Çevre faciası ve iklim krizi (4)- Hayır’ın büyüsü
İklim krizinin ciddiyetini kavramak yerine, bilinçdışı “sonun da bir son olmadığını” hayal ederek teselli bulur. “Dinozor Kompleksi” işte bu nedenle yalnızca bir kültürel fenomen değil, aynı zamanda derin bir psikoanalitik yanılsamadır.
Bebek dünyaya geldiğinde anneden bir kopuş yaşar. İç içe geçmiş, bir’lik içinde olan iki varlık yeniden iki olur. Ancak annenin hayatını bebeğe senkronize etmesi, bu kopuşu bir süre görünmez kılar; çocuk hâlâ bir bütünlük varmış gibi hisseder. Anne, onun bir organı, bir uzantısı gibidir. Büyümek dediğimiz süreç aslında bu bir’likten ayrışma, bağımsızlaşma sürecidir. Çocuğun annesiz ve babasız da yaşamını sürdürebilecek donanımı elde etmesidir. İşte bu bağımsızlaşmada en büyük rol yine anneye düşer (yazılarımda ‚anne’yle kadını değil de anne pozisyonundaki kişiyi kastediyorum). Anne yavaş yavaş kendisini çocuktan ayırmaya başlar. Mesela ağlamalara hemen değil, biraz gecikerek yanıt verir. Bu erteleme, aslında bir “evet, ama hemen değil”dir. Yani geçici bir “hayır.” Çocuk bu “hayır”larla annenin kendi dışında bir özne olduğunu kavrar. İki süje olurlar. Bu süreçte annenin sık sık “hayır” demesi, çocuğun gelişiminde belirleyici bir rol oynar. “Hayır”, bağımsızlığın ve kişilik gelişiminin en önemli dinamiğidir. Çocuk başlangıçta bu “hayır”ı kötü sayar. Örneğin, emmek istediğinde annesi reddettiğinde onu kötü sanır. Fazla tatlı yemesine izin verilmediğinde “düşmanca” bir yasak olarak algılar. Oysa anne çocuğu korumak için “hayır” demektedir. Zamanla çocuk bu hayırların sevgiden kaynaklandığını anlar. Böylece sevgiyle hayır iç içe geçer: İnsan sevmeyi, aslında “hayır”la öğrenir. Sevmek hayır’la başlar… Birini sevmek de aslında diğer milyarlarca kadına/erkeğe ‘hayır’ değil midir?
Yetişkinlikte de “hayır” düş kırıklığı ve incinme yaratır. Ama olgun insan, bu incinmeyle baş etmeyi bilir; çünkü çocukluktan itibaren hayır’ı deneyimlemiş, buna karşı savunma ve dayanma mekanizmaları geliştirmiştir. Ne var ki çoğumuz “hayır”la baş etmekte çok zorlanırız. Kimi zaman hayır’ı reddedilme, kimi zaman düşmanlık gibi algılarız. Narsistik incinmelerin ardında da çoğu kez hayır’a tahammül edememek yatar. Oysa olgun insan kendisine de hayır diyebilen insandır. Kendi sınırlarını koyabilen, arzularını frenleyebilen kişidir. Nitekim bebek bile doğar doğmaz kendi “hayır”larını ortaya koyar: Annenin memesini istemediğinde başını çevirir, zorla verilen bir şeyi kusarak reddeder. Çocuklukta inat dediğimiz davranışlar da aslında kişiliğin sınırlarını belirleyen “hayır”lardır. Hayır, direniştir; kimi zaman muhalefettir. Hayır diyenler kendilerini belli eder, tehlikeye atar. Bu yüzden hayır, cesaretin de adıdır.
Psikanalize önemli katkılar sunan Joachim Küchenhoff (2023, Klimawandel: Psychoanalytischer Versuch über die Schwierigkeit „nein“ zu sagen zur Zerstörung der Zukunft unserer Kinder= İklim Değişikliği: Çocuklarımızın Geleceğini Yok Etmeye “Hayır” Demenin Zorluğu Üzerine Psikanalitik Bir Deneme)) makalesinde, hayır’ın karşıtının evet değil, sessizlik ve karşılıksızlık olduğunu söyler. Ben de hayır’ı evetin basit karşıtı değil, bir olumsuzlama, bir negasyon olarak görürüm. Çocuk dünyasında hayır, kötü’nün adıdır. İklim krizi bağlamında da hayır büyük önem taşır: İsrafa hayır, kontrolsüz tüketime hayır, dünyayı yok eden yaşam tarzımıza hayır… Burada kastedilen yalnızca tepki değil, kendine de hayır diyebilme, kendini frenleyebilme yetisidir. Çünkü yeni bir kültür, ancak bu hayır’ların üzerinden yükselebilir. Sürdürülen kültür, yalnızca bizi fail kılmıyor, aynı zamanda dünyayı yok edecek kadar da zalim yapıyor. Yaşadığımız şey, aslında zamana yayılmış, taksitlendirilmiş bir toplu intihar. Bu intihar yalnızca bizi değil, tüm canlıları yok ediyor.
Küchenhoff bu dinamiği bağımlılık hastalığına benzetir. Bağımlı kişi kurtulmayı dener, yenilir, tekrar bağımlılığa döner. Bir noktadan sonra artık yalnızca ölmek için içer. Bizim de doğayı tüketmeye, dünyayı kirletmeye devam etmemiz böyledir: Öleceğini bilerek aynı kültürü sürdürmek. Cesaretini yitirmiş bağımlılar gibi, biz de dünyayı kurtarmaya gücü olmayan insanlar haline geldik. Bu faciayla mücadele aslında polemiklerle, karşılıklı suçlamalarla değil; suskunluk, kabulleniş de değil, radikal bir “hayır”la mümkündür. “İlelebet”li cümleler kuranlara, sonsuzluk marşları söyleyenlere, vatan güzellemeleri yapanlara da bir söz: Vatanınız olmayacak. Astronotların uzaydan gördüğü küçük mavi kürede, uğruna ölünmeye değer sanılan vatanlar ve sınırlar birkaç kilometre yukarıdan bakıldığında anlamsızlaşıyor. Yeryüzünü bölen sınırlar, aslında yapay ve boş.
Dünyayı yok etmek konusunda duyarlılık gösteren ya da bu bilince sahip olanların tutumlarında da çoğu zaman narsistik bir yan vardır. Burada söz konusu olan “istisnacılık” (ekseptiyonalizm/ Ekzeptionalismus) halidir. Örneğin Almanya’da çevre politikalarıyla tanınan Yeşiller Partisi yetkilileri, uçakla seyahatin çevre kirliliğine yol açtığını sıkça dile getirmiştir. Fakat sıra kendi pratiklerine geldiğinde, “işlerimizin yoğunluğu ve önemi nedeniyle uçak kullanmak zorundayız” diyerek kendilerine bir istisna tanımışlardır. Aslında bu yalnızca siyasetçilere özgü değildir. Çoğumuz benzer bir tavır içindeyizdir: “Bir kereden bir şey olmaz”. Bu düşünceyle kendi eylemimizi gözden muaf tutarız. O “bir kere”nin kirliliği, bize tanınmış bir ayrıcalık, bir istisna hakkı gibi görülür. Ve bu hakkı istemek, aslında narsistik bir hak iddiasıdır.
Dinozor Kompleksi
Yıllar önce büyük ilgi gören bir film vardı: Jurassic Park. Bu filmde milyonlarca yıl önce soyu tükenmiş dinozorların yeniden hayata döndüğü anlatılır. Filmi çekici kılan şey, canlı türlerinin yok oluşunun dünyanın sonu anlamına gelmediği fikridir. Dinozorlar ve mamutlar olmadan da dünya yaşamaya devam etmiştir. İnsanın yok oluşa dair tutumu çoğu zaman inkâr mekanizmasıyla şekillenir. Jurassic Park gibi filmler, bu inkârın görsel ve duygusal sahneleridir. Yok oluşu düşünmek yerine, yeniden doğuşun büyüsüne kapılırız. Milyonlarca yıl önce tükenen dinozorların tekrar ortaya çıkması, aslında bilinçdışımızdaki “sonun asla son olmadığı” inancına hitap eder. Freud’un tanımladığı ölüm dürtüsü burada belirleyicidir. İnsan yalnızca yaşama değil, aynı zamanda sona da çekilir. Ölüm dürtüsünü hayal edilebilir kılmak için ona bir fantezi eşlik eder: yok oluşun ardından yeniden doğuş. Bu hem ölümün çekiciliğini hem de dehşetini nötralize eder. Dinozorların geri gelişi, yok olanın aslında tamamen yok olmadığına dair bir teselli işlevi görür. İnsanoğlunda da benzer bir inanç vardır: “İnsanın yok olması dünyanın sonu değildir.” Oysa bu bir yanılsamadır. İnsanın sonrasını hayal etmek bile zordur. Küchenhoff, iklim felaketi karşısındaki tutumumuzu dinozorlara yönelik bu algıyla ilişkilendirerek buna “Dinozor Kompleksi” adını verir. Çünkü insan yok oluş öykülerini tuhaf bir biçimde çekici bulur. Jurassic Park’ı büyüleyici kılan da yalnızca yok oluş değil, aynı zamanda yeniden doğuş hikâyesidir. Bir daha geri dönmeyeceğini düşündüğümüz türlerin yeniden hayata kavuşması… İşte bu düşünce, insanlara dünyanın sonunun aslında bir “son” olmayacağını fısıldar. Filmdeki gibi bir süre sonra yeniden doğuş, bir tür reenkarnasyon olacağına inanılır. Yani, sonun inkârı.
Bu mekanizma yalnızca bireysel ölüm karşısında değil, kolektif yok oluş karşısında da devreye girer. İklim krizinin “dünyanın sonunu getireceği” söylendiğinde, çoğu insan bu sonu tahayyül edemez. Tıpkı dinozorların yok oluşunda olduğu gibi, “biz olmasak da hayat devam eder” diye düşünür. Bu düşünce rahatlatıcıdır, çünkü ölümün kesinliğini bertaraf eder. Ancak aynı zamanda pasifleştirici ve yanıltıcıdır. Çünkü insanın yok oluşu, dünyanın yok oluşu anlamına gelmese de insanlığın sonunu kabullenmek neredeyse imkânsızdır.
Burada güçlü bir inkâr savunması çalışmaktadır. İnsan, kendi sonunu düşünmek yerine, “nasıl olsa bir yeniden doğuş olur” fantezisine sarılır. Bu aslında ölüm dürtüsünün yarattığı kaygıyla baş etme çabasıdır. Ama bu çaba aynı zamanda hareketsizlik doğurur: İklim krizinin ciddiyetini kavramak yerine, bilinçdışı “sonun da bir son olmadığını” hayal ederek teselli bulur. “Dinozor Kompleksi” işte bu nedenle yalnızca bir kültürel fenomen değil, aynı zamanda derin bir psikoanalitik yanılsamadır. Yok oluşu romantize eden, ölümün ardından yeniden doğuşu vaat eden bu fantezi, bizi eylemsizlikte tutar. Böylece ölümün gerçekliğiyle yüzleşmek yerine, hayalî bir ölümsüzlük senaryosuna sığınırız.
Aslında bu düşünce yeni değildir. “Ölmeyi Öğrenmek” başlıklı yazımda da anlattığım gibi, dinlerin doğuşu insanın ölümü kabullenememesinden kaynaklanır. Ölümün kesin son olduğunu kabul edemeyen insan, ölüm sonrası hakkında açıklamalar ve anlamlar üretmiştir. Dinler de bu bilinmezliğe verilen yanıtlardır. Her din, ölümün bir son değil, bir geçiş olduğunu söyler. Ruhların yaşamaya devam ettiğini, bazı inançlarda ise başka bedenlerde yeniden doğduğunu (reenkarnasyon) anlatır. İbrahimi dinlerde ölüm “geçiş”tir; ahirette yaşam sürer. Ölüm mutlak son değildir. İşte bu anlayış, dünyanın sonuna dair düşüncelerimize de yansır: Dünyanın da bir sonu olmayacak, bir biçimde yaşam sürecekmiş gibi gelir.
Söz dinozorlardan açılmışken… En az 120 milyon yıl boyunca yaşamışlar. Çoğu devasa yaratıklarmış, dünyaya hükmetmişler… Sonra da yok olup gitmişler. İnsanın, yani Homo Sapiens’in yeryüzü macerası ise yalnızca 300 bin yıl. Buna rağmen “dünyaya hükmediyoruz, doğa kanunları bize işlemez” diye böbürlenen insan aslında fazlasıyla narsistik bir tutum içinde. İnsanlık hızlı yaşayıp genç ölecek gibi görünüyor. Dinozorlara kıyasla bizim maceramız çok daha kısa ve eğer radikal değişiklikler yapılmazsa, sonumuz da onlarınkinden çok daha hızlı gelecek gibi görünüyor.
Dünya Güvenilir Bir Yer Değil
İnsan dünyaya geldiğinde ilk gereksinimi güvencedir. Beslenme, barınma, temizlik, sosyal ilişki ve bağlanma güvencesi sağlanmadığında bebek yaşamını sürdüremez. Ölümüne kadar da insan aslında hep güvencenin peşindedir. Kapitalist düzende adına tüketim dediğimiz, özünde istifçilikle iç içe olan şey de güvenceyle ilişkilidir. İçinde yaşadığımız sistem esasen güvensizlik üzerine kuruludur: iş güvencesi, sağlık, beslenme… Günümüzde her insan bu sorunları kendi başına çözmekle yükümlüdür.
Psikanalist Wolfgang Schmidbauer (2023, Don’t look up! Die manische Abwehr als Risikoprinzip der Konsumgesellschaft = Tüketim toplumunun risk prensibi olarak manik savuşturma) adlı makalesinde tüketim toplumunun bir vaadinden söz eder: Kişi çalışarak güvenceye ve mutluluğa ulaşacaktır. Oysa asıl mesele, bireyin “her şey benim kontrolümde” yanılsamasını yaşamasındadır. Tüketim de bu kontrol ve güvence duygusunu sağlamak için işlev görür. Çalışarak, para biriktirerek, mal edinerek güvence ararız. Ama bu, “daha çok iş – daha çok tüketim – daha çok güvence” sarmalına yol açar. Bu sarmalda “istisna hakkı” da devreye girer: “Bir kereden bir şey olmaz” diyerek davranışlarımızı rasyonalize ederiz.
Schmidbauer “manik savunma”yla, yoğun korkunun mantığı yenmesini kasteder. Mesela diktatörlüklerde böyledir: Diktatör sürekli korku üretir ve bu korkuyu giderek yoğunlaştırır. Bir süre sonra insanlar artık mantığı terk eder. Korku filmlerinde olduğu gibi: korku sahnesinde gözleri kapatmak, olanı olmamışlaştırmak… İnsanlar bir gerçeği ne inkâr edebildiklerinde ne de kaçabildiklerinde, bu kez “kader” veya “takdiri ilahi” diyerek teslimiyet gösterirler. Yani rasyonel açıklamanın yerini ilahi açıklamalar alır. Ancak bu teslimiyet gerçek bir kabullenme değildir. Manik savunmada yenilgi kabul ediliyormuş gibi görünse de aslında kabul yoktur; bunun yerine bir kurtuluş fantezisi vardır. Düşmekte olan uçaktaki yolcular öleceklerini kabul etmek yerine, ilahi bir gücün kendilerini kurtarması için dua ederler.
Schmidbauer, manik savunmanın güvence ve güven duygusunun olmadığı, korkunun egemen olduğu durumlarda rutinleştiğini; gündelik yaşamda da yaygınlaştığını vurgular. Aslında güvencesizlik ile güvensizlik iç içedir. Günümüzde çoğumuz kendi sınırlarımızı kabullenmekte zorlanıyoruz. Bunun nedenlerinden biri de kendimizi sürekli başkalarıyla karşılaştırmak zorunda hissetmemizdir. Bu karşılaştırmaların amacı güven yaratmak gibi görünse de tam tersine güvensizliği artırır: en güzel olmak, en akıllı olmak, en güzel yemeği yemek, en çekici görünmek, en seksi olmak, en dolu hayatı yaşamak… Hep imkânsıza oynamak. İmkânsızlık da güvensizlik doğurur; tepki ise daha çok çabalamak, daha çok yarışmak olur. Ve çok yarışan çoğu kez çok kaybeder. Bu yüzden modern dünyada sürekli hızlanma hâkimdir: sürekli meşgul olmak, sürekli daha hızlı olmak… Yalnızca birey değil, her şey hızlanır. Binlerce kilometre birkaç saate aşılır, iletişim neredeyse anlık hale gelir. Oysa eskiden bir ineğin etini yiyebilmek için yıllar gerekirdi: doğum, besleme, büyütme, kesim… Bugün endüstri sayesinde bu bile hızlanmıştır. Hızlanma güvenceyi sağlıyor gibi görünür; ama aynı zamanda güvencesizliği de artırır. Özetle: Manik savunmanın en belirgin özelliği yenilgileri kabul etmemek ve sürekli bahaneler üretmektir. Gerçekçilikten kaçıştır.
Güven arayışının çıkmazından söz etmişken… Lenin’e atfedilen bir söz vardır: “Güven iyidir ama kontrol daha iyidir.” Lenin aslında güven konusundaki bir kısırdöngüye işaret eder. İnsan güven duygusunu elde edebilmek için denetler, dikkatini yoğunlaştırır. Fakat bu tutum paradoksal biçimde insanı daha da hassaslaştırır. Kontrol etmeye yöneldikçe güven oluşmaz; tersine, daha fazla güvensizlik ve daha fazla kontrol ortaya çıkar. Bu da kişiyi daha kuşkucu bir hale getirir. Oysa güven, yalnızca sürekli denetimle değil, insanın kendisiyle ve dünyayla kurduğu ilişkiyi yeniden gözden geçirmesiyle oluşabilir. Temel güven duygusu olmadan, yani dünyaya güven duymadan, insan aslında kendisine de güvenemez.
İnsan ve Korku
İnsan garip bir varlık… Bunca güvencesizlik ve tedirginlik varken, en korkunç (korku veren şeyi) olanı en güvenli yerde izlemeyi seçiyor. Binlerce yıl boyunca insanlar yırtıcı hayvanlardan korktu; ama bugün sirkteyiz: Yüzyıllardır korktuğumuz hayvanlar evcilleştirilmiş, zararsız hâle getirilmiş. Koltuğumda otururken, korkutucu olanın eğlenceye dönüşmesini izliyor; doğaya hükmedebildiğimizi görerek onun üzerindeki zaferin sevincini yaşıyorum. Evimizdeyiz… Bir polisiye filmi açıyoruz: seri katiller, cinayet, kan. Güvenli bir salonda oturarak en korkunç olanı korkmadan izliyoruz. Korku hazzı dediğimiz şey bu: korkunç olanla karşılaşmak ama güvende kalarak bundan zevk almak. Cambazın ip üzerinde yürümesini izlerken onunla özdeşleşiyoruz, ama hâlâ koltuğumuzdayız. Formula 1’de son hızla giden bir aracı ya da zirveye tırmanan bir dağcıyı izlerken de aynı şey oluyor. Tehlike başkasının bedeninde, haz ise bizim koltuğumuzda. Freud “tekinsiz”den (Unheimlich) söz etmişti. Tekinsiz olan, aslında tanıdık ve bildik olanın yabancı, ürkütücü bir şekilde geri dönmesidir. Dinozorların yeniden canlandırılması, evcilleştirilmiş yırtıcıların gösteriye dönüşmesi, cambazı güvenli bir koltuktan izlemek… Bunların her biri tanıdık olanın içindeki yabancılığı açığa çıkarır. Seyirci güvenli bir alanda oturur, ama aslında kendi içindeki ilkel korkularla, bastırılmış dehşetle yüzleşir. Korkunun hazzı tam da buradan gelir: evcilleştirilmiş olanın ardındaki vahşilikle yüzleşmek. Aynı zamanda burada yansıtmalı özdeşleşme de devrededir. Seyirci cambazla, pilotla, dağcıyla özdeşleşir; onların riskini ve cesaretini kendi bedeninde hisseder. Ama bu özdeşleşme yalnızca bilinçli değildir. Seyirci, kendi içindeki korkuyu ve saldırganlığı bu figürlere yansıtır; sonra da bu yansıtmayla özdeşleşerek sanki kendi başına geliyormuş gibi heyecan duyar. Cambaz düşmez, pilot kaza yapmaz, dağcı zirveye çıkar: Seyirci böylece hem tehlikeyi deneyimler hem de kurtulmuş olmanın hazzını yaşar. Bu süreç aslında bilinçdışındaki temel bir çelişkiyi açığa çıkarır: İnsan korkudan kaçmaz, tam tersine onu güvenli koşullarda yeniden üretir. Eskiden korkunun kaynağı yırtıcı hayvanlardı; bugün ise filmler, oyunlar, hız ve tehlike gösterileri. Korku, bir yandan hayatta kalmak için uyarıcı bir sinyaldir, öte yandan hayatı renklendiren bir haz kaynağıdır.
Arne Burchartz (2023, Wer lehrt uns fürchten? = Kim Bize Korkmayı Öğretiyor) insanın doğadaki en güçsüz canlılardan biri olduğunu, ama bu güçsüzlüğü sosyallikle dengelediğini söyler. İnsan avlanırken davranışlarını grupla koordine etmek zorundaydı; niyetini diğerleriyle uyumlu hale getirmeliydi. Bunun için başkasının ne yapacağını öngörmek gerekiyordu. Bu öngörü kapasitesi insana aynı anda iki yerden bakmayı öğretti: hem kendi gözünden hem de ötekinin gözünden. Bu eşzamanlı bölünme, yani kendi olmak ve aynı anda öteki gibi düşünmek, koordinasyonu mümkün kıldı. Öngörmek bir yandan tehlikeye karşı önlem almak demektir; ama aynı zamanda tehlikeyi önceden görmektir. Örneğin Endonezya’da bir adada yaşayan halk tsunaminin geldiğini görür, ama kaçış yolu yoktur. Hayvanat bahçesinden kaçan bir hayvanla karşılaşıldığında da insan başına gelecekleri sezebilir. Bilim insanları defalarca uyardı: Dünyanın sonunu hazırlıyoruz. Başımıza gelecekleri öngörüyoruz. Ama tıpkı tsunami karşısında olduğu gibi, kaçışın olmadığını düşünmek içimizi kaplıyor. İklim krizi bağlamında bu durum daha da çarpıcıdır. İnsanlık başımıza gelecekleri biliyor, öngörüyor – ama tıpkı tsunamiyi gören fakat kaçacak yeri olmayan ada halkı gibi. İşte burada tekinsizlik daha da keskinleşir: Dünyanın sonunu hazırladığımızı bilmek, ama bundan aynı zamanda büyülenmek. Ve yansıtmalı özdeşleşme yoluyla bu korkuyu filmlerde, senaryolarda, “son” öykülerinde tekrar tekrar yaşayıp tüketmek. Tekinsiz olan, inkâr edileni geri getirir. Yansıtmalı özdeşleşme ise bu korkuyu başkasında deneyimleyerek kendimizden uzaklaştırmamıza izin verir. Ama sonuçta, güvenli koltuklarda korkunun hazzını yaşarken, gerçek dehşet –iklim felaketi, yok oluş, güvencesizlik– dışarıda sessizce yaklaşmaktadır.
Bu kadar uzun anlatmamın nedeni panik yaratmak değil. Zaten “panik” sözcüğünün kökeni de ilginçtir: Çobanların tanrısı Pan’dan gelir. Pan bağırarak hayvanları çılgınca ürkütür; böylece ortaya çıkan kargaşaya “panik” denir. Çılgınca ürkmeler kriz anlarına benzer ve panik halinde yapılanların çoğu yanlışlarla doludur.
Bir anne bana şunu anlatmıştı: Memesi iltihaplandığından bebeğini emzirememiş, bebek uzun süre ağlamış ve hiçbir şekilde teselli edilememişti. Bebeğin algısında “annenin sütü kesildi, bir daha gelmeyecek” düşüncesi yoktur. Bebek için süt sonsuzdur; her zaman var olacakmış gibi yaşar. Aslında insanın dünyaya bakışı da biraz böyledir: Dünya ve doğal kaynaklar sonsuzmuş gibi davranıyoruz. Oysa enerjinin, suyun, toprağın, doğanın da bir sonu var. Tabiat ana da bir gün meme veremeyecek.
Bebek için meme yalnızca karın doyurma aracı değildir; aynı zamanda oyun, teselli, haz ve keyif kaynağıdır. Arne Burchartz, çevreyle ilişkimizde de haz ilkesinin, gerçeklik ilkesinin önüne geçtiğini söyler. “Hızlı yaşa, genç öl” sloganında olduğu gibi, anlık hazza öncelik veriyoruz. Kendini her canlıdan üstün gören insan, doğaya istediği kötülüğü yapmayı adeta doğal hakkı gibi görüyor.
Nuh Mantalitesi
Nuh anlatısı şöyledir: Putperestlik yaygınlaşır ve Tanrı, Nuh’u insanları doğru yola çağırması için gönderir. İnsanlar kurallara uymaz; Nuh başarılı olamaz. Bunun üzerine Tanrı’ya dua eder, insanların cezalandırılmasını ister. Tanrı Nuh’a büyük bir gemi yapmasını buyurur; ailesi ve inananlarla birlikte her canlıdan birer çift gemiye alınır. Tufan başlar, geminin dışındakilerin hepsi ölür. Bu ve benzeri mitolojik anlatılar, kuşaklar boyu aktarıldığı için insanın bilinçdışında derin izler bırakır. Burchartz, çevre felaketini hayal edişimizin çoğu kez tufan hikâyelerine benzediğini söyler. İnsanlar çevre krizini duyduklarında kendilerini hep “gemidekiler” arasında hayal ederler. Dolayısıyla önlem almayı da gereksiz görürler. Ama gerçeklikte ne Nuh’un gemisi ne de bizi kurtaracak bir Tanrı var. Panik çözüm değildir, mucize imkânsızdır. Üstelik ilk kez küresel bir krizle karşı karşıyayız; tufan anlatılarında olduğu gibi seçilmiş bir azınlığın kurtulacağı bir “arka plan planı” yok. Çözüm ancak küresel ölçekte örgütlenmeyle, üretimin ve ticaretin yeniden düzenlenmesiyle, doğaya karşı evrensel bir empati geliştirilmesiyle mümkün olabilir. Ne yazık ki bugüne kadar bu yönde güçlü bir adım atılamadı. Bu yüzden umutlanmam için şimdilik bir neden yok. Yaygın tutum şu: “Dünyanın derdi beni mi bulacak?” Nuh’un hikâyesine sığınanlar, ölmeyeceklerine inanarak aslında ölümü inkâr ediyorlar.
Bu yazıyı bitirirken…
Popülist ve ırkçı grupların çoğu iklim felaketine inanmıyor. Mesele “inanç” haline gelince, bilimsel veriler anlamını yitiriyor. Tartışma, “Sen inanıyorsun, ben inanmıyorum” düzeyine indirgeniyor. Zaten popülizm, her konuda bilimi inanca dönüştürerek tartışmanın zeminini kaydırır. Faşizm üzerine düşünen ve kitapları Türkçeye de çevrilen Federico Finchelstein (2021, Faşist Yalanın Kısa Tarihi, 2. Baskı), faşistlerin iklim krizini reddederek insanlık tarihinin en büyük soygununu ve zulmünü örtbas etmeye çalıştıklarını söyler.
“Ormanları Yakanları Biliyorum” başlıklı yazımda da değinmiştim: M. Hermann iklim faciasından doğrudan kapitalizmi sorumlu tutar. Nancy Fraser (2023, Der Allesfresser / Her Şeyi Yutan) kapitalizm öncesinde de doğanın tahrip edildiğini, ancak bunun daha çok yaşama amacı ve bilgisizlikten kaynaklandığını; kapitalizmin ise yapısal olarak doğayı tahrip ettiğini yazar. Daha çok üretim, daha çok tüketim ideolojisi kaçınılmaz biçimde doğaya yüktür. Fraser ayrıca, iklim krizinden birinci derecede sorumlu olan Batılı ülkelerin, gelişmekte olan ülkeleri sorumlu tutmasına; bu ülkelerin ise “Biz de gelişmek istiyoruz” diyerek itirazlarına dikkat çeker. Eva Illouz (2024, Explosive Moderne, 4. Baskı) ideolojilerin aslında umut toplulukları olduğunu vurgular. Dolayısıyla ideolojilerin çevre konusunu da önemsemeleri ve umut kaynağı olmaları gerekir. Buradaki mesele, naif ve işlevsiz çözümlerden uzak durmaktır.
Irkçı-popülist politikacıların izlediği yol — bilimsel çalışmaları engellemek — en yıkıcı olanıdır. İnsanların inançları gereği sorunlara naif çözümler araması sorun değildir; asıl mesele, gerçek çözümleri engelleyici tutumlardır. Yangın çıktığında insanlar yağmur duasına çıkabilirler; ama aynı zamanda yangını söndürmek için gerçek önlemleri de almak zorundadırlar. Dinsel konseptlerin pasiflikten aktifliğe geçişin önünde durmaması gerekir. Dua umudu içerir; ama umut, yalnızca eyleme dönüştüğünde anlam kazanır.
Eğer umut eyleme dönüşmezse, dua da ideoloji de yalnızca inkârın bir başka biçimi olarak kalır.