Televizyon, sosyal medya ve eğlenme mecburiyeti (1) - Acun, Müge ve diğerleri…
Siyasette olduğu gibi medyada da ötekinin gerçek hikâyesi anlatılmaz; onun yerine bir karikatürü, bir simgesi dolaşıma sokulur. Böylece toplum kendi parçalanmışlıklarını ve şiddet tarihini konuşmak zorunda kalmaz.
Sosyal medya ve televizyon formatları artık bilgilendirmekten çok teşhir etmeye dayanıyor. İnsan kendini sahneye taşıyor, hayatını bir gösteriye dönüştürüyor; seyirci olmakla yetinmeyip başrolün de kendisine ait olduğuna inanıyor. Programlar kişilerle özdeşleşiyor, onların adıyla anılıyor: Müge Anlı ile öğle üzeri, Zuhal Topal’la gemideyiz, Hülya Avşar’la bilmem ne… İbrahim Tatlıses’in kendi adıyla yaptığı program bu gösterinin uç örneklerinden biri. Stüdyodaki kalabalık yalnızca izleyici değil; bir vokal grubu gibi oyunun parçası. İnsanlar kendi hikâyelerini hem anlatıyor hem de oynuyor; yaşamlarını senaryoya dönüştürüyorlar. Ama bu sahnelerde samimiyet kayboluyor. Çünkü herkes rol içinde. İbrahim Tatlıses bazen maço, bazen sümüğünü silen duygusal erkek, bazen cahil, bazen baba, bazen dost, bazen ağabey. Rol değiştikçe içtenlik buharlaşıyor. İnsan kendi asıl duygusundan uzaklaşıyor. Medya “samimi” görünse de aslında samimiyetsizliğin üretim alanı.
Bazı programlarda belirli gruplar marjinalleştirilir. LGBT üzerine konuşulurken, konuşmacılar kendilerini ahlak piramidinin en tepesine çıkarır, oradan hükmederler. Kürtler söz konusu olduğunda da “Kürtlerle konuşmak” yerine “Kürtsüz Kürtler hakkında konuşmak” tercih edilir.
Ulrike Prokop’un (Der tiefenhermeneutische Ansatz in der Medienforschung, 2006 – Medya Araştırmalarında Derin-Hermeneutik Yaklaşım) işaret ettiği gibi, televizyon mahremi “bilimselleştirerek” sunar. Bilimselleştirme, konuşmanın ayıbını giderir; nesnelleştikçe utanma azalır. Cinsellik, “bilimsel açıklama” kılıfıyla sergilenir. Şişman bir kadın yarı çıplak teşhir edilip sağlık adına nesneleştirilir. Diyet programları, kalori hesapları, estetik ameliyat reklamları… İtici bulunan beden, “sağlık ambalajı”yla pazarlanır. Ama burada daha incelikli bir mekanizma işler: Bazı cinsel pratikler ya da arzular, ayıplanarak ve skandallaştırılarak gündeme getirilir. Normalde günah, ayıp ya da suç kategorisine giren şeyler, “ahlaksızlık” etiketiyle damgalandığında, en ince ayrıntısına kadar konuşulabilir hâle gelir. Yasak, paradoksal biçimde ifşanın kapısını açar. Psikanalitik açıdan yasak yalnızca engellemez; aynı zamanda arzunun nesnesini daha çekici kılar. Süperego’nun yasak koyucu sesi, aynı anda skandalı sahneleyen bir teşhir ekonomisine dönüşür. Mahrem olan, “ayıp” etiketiyle damgalanarak sahneye sürülür. Bu süreçte seyirci, hem ahlaki üstünlük hissiyle “yargıç” pozisyonuna çıkar, hem de yasak olanın çalınmış zevkine gizlice ortak olur. Skandalın cazibesi de tam burada yatar: yasak sayesinde korunmuş olan mahrem, yasak bahanesiyle topluca teşhir edilir. Yasak, bir yandan korur, diğer yandan tüketimi mümkün kılar. Televizyonun en güçlü senaryosu da budur: seyirciye “ahlaksızlığı” gösterirken aynı anda ahlaklı olma fantezisini beslemek.
Gunzelin Schmid Noerr (Das Medium spielt als Retter auf = Medya Kendini Kurtarıcı Olarak Sahneye Koyuyor, 2006) medyanın kendisini “kurtarıcı” ve “çözümleyici” olarak sunduğunu belirtir. Bu rol bir rol gibi algılanmaz, çünkü filmdeki karakterler kurmaca, televizyondakiler ise gerçek kişilerdir. Günlük hayatlarını, mahremlerini, gizlerini teşhir ederler; kimi zaman sohbet, kimi zaman dedikodu kılığında. Hikâyeler “gerçek”tir, bu yüzden inandırıcıdır; ama kurguyu görünmez kılan da bu “gerçeklik”tir. Böylece izleyici, korunaklı alanından sınır yolculuklarına çıkarılır. Özel olan, kapalı kapılar ardında kalması gereken, kamusalın malı hâline gelir.
Geçenlerde bir programda “aldatma testi” izledim. Bir kişi sevgilisinin kendisini aldatıp aldatmayacağı konusunda sınanıyor. Güven, her ilişkinin temeli, bir televizyon oyununa dönüştürülüyor. Aldatma bir dizi yoğun duyguyu harekete geçiriyor: gizlice arzulama, suçluluk, hainlik, kıskançlık, öfke, yakalanma korkusu… Herkesin kendi hayatında da bildiği karmaşık duygular. İşte bu tanıdıklık, izleyici sayısını artırıyor.
Yıllar önce Siyaset Meydanı adlı bir program vardı. Karşıt fikirli insanlar —sağcı, solcu— birbirlerini öldürdükleri geçmişin ağırlığıyla “uygarca” tartışırlardı. Program saatlerce sürerdi. İlk konuşan ağır bir ağabey edasıyla söze başlar, ikinci onun her dediğini çürütür, üçüncü ikisini birden reddeder, en son konuşan ise en haklı çıkar gibi görünürdü. Moderatör “en akıllı” ve “en adil”di; adeta bir terapist gibi tartışmayı özetler, manasını belirler, kavganın önüne geçerdi. Stüdyodaki seyirciler “halk” adına konuşur, dünyanın merkezinde olduklarını sanırlardı.
Gönüllü rezil olma ve rezaletten haz alma
İnsanlar neden kendilerini bu kadar rezil ediyorlar — çoğu kez de farkında olmadan? Narsisizm. “Benim onlardan neyim eksik?” duygusu, insanları starlar gibi davranmaya, starları taklit etmeye yönlendiriyor. Star olabilmek için starların davranış repertuarını da sahnelemek gerekiyor. Ama deneyimsizlikler çoğu zaman alaya alınacak, star olma heveslilerini komik duruma düşürecek sahneler yaratıyor. Yani iyi olduklarında bizi eğlendiriyorlar; kötü olduklarında bu daha da eğlenceli oluyor.
Medya bize “sen de star olabilirsin” diyor. Tıpkı Amerikan rüyası gibi pazarlanan bir vaat. Mikrofon, insanların eline geçtiğinde bir talih kuşuna dönüşüyor. Ve bu fırsatı değerlendirmek için farklı, çarpıcı, dikkat çeken sözler söylemek zorunda hissediyorlar kendilerini. Çoğu kez skandal gönüllüdür; bir defaya mahsus gelen fırsatı kaçırmamak için. Sabine Mitzlaff (2006, We have a dream) bu tür star sistemlerinin “gösteri toplumunun” ihtiyaçlarına hitap ettiğini vurgular. İnsan sınırlıdır, olanakları da sınırlıdır. Ama hayallerin sınırı yoktur. Cennet tasarımlarına yansıyan arzular, reel hayattaki sınırların kaldırılmasını içerir. Skandal da tam burada devreye girer: toplumun sınırlarının açıkça ihlal edilmesidir.
Her star hikâyesinin başında çaresizlik, yoksulluk, güçsüzlük, bunalım vardır. Star olmak bir çıkış kapısıdır, bazen de son çıkış. Şöhret yaşanan zorluklardan kurtulmanın reçetesi gibi görünür. Star bize mutlak güce sahip olduğu hissini verir: şan, şöhret, para, güç… Güçsüzlük bu çoğul güç fantezisiyle dengelenir. Ama aynı zamanda büyük bir korku da getirir. Star olmayanın star gibi davranışlarının arkasında “rezil olma” korkusu vardır. Skandal, işte bu korkunun kontra-fobik davranışlarla bastırılmasıdır. Korkusuzca yapılan şovun arkasında hep o büyük korku gizlidir. Acun’un programlarında gördüğümüz gibi, yaşam savaşı adına akla gelmedik saçmalıkları kabul edenler genellikle sönmüş yıldızlardır: şarkıcılar, futbolcular, türkücüler… Onlara bir kez daha star olma şansı verilir. Issız bir adada star olmak için verilen “rezil” mücadeleler…
Gençlere yönelik programlar da kültürü dönüştürmede çok etkilidir. Çünkü gençlerin enerjisi ve değişim potansiyeli fazladır. Bu nedenle bu tür yarışmalar yaygındır. Halkın jüri yapılması, birinciyi seçme fırsatı verilmesi izleyiciyi de taraf yapar. Seçmen yalnızca adayını seçmez; seçime duygusallık katar. Bu heyecanın arkasında narsistik duygular vardır: önemli bir insan olma, kader belirleme gücüne sahip olma arzusu.
Katılımcıların çoğu yarışmaya “kazanmak, birinci olmak, star olmak” için girer. Ama bazen yarışmacılar ya da jüri “iyi olan kazansın” der. Herkes bunun yalan olduğunu bilir; bu yalnızca kıskançlık, rekabet, öfke ve agresyonun yarattığı gerginliği maskelemeye yarar. Kaybeden, sönen hayallerine gözyaşlarıyla eşlik ederken; kazanan, korkularından kurtulmuş olmanın sevinciyle hayalini gerçekleştirdiğini sahneler. Fakat bir başka mesele daha vardır: programların katılımcılardan koşulsuz itaat beklemesi. Jüri karşısında boynu bükük, itaatkâr insanlar görürüz. Jüri üyeleri ise narsistik bir yerden, yükseklerden seslenirler. Hiyerarşik düzen çok katıdır: birkaç saat sonra star yapılacak kişi önce boyun eğdirilir, terbiye edilir, sisteme uygun hale getirildikten sonra yarıştırılır.
Bion’un containment (taşıma/taşırma) kavramı psikanalizde temel bir işlevi tarif eder: Anne, çocuğun kaotik ve ham duygularını alır, içinde tutar, işler, dönüştürür ve ona geri verir. Böylece çocuk kendi öfkesini, korkusunu, arzularını tanımayı ve düzenlemeyi öğrenir. Containment, yalnızca bireysel bir süreç değil, aynı zamanda toplumsal ve kültürel kurumların da işlevi olabilir: yasalar, ritüeller, sanat, müzik… İnsanların taşan duygularını alır, onları dönüştürür ve yeniden anlamlandırarak geri verir. Ama modern medyada containment işlevi çoğu kez bozulur. Türküler ve şarkılar, toplumsal hafızada yalnızca bir duygunun ifadesi değil, aynı zamanda bir duyguyu taşıyan, düzenleyen “kaplar”dır. Birlikte söylenen bir türkü, yas tutan kalabalığı yatıştırır; bir düğünde söylenen şarkı neşeyi düzenler. Yani müzik, kolektif bir konteyner işlevi görür. Oysa yarışma formatlarında türkü ve şarkılar artık bu işlevi yerine getirmez. Şarkıların düzenleyici, taşıyıcı boyutu kaybolur; yerine rekabet, öfke ve narsistik performans geçer. Türkü, artık bir duygunun taşınması değil, bir yarışmacının diğerine üstün gelmesi için kullanılan bir silaha dönüşür. Containment işlevinin yerini “deşarj” alır: duygular tutulup dönüştürülmez, doğrudan boşaltılır, sahneye fırlatılır, tüketilir.
Magazin programlarında mikrofon bazen itiraflara yol açar: pişmanlık, suçluluk, bağışlanma umudu… Ama çoğu kez bu itiraflar alayla karşılanır, skandallaştırılır. Mikrofon elindeyken yıldızlaşan kişi, ışıklar söndüğünde yalnız, kırık bir hayata geri dönerdi. Terapi deneyiminden bildiğimiz bir şey var: İnsan itiraf ettiğini kendi iç dünyasına eklemlemelidir. Çünkü itiraf yalnızca söz değildir; çeşitli duygulanımları açığa çıkarır ve bu duyguların iç dünyada düzenlenmesi gerekir. Oysa televizyon, itirafı bir tüketim nesnesine dönüştürür.
İtirafın uzun bir geleneği vardır: günah çıkarmak, tövbe etmek gibi. Gunzelin Schmid Noerr (Das Medium spielt als Retter auf, 2006 – Medya Kendini Kurtarıcı Olarak Sahneye Koyuyor), bazı televizyon programlarının adeta bir mahkeme salonuna benzediğini, moderatörün ise günah çıkaran bir papaz rolünde olduğunu söyler. Müge Anlı ve benzeri programlarda günah çıkarma, kavuşma, bağışlanma, itiraf etme ritüellerini görmek mümkün değil midir? Bunlar aslında sekülerleşmiş günah çıkarma sahneleridir; yalnızca kilise yerine stüdyoda, papaz yerine moderatör önünde gerçekleşir. Papazlar nasıl “kutsal yaşamın” temsilcileri olarak algılanıyorsa, bu programların sunucuları da üstün ahlakın ideal temsilcileri gibi sunulurlar. Müge Anlı sürekli ahlaksızlıkları göstererek, programını adeta bir “ahlaksızlık sergisi”ne dönüştürür. Ama bu sergiyle aslında ahlakı anlatmayı denerler. Ama izleyici ahlaksızlıkları izler sadece… Ahlaksızlık gösterilerek ahlakın sınırları çizildiği iddia edilir.
Eva Illouz (2012, Warum Liebe weh tut = Aşk Neden Acıtır) çağdaş kültürü “pornografik kültür” kavramıyla betimler. Bu kültür pornografiktir, çünkü mahremiyet ile kamusallık arasındaki sınırları siler; pornografiktir, çünkü öznel ve duygusal olanı metalaştırarak dolaşıma sokar. Mahremiyet artık bireysel bir deneyim değil, sermaye için kâr üretim mekanizmasının ayrılmaz bir parçasıdır. Televizyon formatları ve gösteri endüstrisi bu dönüşümün en görünür sahneleridir. Burada ahlak ve cinsellik önceden kodlanır, ilişkilerin nasıl kurulacağı, kimin kiminle, hangi biçimde bir araya geleceği normatif biçimde düzenlenir. Cinselliğin ve ahlaksızlığın kendisi dahi metalaşır; gösteriye dönüştürülmüş bir “suç” ya da “ahlaksızlık” artık kınanacak değil, pazarlanacak bir içeriktir. Bu noktada ürün yalnızca programa katılanlar değildir. İzleyici de tüketim zincirinin bir parçası olarak nesneleştirilir. Programın değeri, sahnedeki teşhirin değil, izleyici kitlesinin ölçülebilirliğiyle tanımlanır. Dolayısıyla “ürün” aslında izleyicinin kendisidir: izlenme oranları, reyting ölçümleri ve izleyicinin dikkat süresi, kapitalist pazarın esas sermayesi haline gelir.
Bir sahneyi düşünelim: Anne ve baba çocuklarının uyuyup uyumadığını son kez kontrol ettikten sonra yatak odalarına geçerler. Tedirgindirler, sessizdirler. “Aman çocuklar duymasın…” Ertesi gün ailece televizyon başına otururlar. Dün gece çocuklardan gizleyerek yaptıkları, gizli olduğunu sandıkları, onları dışında tuttukları mahrem, bütün gün boyunca ekranlarda tartışılmaktadır. Kim altta, kim üstte, kim ne kadar haz aldı… Kuşaklar arası sınır, mahrem ile kamusal arasındaki duvar, her gün yeniden aşılmaktadır.
İtiraf anında iyi ve kötü yeniden bir araya gelir. Kötü, dışa vurulduğunda iyiye dönüşür; saklanan suç sergilendiğinde ahlaka katılır. Programların tanıtımında daima bir “sürpriz” vaadi vardır: beklenmeyenin yaşanacağı söylenir. Oysa program başladığında herkes bilir ki şaşkınlık da, tepki de, rolün bir parçasıdır. Moderatör tarafsız gibi görünür; aslında taraflı tarafsızdır. Mesela yengesine âşık olduğunu itiraf eden gencin yanında kimse durmaz. Ama tarafsızlık rolü sürdürülür; çünkü bu rol, itiraf eden kişiyi daha çok ayrıntı vermeye, daha fazla duygusunu ifşa etmeye iter. Programın amacı duygular üretmek, bu duyguları yoğunlaştırmak ve böylece izleyici sayısını artırmaktır. Medya, aslında duyguları pazarlayan bir kültür endüstrisi oluşturur. Erving Goffman (Wir spielen alle Theater, 1969 – Hepimiz Tiyatro Oynuyoruz) “intiba manipülasyonu”ndan söz eder. İnsan davranışlarıyla başkalarını etkilemek, bu etkiyi kendi amaçları için kullanmak ister. Medyada bu etkiyi çoğaltmak için her duyguya bir maske vardır. Samimiyet bile maskeyle, senaryoyla sergilenir.
Magazin: dedikoducuların eğlencesi. İtaatkârların neşesi. Yıllarca ahlaksızlıkları seyredip de ahlaklı kalmanın programları.
Tartışma programlarının afektleştirilmesi, öfke ve bağırış üzerine kurulması, katılımcıları ahlak müfettişi ya da yargıç rolüne sokuyor. Mutlak hakikatin temsilcileri gibi konuşuyorlar. İzleyici hem hedeflenen hem de bu süreçte yeniden üretilen bir figür. Eğlenmek artık bir ihtiyaç değil, bir zorunluluk. Yılbaşı, sevgililer günü, bayramlar… Hepsi eğlenme adına kurgulanmış günler. “Eğlenmemiz lazım.” Eğlenemeyen kendini eksik hissediyor, bir şeyleri kaçırmış olmanın ağırlığını yaşıyor. Hayatın üzerine görünmez bir yük biniyor: “Eğlenme yükü.”
İş-özel yaşam ayrımından sonra özel alan dinlenmeye, aileye, eğlenmeye ayrıldı. Çalışan kişi hafta boyu emek verip “eğlenmeyi hak ettiğini” düşünüyor. Bu hak ediş kutlamalarla pekiştiriliyor. Tarihte de farklı değildi: hasat bayramları emeğin ve bereketin ritüelleşmiş kutlamasıydı. Önce iş, sonra ödül olarak eğlence… Modern toplumda yalnızca biçim değişti. Eğlence de planlandı, öngörülebilir kılındı. Ne zaman, nasıl eğleneceğimiz bile sistem tarafından belirleniyor. Çerçevesi çizilmiş bir eğlencede çılgınca dans edebilirsiniz; fakat o çılgınlığın sınırlarını da yine sistem belirliyor.
Aslında yalnızca bireysel duyguların değil, azınlıkların ve “öteki”nin medyada nasıl gösterildiği üzerine de düşünmek gerekir. Medya, grupları ya düşman ya da kardeş olarak imler; ama her iki durumda da onları bir stereotipin içine hapseder. Şener Şen ya da İlyas Salman’ın rollerinde “Kürtlük” çoğu kez belirli davranış kalıpları, kaba, feodal, şive ve folklorik ögelerle tanımlanır. Aleviler, türkü söyleyen, semah dönen egzotik figürler olarak sahneye çıkar. Yunanlılar tarihsel rekabetin gölgesinde “Denize dökme kutlamaları” üzerinden temsil edilir. Ermeniler için kullanılan “kılıç artıkları”, “Ermeni dölü” gibi ifadeler, kolektif bilinçdışında saklanan travmaların, suçluluk ve düşmanlığın dile gelmesidir.
Psikanalitik açıdan bakıldığında bu temsil biçimleri birer yansıtmadır (projeksyon). Toplum kendi bastırdığı suçlulukları, utançları ve korkuları “öteki”nin üzerine atar. Bu yolla hem kendi masumiyetini korur hem de ötekiyi ahlaksız, tehditkâr, aşağı konumda tutar. Ama bu temsilin bir başka işlevi daha vardır: containment’in çarpıtılmış bir versiyonu. Azınlıkların kültürel sembolleri —semah, türkü, folklor— bir yandan “renk” ve “çeşitlilik” olarak vitrine konur; öte yandan bu temsil, ötekini sınırların içine almanın, onu zararsız ve tüketilebilir hale getirmenin bir yoluna dönüşür. Ötekinin acısı, tarihi, travması görünmezleşir; onun yerine bir eğlence ögesi, bir folklorik gösteri kalır.
Siyasette olduğu gibi medyada da ötekinin gerçek hikâyesi anlatılmaz; onun yerine bir karikatürü, bir simgesi dolaşıma sokulur. Böylece toplum kendi parçalanmışlıklarını ve şiddet tarihini konuşmak zorunda kalmaz.
Devam edecek…