hatayla karşılaştıklarında onu kabul etmek yerine, narsistik savunmalara başvururlar ve bahaneler üretirler, hatalarına rasyonel açıklamalar ararlar. Çünkü hata, yalnızca bir eylemin yanlışlığı değil, benliğe yönelmiş bir tehdit olarak algılanır. Bu algı, utanç duygusunu yaratır. Utanç ise, çoğu zaman bilinçdışında, “ben yanlış yaptım”dan çok “ben yanlışım” gibi özdeğer sarsıcı bir inanca dönüşebilir. Mükemmeliyetçilik, bu utançla baş etmenin en yaygın yollarından biridir: Hata yapmamak için kusursuz olma çabası… Fakat kusursuzluk talebi, insanın doğal yanılabilirliğiyle çatıştığı için, kaçınılmaz olarak sahte bir benlik yaratır. Bu sahte benlik, dışarıya “her şey yolunda” imajı verirken, içeride sürekli bir tetikte olma, hata yapmaktan kaçınma ve gerçek duygularını gizleme hali yaşanır. Toplumsal düzeyde de benzer bir mekanizma işler: Bir millet, bir parti ya da bir lider, hatayı kabul etmek yerine başarı hikâyeleri üretir. Bu, kolektif narsisizmin bir biçimidir. Yenilgi, yalnızca politik ya da ekonomik bir sonuç değil, “bizim kim olduğumuz”a dair bir yaralanma olarak hissedilir. Bu yüzden topluluk, kendi içindeki kusurları görmek yerine, hatayı dış faktörlere yükler, bahaneler üretir veya düşman imgeleri yaratır. Bu savunma döngüsü kırılmadığında ne bireysel olgunlaşma ne de toplumsal öğrenme gerçekleşebilir. Hata kültürü tam da bu noktada bir olgunluk işaretidir: hatanın normalleşmesi, onun utanç yerine öğrenme ve gelişim aracı olarak görülmesi…
Kâhin Olmamanın Zorlukları
Hiçbirimiz “yanlış” karar vermek istemiyoruz. Ama en doğru bildiğimiz kararın bile zamanla yanlış olduğu ortaya çıkabiliyor. Sabah güneşli havayı görüp yazlık giysilerle yola çıkıyoruz; akşam yağmura yakalanıp eve ıslanmış halde dönünce, sabahki kararımızın yanlışlığını anlıyoruz.
İnsanlar tarih boyunca geleceği öngörebilmek için çeşitli sistemler kurmuşlardır. Yüzyıllar önce bir köyde tarlasını eken köylü, bilinmeyen ve öngörülemeyen doğayı denetim altına almak için dinsel ayinlere sığınırdı. Elinden gelen çabanın yetmediği yerde, doğaya yenilmemek için ritüeller geliştirirdi: kuraklık ya da seli engellemek için tanrılara kurbanlar adardı. Tanrılarla doğrudan konuşamayan insan, falcılar, hocalar, medyumlar, kâhinler aracılığıyla geleceği görmeye çalıştı. Günümüzde bile bu tür ezoterik sistemler son derece kârlı. “Emin olma” ve “geleceği bilme” endüstrisi yüz milyarlarca dolarlık bir pazar haline geldi: burçlar, astrologlar, enerji uzmanları, yoga eğitimleri… İnsan, kiminle evleneceğini, kaç çocuğu olacağını, nasıl bir işe sahip olacağını bilmek istiyor. Oysa bu bilgiye ulaşmak imkânsız. İşte bu imkânsızlık, üstelik söylenenlerin doğruluğunun o anda sınanamayışı, falcıların ve medyumların “ekmek parası” oluyor.
Tanrıların birçok dindeki işlevlerinden biri de geleceği görmek ve kaderi değiştirme gücüydü. İnsanın alın yazısını kabullenmesi zordur. Bu yüzden insan, tanrısal olana yaklaşmak, yani geleceği görmek ve önlem alma imkânına kavuşmak ister. Günümüzde hâlâ bazı insanlar büyücülerin, falcıların, medyumların tanrısal güçleri olduğuna inanıyor ve bu inancı satın alıyor. Oysa bilimin işlevi farklıdır. Depremin şiddetini ölçmeyi sağlayan Richter ölçeğini geliştiren Charles Richter, geleceğin öngörülemezliği üzerine şöyle demişti: “Depremi önceden haber verebilecek olanlar, yalnızca deliler, yalancılar ve şarlatanlardır.” Artık yağmurun yağıp yağmayacağını kâhinlerden değil, meteorolojiden öğreniyoruz. Bilim, bilinmezliği bütünüyle ortadan kaldırmaz; onu sınırlı ölçüde görünür kılar. Bunun için olasılık hesapları yapar. İhtimalden söz eder ama kesinlikten asla. Bilim, doğruyu bulmaktan önce yanılma payını hesap eder. Böylece, her şeyi “şansa” bağlayan dinsel anlayışın karşısında, şansı ehlileştiren ve belirli ölçüde öngörülebilir kılan matematiksel yöntemler geliştirir. Lotto örneğinde olduğu gibi: kazanacağımız garanti değildir ama kazanma ihtimalinin ne olduğunu biliriz.
Benim çevremdeki bazı kadınlar altıncı hislerinin çok güçlü olduğunu, bu sayede geleceği öngörebildiklerini söyler. Çocukluğumda da “ayan olmak” deyimini sık duyardım: görünür olmak, bazı meseleleri önceden sezmek anlamında. Psikolog Gerd Gigerenzer (2013, Risiko) ise “bilinçdışının zekâsı”ndan, yani sezgisel zekâdan söz eder. Zekâyı yalnızca bilinç ve mantıkla sınırlamanın yanlışlığına dikkat çeker. Heuristik (sezgisel) düşüncenin değersizleştirilmesi de buradan kaynaklanır. Oysa yaşamak, belirli bir riski göze almadan mümkün değildir. Görünmeyeni görünür kılma çabasında, insanın sezgisel zekâya, bilinçdışının hafızasına ihtiyacı vardır.
Bebek dünyaya geldiğinde ilk gereksinimi güvence. Güvence olmadan yani onu kucaklayan, sarmalayan, onun bakımını üstlenenler yoksa bebek yaşayamıyor. İşte bu güvence gereksinimi ömür boyu sürüyor. Ayrıca dünya da çok güvenilir bir yer değil. Kazalar, afetler, savaşlar… Güvence kuşkuya, bilinmezliğe tercih edilir. Kâhinlik arzusu, insanda derin bir bilinçdışı kökene sahiptir. Çocuklukta hepimizin yaşadığı temel bir deneyim vardır: Belirsizliğe ve bilinmezliğe karşı duyulan kaygı. Bebek, annesinin geri dönüp dönmeyeceğini, karnının ne zaman doyacağını, ağladığında kucağa alınıp alınmayacağını bilemez. Bu bilinmezlik, çocuğun iç dünyasında yoğun bir kaygı üretir. Anne-babanın tutarlılığı, güven duygusunu zamanla inşa eder. Fakat bu tutarlılıkta boşluklar varsa, çocuk bilinmeyeni denetleme arzusunu daha güçlü taşır. Freud, dinsel inançların kökenini bu güvence arzusuyla açıklamıştı: İnsan, bilinmezlik karşısında tanrılara sığınır; çünkü tanrılar hem geleceği bilir hem de onu değiştirme kudretine sahiptir. Bu, çocuklukta anne-babadan duyulan mutlak güvence beklentisinin yetişkinlikte kültürel bir forma bürünmüş halidir.
Kâhinlik arzusu, bir bakıma “her şeyi bilme” düşüdür. Bu düş, bireyi belirsizliğin acısından korur; fakat aynı zamanda, hatayla, yanılabilirlikle ve eksiklikle barışmasını da engeller. Gerçeği öngörme ve kontrol etme arzusunun ardında, aslında “yaralanmamak” ve “yanılmamak” isteği yatar. Bu nedenle kâhinlik, yalnızca geleceği görme arayışı değil, aynı zamanda bilinçdışında kaygıyı yatıştırma ve kusursuz güvenlik alanı yaratma çabasıdır.
Hatasız Kul Olmaz, Hatasızmışım Gibi Sev Beni
Risksiz yaşamak, hatasız bir hayat sürmek imkânsızdır. Risk alanlar, hata yapmayı da göze alırlar. Hatalardan korkanlar ise hiçbir şey yapmaz; felçli gibi davranır, hayatı durağanlaştırırlar. Oysa insan, karar vererek yaşar. Karar verenler arasında da riskten korkanlar ve riski göze alanlar vardır. Karar vermek kaçınılmaz olduğunda insanlar ya atak ya da savunmacı (defansif) kararlar alırlar. Bazı sorularla ilk kez karşılaşırız, bazen soruyu bile anlamayız; bu da hata riskini yükseltir. Gestalt psikologları hatayı azaltmak için farklı bir yöntem önermiştir: Bir soruyu, cevap bulunana kadar farklı biçimlerde formüle etmek. Doğru soruyu sormak hem anlamayı hem de çözümü kolaylaştırır.
Gerd Gigerenzer, hata yapmayan sistemlerin akıllı olamayacağını söyler. Hata kültürü geliştirmeyen sistemler, kitlelerini aptallaştırır. Burada “her hata”dan değil, daha çok öğrenebildiğimiz “iyi hatalar”dan söz ediyoruz. İyi hata, sonuçları kötü de olsa insana öğreten, geliştiren, dönüştüren hatadır. Kötü hata ise yalnızca korku yaratan, sorgulatmayan, öğretmeyen hatadır. İnsan yaşadığı sürece hatadan kaçamaz; mesele hatayı nasıl işlediğidir. Negatif hata kültürlerinde insanlar hatadan kaçınmaya çalışır; her hatayı bir felaket gibi yaşar, bahaneler üretir. Pozitif hata kültürü ise hatanın incelenmesine, duygusal boyutlarının ve sonuçlarının anlaşılmasına önem verir. Gigerenzer bu noktada havacılık endüstrisini örnek gösterir. Uçma, insanda arkaik korkular uyandırır; ama sivil havacılıkta her hata şeffaf biçimde incelenir. Yılda yüzbinlerce insan trafik kazasında ölürken, milyonlarca uçuşta sorun yalnızca on milyonda bir yaşanır. Yani uçuş korkuları aslında nevrotiktir. İşte bu şeffaflık sayesinde havacılık, en güvenli ulaşım biçimine dönüşmüştür.
Negatif hata kültürünün örneklerinden biri ise tıp alanıdır. Amerika’da her yıl yaklaşık 100.000 kişi tıbbi hatalardan ölüyor; Almanya’da da bu sayı yaklaşık 17.000. Oysa sağlık sistemi, havacılık gibi şeffaf değildir; sistem hatalarının üzeri örtülür, sorumluluk üstlenilmez. Neden? Çünkü doktorların yaptığı hataların sonuçları çok ağırdır. Bir manavın tartım hatasıyla bir cerrahın hata sonucu aynı değildir. Ayrıca tıbbi hatalar mahkemelere taşınabilir. Bu da sistemi savunmacı ve pasif bir hata kültürüne sürükler. Pasif hata kültürü, karar vermeden önce aşırı veri toplamaya dayanır; süreç uzar. Sağlık alanında birçok tahlilin gereksiz olduğu sürekli konu oluyor. Bunun nedeni savunmacı hata kültürünün kendisini güvenceye alma eğilimi… Savunmacı hata kültürü ise hatadan çok sorumluluktan kaçmaya yöneliktir. Doktor, kendini güvenceye almak için gereksiz tetkiklere başvurur. Bizler de günlük hayatımızda benzer şekilde savunmacı kararlar alırız: Örneğin, risk almamak için tanıdık markaları tercih ederiz. Böylece sorumluluğu markanın “büyüklüğüne” yükler, kendi kararımızdaki hata riskini azaltmaya çalışırız.
‘Burnu sürtsün’ diye hatayı seçmek, hataya izin vermek… Hata kültüründe düşmanca eğilimler de vardır. Biri sokak röportajında, Erdoğan’a oy vereceğini bağırarak söylüyordu; amacı aslında, “yanlış” olarak görülen tercihi yapıp karşı tarafın hatasını kanıtlamak. Benzer bir örnekte, terapiye gelen lise öğrencisi, kendisini sevmeyenlerin onu okul temsilciliğine aday gösterdiklerini anlatmıştı. Burada amaç, adayın hata yapmasını görmekti. Çocuğun yapacağı hataya rağmen müdahale edilmemesi, bilinçli bir “hata beklentisi”dir.
Winnicott’un “yeterince iyi anne” kavramı, hata kültürünü anlamak için önemli bir başlangıçtır. Winnicott’a göre anne, bebeğe her an tam uyum sağlayamaz; kimi zaman bebeğin ihtiyaçlarını geciktirir ya da yanlış anlar. İşte bu “hatalar”, bebeğin dış dünyayı tanımasına, hayal kırıklığıyla baş etmesine ve kendi benliğini geliştirmesine olanak verir. Yani hatanın yokluğu değil, uygun dozda hata çocuğu olgunlaştırır. Fazla hata çocuğu kaotik bir çaresizliğe sürüklerken, hiç hata yapmayan (kusursuz) bir bakım da çocuğu kendi öz kaynaklarını geliştirmekten alıkoyar.
Freud ise “dil sürçmeleri, unutmalar, şaşırmalar” gibi fenomenleri bilinçdışına giden yollar olarak tanımlamıştı. Freud için hata, benliğin zayıflığı değil, tersine, bilinçdışının işleyişini açığa çıkaran güçlü bir işaretti. İnsan hataları üzerinden kendi arzularını, bastırılmış duygularını ve çelişkilerini görebilir. Yani hata, öznenin hakikatine giden güvenilir yollardan biridir. Bu açıdan bakıldığında hata, sadece öğrenmeye değil, insanın kendini tanımasına da hizmet eder. Aslında psikolojik büyüme, yalnızca düşünceyle değil, katlanılamayan deneyime dayanabilme kapasitesiyle mümkündür. Hata, bu deneyimlerden biridir. Hata ile yüzleşmek, insanın “dayanma kapasitesini” güçlendirir; onu, her şeyi denetleme arzusunun ötesine taşır. Dolayısıyla “iyi hata”, yalnızca öğrenme sağlayan bir yanlış değildir; aynı zamanda öznenin gelişimini, benliğin sınırlarının esnemesini, düşünmenin derinleşmesini mümkün kılan bir olaydır. Çocuğun küçük hatalarıyla karşılaşmasına izin vermek, terapide hataların görünür kılınması, ya da toplumda hata kültürünün teşvik edilmesi, bireysel ve kolektif olgunlaşmanın önkoşuludur.
Toplumsal Düzeyde Hata Kültürü
Hata kültürü yalnızca bireysel gelişimde değil, toplumsal kurumların işleyişinde de belirleyici bir rol oynar. Demokrasiler, hatanın kabulüne dayalı rejimlerdir. Bir seçimde kaybetmek, toplumsal düzeyde “yenilgi”yi ve “yanlış tercihler”i kabullenmeyi gerektirir. Yenilgiyi kabul edebilen toplumlar, bu deneyimi bir öğrenme fırsatı haline getirerek olgunlaşırlar. Oysa hata kültürünün olmadığı yerlerde seçim yenilgileri bahanelerle açıklanır; sorumluluk üstlenilmez, hatta yenilgi inkâr edilir. Böyle toplumlarda demokrasi yüzeysel kalır, çünkü asıl olgunlaşma hatanın kabulünde yatar.
Hukuk da hatasız işleyemez. Bir davada verilen yanlış karar, adalet mekanizmasının kusursuz olmadığını gösterir. Modern hukuk sistemleri, bu nedenle itiraz ve temyiz mekanizmaları ile donatılmıştır. Bu mekanizmalar, hukukun hataya açıklığını kabul ettiğini ve hatadan öğrenme yoluyla kendini düzeltebildiğini gösterir. Hata kültürünün olmadığı bir hukuk sistemi, otoriterleşmeye ve dogmatizme kayar. İdam cezasına karşı çıkmanın bir nedeni de kararın temyizinin olmaması.
Bilimsel düşünce ise belki de hatayı en üretken biçimde içselleştirmiş alandır. Bilim, “kesin doğrular” üretmekten çok, yanılabilirlik bilinci üzerine kuruludur. Her hipotez, yanlışlanabilir olduğu ölçüde bilimseldir. Yanlışlanan hipotezler, bilimi geriletmez; tersine, yeni bilgiye giden yolu açar. Bilim, hatayı verimli bir öğrenme aracına dönüştürerek uygarlığın ilerlemesini mümkün kılmıştır. Toplumsal düzeyde hata kültürü eksik olduğunda, narsistik topluluklar ortaya çıkar: yenilgiyi kabul edemeyen, yanlışlarını inkâr eden, hataları düşmanlara projekte eden toplumlar… Oysa hatayla yüzleşebilen, onu şeffaf biçimde tartışabilen toplumlar daha olgun, daha dayanıklı ve daha özgürdür.
“Aptal insan kendi hatasından, akıllı insan başkalarının hatasından öğrenir” derler. Aslında insan yalnızca kendi hatalarından değil, başkalarının hatalarından da öğrenir; buna “sosyal hata öğrenimi” diyebiliriz. Yani bir kültürün deneyimlediği ve bireyin bizzat yaşamadan da öğrenebileceği şeyler vardır. Kaynar suyun yakacağını anlamak için illaki hatayı/deneyimi bizzat yaşamak gerekmez. Bu, soyut bilginin gücüdür: başkalarının deneyimlerinden ve bilgilerinden yararlanma isteği. Ancak burada da bir sorun vardır: Bazı kültürel bilgilerin kendisi yanlıştır, hatalıdır. Benim çocukluk dönemimde mesela balıkla yoğurdun birlikte yenmesinin zehirleyeceğine inanılırdı. Bu tür yanlış inançlar da “öğrenilmiş hata”ların nasıl aktarılabildiğini gösterir.
Özeleştiri, hata kültürünün yaygınlaşmasıyla gelişir. Hatanın kabulü ve incelenmesi, yalnızca bireysel değil, toplumsal olgunlaşmayı da besler.
Son söz: İnsan hatalar yapmalı. İnsan bazen kendini mutlu edecek hatalar yapmalı, günahlar işlemli belki de… Doğru, güzel ve iyi kıymetlidir, ama tek başına çok sıkıcıdır ve dönüştürmez, monotondur. Elimizdeki çatalın yere düşmesi rezil etmez, üzerimize dökülen yemek… Bu yazıdaki birçok hata dünyanın sonu değil… Kimseye zarar vermeyen hataların kıymetini bilmek gerekir. Çünkü hata, yaşamı derinleştiren, renklendiren ve dönüştüren en insani tecrübelerden biridir.
Yaşamak risk almaktır… Risk almaksa hatasız olmaz…