Faşizm neden ayartır (2)

Faşizm aynı anda hem mağduriyet hem üstünlük hissi yaratır. Bu paradoksal yapı çok anlamlıdır: mağduriyet ⇒ narsistik yaralanma ve üstünlük ⇒ narsistik tamir.

Birçok ülkede faşizm dalga dalga yükseliyor. Faşizmi ve insanların neden faşist olduklarını anlamak için — ne kadar rahatsız edici olursa olsun — bir tür profesyonel empati geliştirmek gerekiyor. Bu empati, faşizme hak vermek değildir; faşizmin nasıl işlediğini, hangi duyguları sömürdüğünü, hangi ihtiyaçlardan beslendiğini anlayabilmek için gerekli bir analitik mesafedir. Fakat bu çaba çoğu zaman “faşizme empati” gibi yanlış anlaşılır. Oysa faşist özneyi anlamak, onun ruhsal düzeneklerini çözmek demektir. Örneğin bir Alman’ın kendisini üstün ırka ait hissetmesi, sadece bir övünme biçimi değildir; aynı zamanda bir dizi psikolojik işlev taşır: Kifayetsizlik duygusunu bastırır, birey, kendi yetersizliklerini görmez; onları “ırksal büyüklük” perdesiyle kapatır, gerçek başarıya gerek kalmadan başarı hissi üretir. Ve somut bir üretim ya da performans olmadan, yalnızca kimlik üzerinden bir üstünlük duygusu yaşanır. Başka bir mesele de bu tür faşist söylemlerin kitleyi çocuklaştırmasıdır. Üstünlük, düşünmeyi, sorgulamayı, hak etmeyi gerektirmez; tıpkı çocuğun ailesinin başarısıyla övünmesi gibi, birey de “ırkın” başarısıyla övünür. Bu tür ırkçı sloganlar karmaşık olduları basite ve herkesin anlayabileceği düzeye çeker ve bu, liderle özdeşleşmeyi de kolaylaştırır. Faşist lider, “milletin bedenleşmiş üstünlüğü” olarak sunulur. Böylece lider eleştirilemez hâle gelir; liderle özdeşleşen kişi kendini de mutlak doğru konumunda hisseder. Bu nedenle faşist narsizm aynı anda hem kırılgan hem saldırgandır. Üstünlük iddiası ne kadar gürültülüyse, içteki kırılganlık da o kadar derindir.

Kendini üstün hisseden kişi aslında bir türlü rahatlayamaz; sürekli tehdit bekler, sürekli tehdit edilmekten korkar. Faşist öznenin dünyası bu yüzden hep tehdit fantezileriyle doludur: “Bize saldırıyorlar, bizi kıskanıyorlar, bizi yok etmek istiyorlar…” Dolayısıyla ırkçılık, aynı anda hem övünen hem korkan hem büyüklenen hem öfkelenen bir ruh halidir. Üstünlük duygusu, kırılganlığı saklamak için bir zırhtır; fakat zırh kalınlaştıkça korku da büyür. Benzer bir mekanizma, “Bir Türk dünyaya bedeldir” söyleminde de işler. Bu cümle, yalnızca bir milliyetçi slogan değil; aynı zamanda bir ruhsal savunmadır: Kollektif özgüvensizliği, tarihsel yaraları ve bastırılmış kırılganlığı “büyüklük fantezisi” aracılığıyla telafi etme çabası.

Kaşıntı Metaforu: Sürekli Uyarım, Sürekli Kriz

Farz edelim ki insanın vücudunda bir kaşıntı var. Kişi kaşıdıkça geçeceğini sanır, fakat kaşıdıkça kaşıntı çoğalır. Faşist propaganda tam olarak bu yöntemi izler: Sürekli sorunu kaşımak, sürekli kaşımak, ama asla iyileşmesine izin vermemek. Kriz, kaygı, tehdit ve nefret sürekli çoğaltılır. Bugün insanlık tarihsel olarak görülmemiş bir refah seviyesinde: eğitim, sağlık, beslenme, seyahat, kültürel çeşitlilik, teknoloji… Ama faşist propaganda negatif bir dünya yaratarak kendisine alan açar. Kötülük anlatısı, “çevrili olduğumuz düşmanlar” imgesi, sürekli kriz retoriği faşizmin oksijenidir.

Faşizmin en büyük tahribatlarından biri, şiddet ile hoşgörü arasındaki mesafeyi yok etmesidir. Şiddet, yavaş yavaş meşrulaşır. Irkçı anlatılarda dinlerdeki gibi bir “altın çağ” fantezisi vardır: Gelecek, geçmişin bir taklidi olarak sunulur. Yani gelecek inşa edilmez; geçmiş geri çağrılır. Bu, psikoanalitik düzeyde toplumsal bir regresyon — çocuksu, idealize edilmiş, tarihsel olmayan bir “bütünlük” fantezisidir.

Faşist anlatılar sürekli cinsellikle süslenir. Öteki cinselleştirilmiş bir tehdide dönüştürülür: mesela “tecavüzcü göçmen”, “çocuklara saldıran yabancılar”, “namusu kirleten ötekiler” … Bu anlatılar bir yandan halkın tepkisini tetikler, diğer yandan faşist liderin koruyucu-baba rolünü güçlendirir. Faşizm burada hem korkuyu artırır hem de bu korkuyu yönlendirecek tek otorite olduğunu ilan eder. Bu mekanizma amacı: Ötekinin cinselliği şeytanlaştırılır; kendi cinselliği idealize edilir, saldırganlık ve korku bir arada tutulur; beden, siyasal bir savaş alanına dönüştürülür. Faşist liderin söylemi bu nedenle sık sık pornografik bir şiddet, ahlakçı bir nefret ve sadistik bir haz arasında gidip gelir.

Faşizm ayartıcıdır ve kaçınılmaz bir ilgi doğurur

Bu kadar yıkıcı, zalim ve insanlık düşmanı bir rejime yönelen ilgiyi anlamak zorundayız. Kendi kendini de yok eden, yok ederek var olan bu irrasyonel düzeni yalnızca ahlaki bir çöküş olarak görmek yetersiz kalır. Faşizmin sosyolojik, psikolojik ve psikoanalitik açıklamaları elbette vardır; ancak bunlar tek başına tam bir açıklama sunmaz. Çünkü faşizmi mümkün kılan en önemli faktörlerden biri de ekonomidir.

Götz Aly, Hitlers Volksstaat (2005; Hitler’in Halk Devleti) adlı çalışmasında Nazizm dönemini detaylı şekilde inceler ve oldukça rahatsız edici bir gerçeği ortaya koyar: Alman burjuvazisi, orta sınıf ve geniş halk kesimleri faşizmden ekonomik olarak kârlı çıktılar. Savunma Sanayii diye adlandırılan savaş endüstrisi her yıl yeni rekorlar kırıyordu. İşsizliğin ve ekonomik buhranın zirve yaptığı bir dönemde Hitler’in “İş, iş, iş!” (Arbeit, Arbeit, Arbeit) sloganı yalnızca propaganda değil, fiili bir ekonomik vaatti. İktidarının ilk yıllarında savaş endüstrisinin hızla genişlemesi nedeniyle işsizlik kayda değer biçimde azaldı. Kitabın en vurucu bölümlerinden biri “Gefälligkeitsdiktatur” başlığını taşır. İshay Landa’nın, Faşizm ve Kitleler (2023) adlı kitabın çevirmeni Utku Özmakas bu kavramı “rızaya dayanan diktatörlük” olarak çevirmiş. Bu kavram, faşizmin sadece korkuya dayanan bir rejim olmadığını; aynı zamanda rıza, çıkar ve ekonomik avantaj üzerinden de kendisini yeniden ürettiğini gösterir. Faşizm günümüzde de benzer bir mantıkla işler: Rızayı satın alır. Kadrolaşma, yandaş yaratma, kamu kaynaklarını belirli gruplara dağıtma, insanların mallarına çökme, mülksüzleştirme… Faşizm yalnızca şiddetle değil; aynı zamanda insanların zaafları, beklentileri ve çıkar ilişkileri üzerinden kendine alan açar. Yani faşizm bir tedarik ekonomisi kurar: “Yanımda durursan kazanırsın.” Bu yüzden faşizm, toplumsal yapıda sadece korku üretmez — aynı zamanda imkân dağıtır, ayrıcalık sağlar, insanların maddi hayatına dokunur. Bu ekonomik ilişki, faşist düzenin sürekliliğini sağlayan en güçlü bileşenlerden biridir. İmroz Gökçeada olurken mülk de el değiştirmiştir… Aynı şey Cunda Alibey Adası olduğunda da yaşanmış mıdır? Ermeni, Rum mallarının dökümü çıkarılmaz bu ülkede… Maraş Olayları’ndan sonra Alevilerin/solcuların malları kelepir fiyatına faşistlere sermaye olmuş mudur? Götz Aly’nin “Gefälligkeitsdiktatur” kavramı, sadece maddi rızaya değil, bilinçdışı düzeyde haz üretimine de işaret eder. Faşizm insanların: korkularıyla, saldırganlıklarıyla, kıskançlıklarıyla, güç fantezileriyle, aidiyet arzularıyla oynayarak haz üretir. Faşist özne yalnızca ekonomik olarak değil, duygulanımsal olarak da bu düzenden beslenir.

Aslında faşistler yolsuzluğu yolsuzluk, hırsızlığı da hırsızlık olarak görmezler. Jason Stanley’nin Wie Faschismus funktioniert (2024, 2. basım) eserinde vurguladığı gibi, faşist ideolojide ahlaki kategoriler kutsal davaya göre yeniden tanımlanır. Kutsal dava için alınan paralar — ister zimmete geçirilmiş olsun ister usulsüzce aktarılsın — hırsızlık olarak görülmez; aksine “mücadeleyi sürdürmek için gerekli kaynaklar” olarak meşrulaştırılır. Bu nedenle faşist kitleler, faşist yöneticilerin yolsuzluklarına göz yumar. Yolsuzluk, faşist zihniyette bireysel çıkar için yapılmış bir suç değil; “davanın selameti” adına katlanılması gereken bir araç olarak yorumlanır. Faşist rejimlerde liderin veya elitin yaptığı her şey davanın kendisiyle özdeş sayıldığı için, eleştiri ahlaki değil neredeyse dinsel bir tabu hâline gelir. Türkiye’de son yıllarda bu mekanizmaya sıkça tanık oluyoruz: Sıradan yurttaşların gözünde suç teşkil edecek davranışlar, iktidarın politik çerçevesi içinde “feda”, “hizmet”, “gereklilik” ya da “mücadele stratejisi” olarak yeniden paketleniyor. Böylece ahlak, rasyonel kategorilerden çıkarılıp ideolojik sadakat üzerinden yeniden yapılandırılıyor. Faşizmin en tehlikeli yanı da tam burada ortaya çıkar: Gerçek suçların suç olmaktan çıkarılması, “bizimkiler yapınca başka” mantığının kurumsallaşması ve kamusal etiğin tamamen çökmesi.

Burada işle ilgili çok önemli bir mesele var. İnsanlar iş üzerinden yalnızca para kazanmazlar; iş aynı zamanda aidiyet, kimlik ve toplumsal değer duygusu sağlar. Bir başka psikolojik boyut ise işin insana verdiği işe yarama, gerekli olma ve değerli hissetme duygusudur. İş, yalnızca geçim kaynağı değil, benliğin dayandığı bir temel taş, dünyaya tutunma biçimidir. Bu noktada Arlie Russell Hochschild’in Trump seçmenini incelediği ve kitleleri neyin motive ettiğini anlattığı çalışması Geraubter Stolz (2025; Çalınan Gurur) kritik bir kavrayış sunar. Hochschild, modern toplumlarda giderek bozulan bir “gurur ekonomisi”nden söz eder. Gurur normalde bir başarı sonrası hissedilen bir duygudur: Bir emek, bir üretim, bir beceri ve bir katkı karşılığında oluşur. Ancak faşizm tam tersini yapar: Başarısızlıktan gurur üretir. Başarısızlığı başarı gibi parlatır, değersizlik duygusunu ulusal gururla cilalar, yapısal yoksulluğu kişisel değil kolektif bir şan patlamasına dönüştürür. “Biz yine de büyüğüz.” “Biz en iyisiyiz.” “Bizi kıskanıyorlar.” “Ekonomik olarak yoksul olabiliriz ama ruhça zenginiz.” Bu tür abartılı anlatılar, gerçek başarısızlığın ve yapısal sorunların üstünü örter.

Günümüzde yoksulluk çoğu kez bireysel bir hatanın değil, yapısal eşitsizliğin ürünüdür. Fakat birey, sorumlusu olmadığı bu yoksulluktan utanç duyar. İşte faşizm tam da bu noktada devreye girer: Yapısal yoksulluğu bireyin suçu olmaktan çıkarır gibi yapar, ama onun yerine ulusal bir gurur hikâyesi koyar. Yani yoksulluğu çözmez; yoksulluğun yarattığı utancı başka duygularla boyar. Utancı dönüştürmek yerine onu milliyetçi bir öfke ve kibir ile kaplar. Bu mekanizma psikoanalitik olarak çok katmanlıdır: Utanç ⇒ değersizlik duygusu. Faşizm ⇒ değersizliği kolektif gurura dönüştüren sahte bir “onarım”. Gurur ⇒ gerçek üretimden değil, fanteziden türetilmiş bir his. Bu nedenle Hochschild’in “gurur ekonomisi” dediği şey, sahte bir narsistik telafi mekanizmasıdır. Kişi ekonomik olarak güçsüz olabilir, işsiz olabilir, ya da geleceksiz hissedebilir; ama faşist anlatıda “milletinin büyüklüğü” üzerinden ödünç bir gurur kazanır.

Faşizm işsizliğin kaynağı olan yapısal eşitsizlikleri hedef almaz. Aksine: işsizliği ötekilerin sabotajı gibi sunar, ekonomik çöküşü düşmanların komplosu gibi resmeder, bireyin değersizlik hissini kolektif öfkeye dönüştürür, başarısızlığı ulusal gururla aşırı süsler. Dolayısıyla faşizm, yoksulluğu çözmek yerine: yoksulluğun yarattığı utancı milliyetçi gururla maskeleyen bir duygu ekonomisi yaratır. Bu, bireyi gerçek bir çözüme değil, duygusal bir bağımlılık ilişkisine sokar.

Burada faşizm çok ince bir hileye başvurur. Birey önce hiçtir. Kendisini değersiz, yetersiz, güçsüz ve başarısız hisseder. Yaşadığı tüm sorunların sorumlusu olarak da bu “hiçliği” gösterilir. Yoksulluğu, başarısızlığı, dışlanmışlığı, işsizliği, hayatta ilerleyememesi — faşist anlatıya göre hepsi “yanlış tarafta olmak”, “yanlış kimlikte durmak”, “yanlış ideolojiye bağlanmak” ile ilişkilendirilir. Faşist ideoloji bu noktada büyülü bir dönüşüm vaadi sunar: “Doğru ideolojiye geçersen hiçlikten kurtulacaksın.” Yani birey milliyetçi/ülkücü olduğunda, başbuğa/reise biat ettiğinde, “milletin gerçek evladı” kimliğini benimsediğinde adeta yeniden doğacaktır. Faşist özne için bu ideolojik dönüşüm, değersizlikten değerli olmaya, sıradanlıktan seçilmişliğe, güçsüzlükten kudrete geçiş anlamına gelir.

Bu hile “kurtarıcı nesneye bağlanma” mekanizmasıdır. Faşist söylem bireye şunu fısıldar: “Sen değersiz değilsin; seni değersiz kılan yanlış ideolojiydi.” “Sen başarısız değilsin; seni başarısız kılan yanlış taraftaydın.” “Gerçek kimliğini bulursan bütün sorunların çözülecek.” Bu, narsistik yeniden doğuş vaadidir. Bireyin içindeki kırılgan, incinmiş, aşağılanmış kendilik, faşist ideoloji aracılığıyla grandiyöz bir kendiliğe dönüştürülür. Bu nedenle birey: üretmeden gurur, çalışmadan değer, başarmadan üstünlük, sorgulamadan haklılık hisseder. Faşizm bireyin içindeki “hiçlik” duygusunu yok etmez; onun üzerine şişirilmiş bir değer fantezisi örter. Burada tek sorun yani yanlış kimliktir ve doğrusuyla her sorun çözülebilir. Faşist ideoloji bireye basit bir formül sunar: “Hiçliğin nedeni sensin, ama sen değilsin — yanlış kimliğinsin.” Bu formülün büyüsü şuradadır: Birey kendi sorumluluğunu sorgulamaz. Yapısal sorunları analiz etmez. Kendi hayatına dair karmaşıklığı düşünmek zorunda kalmaz. Tek yapması gereken “doğru kimliğe geçmektir.” Faşizm bu yüzden hem çekicidir hem kolaydır: İdeolojik bir “taraf değiştirme”, bireyin tüm duygusal çatlaklarını kapatacakmış gibi sunulur.

Paul Mason, Faschismus (2022, 2. Basım) adlı çalışmasında faşizm üzerine en yetkin isimlerden biri olarak kabul edilir. Mason, Hannah Arendt’ten hareketle faşizmin toplumun iki zıt kutbunun —seçkinler ile “ayak takımı”nın, yani marjinallerin ve serserilerin— koalisyonuyla iktidara geldiğini belirtir. Bu koalisyon, faşizmin hem yukarıdan gelen iktidar arzusunu hem de aşağıdan yükselen öfke ve hıncı aynı potada eriterek kitleselleşmesini mümkün kılar. Mason’a göre faşizmden kurtulmanın yolu, toplumun merkezindeki grupların sol ile ittifak kurarak demokratik bir direnç hattı oluşturmasından geçer. Aksi hâlde merkez, faşist baskı karşısında çözülür ve uçlara savrulur. “Alt tabakalardan” faşizme katılanlar genellikle bu süreçten siyasal değil, psikolojik bir kazanç elde eder. Özellikle ergenlik döneminde birey, kendisiyle ebeveyn kuşağı arasına mesafe koymak; o kuşağın değerlerini sorgulamak ve yer yer reddetmek ister. İşte tam bu kırılgan dönemde faşizm, genç insana büyüleyici bir “önemlilik” duygusu sunar: Gündelik hayatın sıradan sorunlarını çözemeyen kişiye, ülkeyi kurtaracak kadar büyük ve tarihî bir rol vaat eder. Faşizmin büyüsü tam burada çalışır: Kendisini değersiz hisseden bireye, bir anda tarih sahnesinin merkezinde yer alma fantezisi verir. Bu psikolojik yatırım, siyasal sadakatin çok ötesinde bir bağlanma üretir. Bu yüzden faşizm yalnızca bir yönetim biçimi değil, aynı zamanda bir duygulanım rejimidir—insanlara taşıyamayacakları önemde roller yükleyerek onların içsel boşluklarını dolduran bir mitoloji.

Faşizm bireyi önce hiçliğe indirger, sonra onu bu hiçlikten kurtaracak tek yolun kendisi olduğunu söyler. Değersizliği değerliliğe, sıradanlığı seçilmişliğe, yetersizliği kahramanlığa, utancı gurura dönüştürdüğü iddiasıyla büyülenmiş bir kimlik yaratır. Bu nedenle faşizme katılım sadece politik bir tercih değil; ruhsal bir kurtuluş yanılsamasıdır.

Faşizm ve Merkez Partilerin Rahatsız Olmayışı

Faşizmi yalnızca aşırı sağa özgü bir hareket olarak görmek yanıltıcıdır. Türkiye’de merkezdeki kitle partileri faşizmden rahatsız olmaz; aksine çoğu zaman faşizmin söylem ve yöntemleriyle flört ederler. CHP kendisini sosyal demokrat ve faşizm karşıtı ilan ederken, sık sık faşizan tezleri üstlenerek, faşist kadroları yanına çekerek güçlenmeye çalışır. Adalet Partisi döneminde de benzer bir yakınlaşma yaşanmıştı. Bu durumun nedeni basittir: Faşizm, her dönemde bir kesime ekonomik, siyasal ve duygusal avantaj sunar. Bu nedenle merkez partiler faşizmi bütünüyle reddetmek yerine, onunla pazarlık yaparak, söylemini kısmen ödünç alarak, kitle desteğini elde etmeye çalışırlar. Ancak bu tutum faşizmi geriletmez; aksine güçlendirir. Çünkü faşizm kitlelere yalnızca ideolojik bir çerçeve sunmaz; aynı zamanda duygulanımsal ve ekonomik bir cazibe alanı yaratır. İşte “kaçınılmaz ilgi” dediğimiz şey tam da burada ortaya çıkar: Faşizm yalnızca korkunun rejimi değildir; çıkarın, hazzın, sadakatin ve rızanın rejimidir.

Faşizmin yalnızca ekonomik ya da politik nedenlerle güç kazandığını düşünmek eksik bir okumadır. Faşizme yönelen “kaçınılmaz ilgi”, bilinçdışı düzeyde işleyen güçlü psikoanalitik süreçlerle ilişkilidir. Faşizm, bireyde ve kitlede bulunan karanlık, bölünmüş, ilkel alanlara hitap eder; korkuyu, arayışı, güvensizliği, grandiyözlük arzusunu ve sadistik hazzı aynı anda harekete geçirir.

Merkez kitle partilerinin faşizmden rahatsız olmaması da psikoanalitik olarak anlamlıdır. Faşizm toplumun bastırılmış sadistik yönünü, saldırganlığını, bölücülüğünü, güç fantezilerini açığa çıkarır. Merkez partiler bu bastırılmış enerjiyle açıkça savaşmak yerine, çoğu zaman onunla sessiz bir ortaklık kurar. Çünkü faşizme direnmek yalnızca politik değil, duygulanımsal bir mücadele gerektirir — ki bu da en zor olanıdır. Faşizme ilgi kaçınılmazdır; çünkü faşizm: güven vaat eder, güç duygusu verir, sadistik haz üretir, ekonomik çıkar dağıtır, narsistik kırılganlığı tamir eder, baba imgelerini canlandırır, mağduriyet-kibir sarmalını besler. Bu nedenle faşizm sadece bir rejim değil; insanın karanlık çekirdeğine hitap eden, duygulanımsal ve ekonomik bir “bütünsel sistem”dir.

Raul Hilberg, Täter, Opfer, Zuschauer (1992) adlı klasikleşmiş çalışmasında Nazizmi üç temel figür üzerinden inceler: failler (Täter), kurbanlar (Opfer) ve seyirciler (Zuschauer). Faşizmi iktidara taşıyanlar doğrudan faillerden çok, sessiz yığınlardır. Kendileri aktif faşist olmayabilirler; ancak sessizlikleri, geri çekilmeleri, “karışmama” tavırları dolaylı bir destek işlevi görür. Bu kalabalık ne kurbanları savunur ne de failleri açıkça destekler — ama faşizmin yükselişinde belirleyici olan tam da bu “seyirci çoğunluğu”dur. Sessizlik, faşizmin en güçlü müttefikidir. Çünkü faşizm, sadece bağıranların değil, susanların omuzunda yükselir.

Burada pasif özdeşleşme var. Kitleler, faşist liderle açıkça özdeşleşmeseler bile, onun gücüne, kesinliğine ve cezalandırıcı-baba imgesine karşı bir pasif özdeşleşme yaşarlar. Bu özdeşleşme sözle değil, davranışla gerçekleşir: karışmamak, görmezden gelmek, sessiz kalmak.

Başka bir dinamik ise korkuyla karışık hayranlıktır. Faşist şiddet hem korkutur hem etkiler. İnsan, kendinden büyük görünen saldırgan güce karşı ambivalans yaşar: bir yandan korkar, diğer yandan ona hayran olur. Bu, çocukluk döneminin “korkulan ama hayran olunan baba” imgesine benzer. İzleyici kalanlarda suça ortak olmama fantezisi etkindir. Seyirci çoğunluk faşizmin suçlarına gerçek anlamda katılmadığını hayal eder. “Ben faşist değilim, sadece karışmıyorum.” Oysa eylemsizlik de eylemdir; sınır koymamak, kurbanı savunmamak, failin işini kolaylaştırmaktır. Sessizler bir yanıyla da narsistik yaralanmadan kaçınmayı denerler çünkü faşizme karşı çıkmak, birey için ciddi bir narsistik risktir. Çünkü insanlar dışlanabilir, cezalandırılabilir, yalnız kalabilirler… Böylece aidiyet sorunu yaşayabilirler. Bu nedenle seyirci çoğunluk kendi güvenliğini ve bütünlüğünü korumak adına sessizliği tercih eder.

Faşizmin ilk dönemlerinde işlenen küçük şiddet eylemleri zamanla normalleşir. Bu normalleşme zamanla, “zaten hep böyleydi” hissi yaratır. Sessiz yığınlar bu aşamada artık sessiz değil, alışıktır. Seyirci çoğunluk faşizmlerde çoğu kez geçerlidir: Faşizmi iktidara taşıyan çoğu zaman fanatik kitleler değildir; kaygılı, kararsız, bocalayan, korkan, sessiz yığınlardır. Failler faşizmin motorudur, ama sessizler onun altyapısını kurar. Sessizlik bir geri çekilme değil, bilinçdışı bir eylemdir — pasif bir suç ortaklığıdır.

Faşist liderler hem cezalandırıcı-baba, hem koruyucu-baba, hem de “güç veren” baba olarak konumlanır. Yoksullaşmış, güçsüzleşmiş ya da aşağılanmış birey için bu figür: belirsizliğe karşı güven, karmaşaya karşı bütünlük, çaresizliğe karşı güç, kaybolmuşluğa karşı aidiyet sunuyor gibi görünür. Bu nedenle faşizmin yarattığı “rıza”, yalnızca ekonomik çıkarın değil, psişik güvenlik ihtiyacının da ürünüdür. Faşizm rıza yaratırken yalnızca maddi olanak dağıtmaz; aynı zamanda narsistik ödüller dağıtır. Faşist düzenden nimet devşiren kişi sadece para veya konum elde etmez; aynı zamanda: “önemli biri” olduğunu hisseder, “bizden olanın kazandığı” bir dünyada gururlanır, kendi yetersizliklerini ulusal üstünlük hissiyle telafi eder. Narsistik kırılganlıkları olan birey için faşist düzen hem maddi hem narsistik bir “reçete” sunar: “Sen değerlisin, çünkü biz kazanıyoruz.” Faşizmin en karanlık yanlarından biri, mülke el koyma, insanları yerinden etme, mala çökmenin sadece ekonomik bir pratik değil, aynı zamanda sadistik bir haz kaynağı olmasıdır. Burada üç mekanizma işler: Haset: Ötekinin elindekini almak, onu yoksun bırakmak. Tahakküm: Ötekine gücünü hissettirmek. Sadistik keyif: Zorbalığın sağladığı küçük “zaferler”. Faşizm burada, bireyin bastırılmış saldırganlığını devlet eliyle dolaşıma sokar. Ekonomik çıkar ile sadistik haz iç içe geçer. Böylece faşizmin kurduğu çıkar ilişkisi yalnızca “kazanç” değil, aynı zamanda bir “güç fantezisi”dir.

Faşizm aynı anda hem mağduriyet hem üstünlük hissi yaratır. Bu paradoksal yapı çok anlamlıdır: mağduriyet ⇒ narsistik yaralanma ve üstünlük ⇒ narsistik tamir. Bu döngü bireyi cezbeden bir duygusal ritim yaratır: “Biz mağduruz, biz üstünüz, geçmişte de üstündük; üstünüz, bu nedenle bizden korkulduğundan mağdur edildik.” Bu, faşizmin hem “kederli” hem “kibirli” sesiyle uyumludur.

Devam edecek...