Yurt(suzluk), beton ve elektrik: Modernliğin ruhsuz aydınlığı
Cumhuriyet de bir yönüyle bir betonlaşma projesidir. “Cumhuriyet kazanımları” sayılırken çimento ve şeker fabrikalarının örnek verilmesi tesadüf değildir. Demirel’in “barajlar kralı”, Erdoğan’ın “asfaltın ve betonun mimarı” olarak anılması şaşırtıcı değildir.
İmajiner Yurt, Gerçek Toprak
Okullarda öğretilirdi. Hem de gururla: “Bizim anavatanımız Orta Asya.” Bin yıl önce gelmişiz. Bin yıldır bu topraklarda yaşıyormuşuz… Ama insan bin yıl yaşadığı toprağı neden hâlâ yurdu yapamaz ki? Her insanın bir yurdu var… Anayurt, şimdilik kaldığımız yurt… Yavru vatanımız bile var. Bağlanma, bağ kurma, yuva ve yurt yapmakla sorunumuz var… Belki de başkalarının yurdunda kendini güvencede hissetmeme… Kimlik bir mekânda oluşur. Benim kimliğimin yurdu bedenim. Etnik kimlikler de bir yurtta oluşuyor. Bu kadar çeşitli ve eğreti mekanlarda oluşan kimlikler güvenceli olabilir mi? Bin yıldır yaşadığı toprağı yurt edinemeyen biri, o toprağı koruyabilir mi? Onunla duygusal bir bağ kurabilir mi?
Nerelisin sorusuna vereceğimiz tek yanıt yor. Biraz Berlinli, biraz Angaralı, Biraz Yozgatlıyız yani… Çok yerli aynı zamanda hiçbir yerli…
Çevremde yaşayanlar dört kuşaktır Berlinliler; ama onların da “anavatanı” Antep, Maraş… İnsan, ayazını yemediği, yağmurunda ıslanmadığı, tarlasını sürmediği, bahçesinden meyve toplamadığı bir toprağı nasıl ülkesi yapabilir? Bir toprağı yurt yapan şey, ona verilen emektir. Emek verilmeden sevilen “imajiner yurt” bir yanılsamadır. Çünkü hayali bir yurt, yaşanılan gerçek toprakla bağ kurmayı, onu korumayı, hatta sevmeyi zorlaştırır. Böylece insanlar yaşadıkları yurdun kiracısı, misafiri hâline gelirler.
Kültür bir mekânda oluşur. O kültür, o mekânda yaşayanların sosyolojik ve duygusal gereksinimlerine – korkularına, nefretlerine, karmaşalarına – yanıt verir. Eğer insanların iç dünyasında yüceltilmiş, ideal bir yurt ya da kültür varsa, reel kültürü kabullenmeleri, onunla ilişki kurmaları zorlaşır. Bu durumda reel kültüre karşı mesafeli, reddedici, huzursuz bir tutum gelişir. Aslında “anavatan” ya da kültürlerdeki “altın çağ” anlatıları, insanların kendilerine söyledikleri kültürel yalanlardır. Ve bu yalan, bir gereksinimden doğar. Antep’in hava durumunu merak edenler, Berlin’deki yağmuru fark etmediklerinden ıslanırlar. Memleketin her derdine ilgi gösterenler, bulundukları yerin reel dertlerinden kaçınırlar. Belki de “gurbetteki memleket sevgisi”, reel hayattan kaçışın duygusal adıdır.
Kapitalizm ve Yurtsuzluk
Kentli insanın toprakla bağı koptu. Kent çocukları, yaşamlarına heyecan katmak için bir adadan diğerine taşınıyor. Mesela sabah okula, bir adaya, öğleden sonra kursa, başka bir adaya götürülüyor. Dışarısı, sokak çocukların yaşıtlarıyla oynadığı yaşam alanı olmaktan çıktı. Hafta sonu piknikte doğayla temas eden çocuklar, böcekleri, kuşları ancak uzaktan tanıyor. Kentte büyüyüp de on kuş, bitki, böcek ya da ağaç ismi bilen neredeyse yok. Topraktan ve doğadan bu kopuş, insanların yaşadıkları mekânlara bağlanma biçimlerini de zayıflatıyor. Bir yeri sahiplenmek, onu korumak, artık içsel bir ihtiyaç olmaktan çıkıyor. Sembolik olarak yüceltilen “kutsal toprak” ve “vatan” da aslında zorla pompalanan bir yapay bağ. İnsanların toprakla ilişkilerinin kopmasıyla, duygusal dünyalarında derin bir karşılığı var. Topraktan kopanlar duygusal kopuş da yaşıyorlar.
“Kültür” kelimesi etimolojik olarak “toprağı işlemek”ten gelir. Yani kültür, toprağın işlenmiş hâlidir. Topraktan kopuş, kültürden kopuşu da beraberinde getirir. Kent kültürü, kentin dış belleğe dönüştürülmesiyle; anılar, izler ve imgelerle oluşur. Kente sonradan gelenler ise genellikle geldikleri şehri içselleştirmekte ve o kenti korumakta zorlanır. Kentler sonradan gelinen, geçici yerleşilen (kiracılar geçici yerleşiklerdir) ve talan edilen mekanlardır bir yanıyla. Bu yüzden kentlerin silüeti hızla yok ediliyor. Gelen göçmen için o kent, başkasının mekânıdır ve duygusal bağ yüzeyselse, sahiplenme isteği de sınırlıdır.
Kapitalizm, en basit tanımıyla özel mülkiyetin korunduğu bir sistemdir. Ama bu tanım eksiktir. Çünkü kapitalizm, aynı zamanda mülksüzleştirme sistemidir. Köyde yaşayan, tarımla uğraşan insanın kullandığı toprak, evi, tarlası ona aittir. Oysa kentte mülkiyet kiraya dönüşür. Göçenler kendi evlerini, toprağını, üretim araçlarını birlikte getiremez. Kentte “kiracı” olurlar. Kiracılık, geçici bir yaşama biçimidir (göçebeliktir)— köksüzlük demektir. Taşradan gelenler kendi dar yaşam alanlarında korunaklı kültürel yurtlar edinirler. Mesela kente göçen Kürt aile kendi arasında kendi kültürünü, dilini, geleneklerini yaşatarak sembolik bir yurt yaratır ve burada kendisini yuvasında hisseder. Ama evin dışı kendisine ait olmayan, yabancı yerdir. Kiracılar göçebe bir kültürün modern temsilcileridir. Geçicilik, aidiyeti zayıflatır. Apartmanlar toplu oturma alanları ve anonim olma halidir. Bağ kurmak, kök salmak zorlaşır. Çünkü bugün kentin bir mahallesinde oturan kişi yarın başka bir semtte uygun bir ev bulduğunda, ya da iş yeri değiştiğinde başak bir mekâna taşınır. Bu geçicilik hali göçebe kültürünü yaratır.
Kapitalizm yalnızca mülksüzleştirmez; aynı zamanda borçlandırır. Günümüzde herkes borçludur — birinden borç almamış olsa bile. Çünkü sistem, yaşamın kendisini borç üzerine kurmuştur. Kira, elektrik, doğalgaz, su, ulaşım, gıda… Hiç borcunuz olmasa bile, her ay düzenli olarak ödenen bir “borç ekonomisi” içinde yaşarsınız. Bu borçsuz borçluluk hâli, insanı düzene bağımlı kılar. Modern kölelik de tam olarak budur. Burada köy yaşamını romantize etmiyorum. Elbette köyün zorlukları olmasaydı, insanlar göç etmezdi. Ama köydeki yaşam biçimi, bir ölçüde kendine yeterliydi. İnsanlar ürettiklerini tüketiyor, üretimin amacı artı değer değil, geçim oluyordu. Bu yapı borçlanmayı sınırlıyordu. Kentte ise borç, görünmez bir yasaya dönüşmüştür. İnsan nefes aldığı sürece öder: kira, vergi, ulaşım, enerji, tüketim. Hayatta kalmak, adeta kredi ödemek gibidir. Kapitalizmin “borçlandırma”sı, maddi olduğu kadar varoluşsaldır. İnsan, kendini sürekli eksik, yetersiz, borçlu hisseder. Bu borçluluk hâlinden kurtulamayanlar, yaşamlarının küçük alanlarında “bağımsızlık destanları” yazar. Kapitalizmin bağımlılığından kurtulamayan birey, özel ilişkilerinde bağlanma korkularıyla yaşar. Ekonomik bağımlılık, psikolojik bağımsızlık fantezileri üretir. Yani kapitalizmin yarattığı borçluluk, duygusal hayata “bağlanma sorunları” olarak sızar. Toprakla bağı olanların ilişkileri köklüdür; topraktan kopan kentliler ise bağlanma yerine “bağlanma korkusu” yaşarlar. Kapitalizmin mülksüzleştirdiği insan, aynı zamanda yurtsuzlaştırılmış insandır. Ve yurtsuzluk, modernliğin en sessiz melankolisidir.
Kültürün Yitimi ve İmajiner Gurur
İnsanlar yaşadıkları kültürü reddedip imajiner bir kültürü yüceltme eğilimindeler. Amerikalılar yerlileri ve onların topraklarını yok ettiler. Yok ettiklerinin onlarda duygusal bir karşılığı yoktu; ama kendilerine yurt ettikleri yeri silahla, ölesiye savundular. Türkler de bu topraklarda kendilerinden önce yaşayanların mezar taşları bile “hazır inşaat malzemesi” gibi gördüler.
David Graeber ve David Wengrow, Anfänge (=Başlangıç, 2024) adlı kitaplarında Rousseau’ya dayanarak, insanların kentleşmeyle birlikte mutluluğu yitirdiklerini söylerler. Kentleşme, bir anlamda masumiyetin kaybıdır. Bugün bile kentleşme çok sayıda travmatik olayı ve yabancılaşmayı beraberinde getiriyor. Tarih boyunca kentliler taşralıları aşağılamıştır: Eski Atina’da “barbarlar” Atinalı olmayanlardı; Romalılar da benzer bir tutumdaydılar. Kentliler kendilerini üstün bir konuma yerleştirip taşralıları küçümsediler. İstanbul’a gelenler de benzer deneyimler yaşar. Kentte “kentli olma” baskısı vardır. Herkes yöresel özelliklerini görünmezleştirir. Bazen bu baskıya tepki olarak yöreselliğini gurur kaynağına dönüştürür: “Dadaş”, “Yiğido”, “Gakkoş” gibi kimliklerle… Bazen de yöresel başarılar sahiplenilerek “milli gurur” inşa edilir. Ama “milli gurur” çoğu kez bir yanılsamadır — negatif olanı pozitif bir örtüyle gizlemenin yolu. Birçok alanda geride kalmış bir toplumun, “Türklükle mutlu olma” çabası gibi.
Arlie Russell Hochschild, Geraubter Stolz (=Çalınan gurur, 2025) adlı kitabında Aristoteles’e gönderme yaparak, gururun başarıyla ilişkisine dikkat çeker: İnsan, başardığı şeyle gururlanır; başarı ve gurur birbirine karışır. Bazen insanlar başkalarının başarısıyla da gururlanır — özdeşleşme yoluyla: Bir Türk, Kürt ya da Ermeni sporcunun, sanatçının başarısıyla gurur duymak gibi. İstanbullular, “gururu” kendilerine ayırdıkları için, kente sonradan göçenler hep koridorda, kapı önünde bekletilir.
Yaratıcılık ve Emek
Terapide öfke kontrolü nedeniyle bulunan bir çocuk, uzun bir süreçte tahtadan bir ev yaptı. Babası, “evde yer yok” diyerek çocuğun yaptığı bu evi götürmek istemedi. Oysa çocuk, öfkesini yıkıcılıktan yaratıcılığa dönüştürmüştü. Önce kafasında tasarladığı, sonra planlayıp inşa ettiği ev, onun mühendisliği, emeği, sabrıydı. Kullandığı malzemeyle ilişki kurmuş, tahtalara şekil vererek onları kendine ait kılmıştı. Negatif özellikleriyle tanınan bu çocuk, artık üretici ve yaratıcıydı. Bu, özgüveninde ve özdeğerinde de bir dönüşüm yaratmıştı.
Ama ailesinde bunun karşılığı yoktu. Bu da bir tür kentsel travmadır: Emeğiyle bağ kurmayanların kenti talan etmeleri, sonra da o yıkıma üzülmemeleri… Sahilde, elindeki kova ile denizden su taşıyıp kumdan kale yapan bir çocuk düşünelim. Uzun süre emek verir, kaleyi sahiplenir, ona anlam yükler. İnsanlar onu izler, bazısı takdir eder. Çocuk, bu “eserini” anlatır; içine insanlar yerleştireceğini söyler. Kendi kentini kurar adeta. Sonra başka çocuklar gelir ve o kaleyi tekmelerle yıkar. Çünkü o kente emekleri yoktur. Tıpkı binlerce yıl önce kurulmuş, kuşaklar boyunca emek verilmiş kentleri, sonradan gelenlerin hoyratça yıkmaları gibi… Kentlerin ruhu da kente emek vermeyenler tarafından yok edilir. Ege sahillerindeki zeytin ağaçlarının kesilmesinin bir sızı yaratmaması. Kendilerine ait olmayan, emek verilmemiş zeytinliklerin bu insanların gönlünde karşılığı yok.
Taliban, dev bir Buda heykelini “put” diyerek yıktı. Aslında yıkılan taş değil, tarihti; beden değil, hafızaydı. Kent adlarının değiştirilmesi, geçmişin izlerinin haritalardan silinmesi, aynı niyetin başka biçimleri: unutmayı zorla dayatmak. Emeğe düşmanlık, çoğu kez emek vermemişliğin suçluluğudur. İnsan, değmediği şeyin değerini tehdit olarak görür.
Devlet, Hizmet ve betonun ideolojisi
Eskiden devletin halka hizmet etmek gibi bir derdi yoktu. Devletin görevi, vergi toplamak ve asker devşirmekti. Halkın refahı değil, itaati önemliydi. Zamanla devletler, topladıkları vergilerin bir kısmını halkın kullanımına açmaya başladılar: eğitim, sağlık, altyapı… Yani devlet, hizmet üreten bir mekanizmaya dönüştü. Ancak bu hizmetler önce nüfusun yoğun olduğu, yönetimin merkezlerinde toplandı. Yollar, demiryolları, devlet daireleri, okullar, hastaneler hep önce kentte inşa edildi. Modern devlet hizmetçidir yani. Modernliğin en belirgin göstergesi yollar, elektrik ve betondan ibaretti. Yolsuz, karanlık köylerden kente gelen insanlar, bu üçlüyü — yol, elektrik, beton — “ilerlemenin” sembolü olarak gördüler. Köylülük “gerilikle”, kentlilik ise “aydınlık ve ilerilikle” özdeşleştirildi. Devletin hizmetleri köylere ya hiç gitmedi ya da çok gecikmeli ulaştı. Bu yüzden köylüler, eğitim ve sağlık gibi hizmetlere erişebilmek için kentlere göç ettiler. Ama bu göçmenler, geldikleri kente emek vermemişlerdi. Emek vermedikleri bir yerle duygusal bağ kurmak da zordu. Dolayısıyla, kendilerinden önce var olan kent dokusuna, mimariye, belleğe de duyarlılık göstermediler. İstanbul’un siluetinin değişmesi, ruhunun yitmesi bu yüzden onlarda bir sızı uyandırmıyor. Çünkü o siluetin oluşumunda kendi emekleri yok. Ayrıca eskiden kurtulup yeniyi oluşturmak için kente geldiler. Eskiyi yıkmayı yeniyi kurmakla gerekçelendirdiler. Yeni daha iyi olarak sunuldu. Yeni için yapılan yıkım kimsenin içini acıtmadı. Bugün kentin her yanının dev binalarla, camilerle, betonla doldurulması bir tür istila. Kent, bir duygu mekânı olmaktan çıkıyor; “gösteri”ye, “rant”a, “başarı”ya dönüşüyor. Bugünün yöneticileri için İstanbul bir “yurt” değil; bir “proje.” Kentin ışıklarla ve betonla donatılmasını kendi başarılarının simgesi olarak görüyorlar. Oysa bir çınar ağacını keserken içleri sızlamıyor, çünkü o ağaca emekleri yok. Ne gölgesinde dinlenmişler ne sırtlarını dayamışlar. Emeğin olmadığı yerde aidiyet olmaz; aidiyetin olmadığı yerde de vicdan.
Kent, ruh ve yıkım
Kentler, yalnızca binalardan değil, duygulardan oluşur. Bir kentin ruhu, o kentte yaşayanların seslerinin, hatıralarının, emeğinin birikimidir. Her taşında bir hikâye, her sokağında bir gölge, her parkında bir bekleyiş vardır. Ama ruh, görünmez olduğu için korunmaz; çünkü ölçülemez, satılamaz, ihaleye çıkmaz. Bu yüzden bugün İstanbul’un kaybı yalnızca mimari bir kayıp değildir. Yapılan yeni camiler… Ya da yıkılan binalar değil, kolektif hafızadır. Bir şehrin ruhu, her yeni inşaatla biraz daha daralır; çünkü her yeni bina, geçmişin sessizliğini biraz daha boğar. Yıkımın yerini alan beton, bir tür ikame ruhtur — sert, yekpare, ışıklarla kaplı ama içeriksiz. Modernliğin zaferi betonun zaferidir. Ama beton, kök salmaz; yalnızca kaplar. Bir şehrin üstünü örter ama içine işlemez. O yüzden İstanbul artık bir kent değil, bir yüzeydir: üzerinde yaşanır ama içinde nefes alınmaz. Bir kentteki ruh, o kente verilen emekle yaşar. Bir çocuk sahilde kumdan kalesini nasıl korumak isterse, bir insan da emeğiyle bağ kurduğu şehri korur. Ama emek verilmemiş bir şehir, sevilemez; sevilemeyen şehir korunmaz. Sevginin yerini sahiplenme, aidiyetin yerini mülkiyet alınca, şehir de yavaş yavaş insanlığını yitirir. İstanbul’un bugünkü hali, bir taşra hayalinin kendini gerçekleştirmesidir. Yıkımın içinde bir yeniden doğuş değil, bir tahakküm arzusu vardır. İktidar, şehri yıkarak değil, kendi suretine dönüştürerek ebedileşmek ister. Ama betonla kutsanan bu ebediyet, aslında bir unutma biçimidir. Kent, hatırladıkça yaşar. Ve belki bir gün, unutulmuş bir çınarın köklerinden yeniden filizlenir bu şehir — çünkü hiçbir hafıza, tam olarak yok edilemez.
Bir kent sadece pazarlanan ürüne, ranta dönüşmüşse o kent artık ruhunu yitirmiştir. Bu kentin yöneticileri ise sadece emlakçıdır.
Elektriğin tarihi
Modernleşmenin tarihi, bir bakıma elektriğin tarihidir. Modern insan da elektriği kullanan, ona biçim veren, ondan büyülenen insandır. Bir çift terapisinde kadın, “Ayrılmak istiyorum,” derken, “Artık ondan elektrik alamıyorum,” der. Algılama derslerinde anlatılır: acıyan bir parmağın bilgisinin beyine ulaşması, vücut içindeki elektrik akımı sayesinde olur. Beynimizden organlarımıza, organlarımızdan beynimize giden bilgi, sinir sistemi boyunca elektriksel iletimle taşınır. Yani “elektrik alamamak”, sembolik olarak duygusal akışın, canlılığın, içsel titreşimin kesilmesidir. Bir insanı “aydınlatmak”, “birine ışık olmak” dediğimizde de aynı metafor geçerlidir. Aydınlar, ışığın kaynağı olan, canlandırıcı bir enerji taşıyan insanlar olarak görülür. “Birine ışık vermek”, “nur yüzlü olmak” gibi ifadeler, farklı bağlamlarda da olsa aynı şeyi ima eder: ruhsal bir elektrik akımı, bir canlılık aktarımı.
Tristan Garcia, Das intensive Leben (2017) adlı kitabında, modern toplumun “yoğunluk” arzusunun bir tür obsesyona dönüştüğünü söyler. Bu yoğunluğu hem metaforik hem fiziksel olarak elektrikle ilişkilendirir. İletişim, tüketim, duygulanım, algılama… her şey yoğunlaşır. İdeolojiler de kendi ütopyalarını, tutkuların ve yoğunluğun artacağı bir gelecek vaadiyle besler. Garcia, direnişin bile bu yoğunluk üzerinden süreklilik kazandığını belirtir. Yoğunluğun enerjisi —metaforik anlamda— elektriktir. Elektriğin ilk kullanıldığı dönemlerde bazı bilim insanları, cesetlere elektrik vererek kas hareketlerini gözlemler; bu titreşimlerde ölüyü diriltme ihtimalini ararlar. Zamanla bu deneyler birer gösteriye, bir tür bilimsel şarlatanlığa dönüşür. Bilim, yavaş yavaş bir eğlenceye, bir “spektakle”ye dönüşür. Ve biz artık biliyoruz: elektrik büyüleyici, aydınlatıcı ama aynı zamanda öldürücü bir güçtür — tıpkı ateş gibi.
Alev de insanı hem büyüler hem içine çeker. Alevlerin içinde şekiller, yüzler, benzerlikler ararız. Garcia’ya göre modernliğin özü, elektriğin evcilleştirilmesidir. Elektrik, önce ışık verir; sonra hayatın her alanına girer. Bugün elektriksiz bir yaşam alanı neredeyse yok. Tekniğe ve bilime duyulan güven de elektrikle başlamıştır. Modernlik, aslında beton ve elektrik üzerinden uygarlığa etki etmiştir. Işık dünyayı dönüştürdü, karanlığı aydınlattı. Bu bağlamda modernlik, “aydınlık” ve “kent”le özdeşleşirken, “karanlık” olan, gerilikle, taşrayla, geçmişle ilişkilendirildi.
Sömürü, kapitalizmden önce de vardı — din, devlet, zenginlik biçiminde. Ama tarihsel sıçrama, kapitalizmin teknik araçları hayatın her alanına sokmasıyla yaşandı. Kapitalizmin bu kadar uzun süre ayakta kalmasının nedeni, teknolojiyi enerjiyle —özellikle elektrikle— birleştirebilmesidir. Elektrik, kapitalizmin hem besini hem de yakıtıdır. Bir köye karanlıkta yaklaşırken eskiden köpek seslerinden anlar, yaşamın varlığını sezerdik. Şimdi karanlıkta bir yerleşime yaklaştığımızı lambalardan anlıyoruz. Artık ışık, yaşamın sesi oldu. Bugünün yöneticileri modernleşmeyi yalnızca “her yeri aydınlatmak” ve “her yeri betonlaştırmak” olarak anlıyor. Kentlerin rengârenk ışıklarla süslenmesini, modernliğin kanıtı sayıyorlar. Ama bu, yalnızca dışa dönük bir aydınlanma. Kafaların içi karanlık kalırken, kentlerin dışı ışıkla kaplanıyor. Modernliğin trajedisi de tam burada: Işığı her yere yayarken, anlamın kaynağını karartmak.
Betonun Tarihi
Betonun tarihi çok eski. Eski Roma’dan günümüze kalan yapılarda beton kullanılmıştır. Panteon bundan yaklaşık iki bin yıl önce betondan inşa edildi. Sonra uzun bir süre unutuldu. 19. yüzyılda beton yeniden keşfedildi — bu kez çelikle, demirle birleşerek daha dayanıklı hâle geldi. Kum, çimento, su… Artık demiri ve çeliği de bağlayarak yapıları sağlamlaştıran bir maddeye dönüştü. Bugün mimariyi belirleyen şey betondur. Kentler beton ormanları hâline gelmiştir. Modernlik, gelişmişlik, artık betonun ne kadar yoğun kullanıldığıyla ölçülüyor. Beton hep bir şeylerin üstüne kurulur; ama kurulduğu her yerde, yer açmak için yok edilen mekânların hafızası da kaybolur. Bir yapının temeli atılırken, bir başka geçmiş gömülür. Çelik beton en kalıcı inşaat malzemesidir: rüzgâra, yağmura, soğuğa, sıcağa dayanıklıdır. Bu yüzden kapitalizm, betonun sembolizmi üzerinden kendi “dayanıklı düzen” imajını da pekiştirmiştir. Türkiye’de ise bu ideoloji her depremde, her selde, her yağmurda çöker — ama buna rağmen kimse kapitalizmi sorgulamaz. Belki de beton, yalnızca şehirleri değil, düşünmeyi de katılaştırır. Faşizm, düşünceyi kalıplara dökerek betonlaştıran bir sistemdir. Nazi rejimi devasa binalar inşa ederek kendisini halkın gözünde yüceleştirdi. Bu dev beton yapılar, halkta hem hayranlık hem de küçüklük duygusu uyandırdı. Faşizmin çelik-beton mimarisi, gücün kalıcılığını görselleştirmenin bir yoluydu. Küçük insanların devasa binalar içinde kendi küçüklüklerini unutma çabası… Erdoğan’ın “muhteşemlik” gösterileri, sarayları, uçakları, dev organizasyonları da aynı psikodinamiği taşır: Küçük bir adamı dev gibi gösteren sembolik araçlar. Faşizmler, beton kentler aracılığıyla “yeni insan” yaratmayı da hedefler. TOKİ konutları, bu ideolojinin güncel biçimidir: halka betonla buluşmayı “hizmet” olarak sunmak. Oysa bu, yalnızca bina yapmak değil, yeni bir sosyoloji, yeni bir psikoloji inşa etmektir. Kent, bir yaşam alanı değil, bir tasarım nesnesine dönüşür.
Betondan kafesler…
Anselm Jappe (2023, Beton), muhafazakâr burjuvazinin başlangıçta betona mesafeli olduğunu, betonu “çirkin” bulduğunu; buna karşın solun betona sahip çıktığını yazar. Solun bu sahiplenmesinde betonun ucuz ve dayanıklı olması etkiliydi. Yoksullar için beton, barınmanın, güvende olmanın imkânıydı. Ama kent yaşamı, yalnızca sağlamlık değil, aynı zamanda esneklik de ister. Betonun doğası ise tam tersidir: sert, değişmez, mutlak. Cumhuriyet de bir yönüyle bir betonlaşma projesidir. “Cumhuriyet kazanımları” sayılırken çimento ve şeker fabrikalarının örnek verilmesi tesadüf değildir. Demirel’in “barajlar kralı”, Erdoğan’ın “asfaltın ve betonun mimarı” olarak anılması şaşırtıcı değildir. Bu övgülerin dili, aynı zamanda “ilelebet yaşayacak Cumhuriyet” söyleminin de dilidir: Kalıcı olmak, betona benzemekle eş tutulur. Kentler betonlaştıkça, elektrikle donandıkça, “modernleştiğimiz” sanılır. Göğe uzanan binalar, yücelik ve başarı simgelerine dönüşür. Ama betonun tarihi aynı zamanda mafyalaşmanın da tarihidir.
Devlet, beton ve mafya her zaman birbirine temas etmiştir. Sicilya mafyası yalnızca komünistleri öldürmedi; devleti inşaatla buluşturdu. Jappe, bu sembiyozun en tipik örneklerinden birinin Japonya olduğunu söyler. Orada da devlet ve mafya, inşaat sektöründe birbirine karışmıştı. Tsunami, yalnızca kıyıları değil, bu kirli düzeni de açığa çıkarmıştı.
Türkiye’de fark şu: Hiçbir deprem, hiçbir sel, hiçbir yıkım bu sembiyozu bozamadı. Devlet ve inşaat sektörü arasındaki bağ, sarsılmaz bir ideolojik çimento ile güçlendirilmiş durumda. Elektriği ve betonu modernliğin simgesi saymanın, insanı insandan uzaklaştıran bir yanı var. Modernleşme, ışığın ve betonun değil, düşüncenin, vicdanın ve ortak emeğin tarihi olmalıydı.
Ama bizde modernleşme, ışığı dışa, betonu yukarı yönlendirdi; karanlıkta kalan ise içimizdi.
İmajiner Kentler ve Yabancılığın Coğrafyası
Toplumların tarihini inceleyenler, geçmişte insanların genellikle küçük topluluklar hâlinde yaşadıklarını söyler. Bu topluluklar çoğunlukla akrabalık, hısımlık ve komşuluk ilişkileriyle örülmüştü. İnsan, tanıdığı insanların arasında yaşar, güvenini bu ilişkiler ağına dayanarak kurardı. Oysa günümüz kentleri, birbirini tanımayan, birbirine yabancı insanların bir araya geldiği mekânlardır. Kent, yabancılığın içinde birlikte yaşamayı mümkün kılan bir uzlaşı biçimidir — ama aynı zamanda yabancılaşmanın da laboratuvarıdır.
David Graeber ve David Wengrow’un 2024’te Almanca yayımlanan Anfänge adlı kitaplarında bu meseleye dair önemli bir bölüm var: “imajiner kentler” üzerine. Bir şehrin, her şeyden önce kafada başladığını söylerler. Her kent, önce bir fikirdir; sonra bir plana, bir mimariye, bir düzene dönüşür. Bugünün yöneticilerinin kafasındaki kent imgesi, betonla, yüksek binalarla, elektrikle donatılmış bir toplu yaşam alanıdır. Bir rüya değil, bir “proje”dir artık şehir: her köşesi planlanmış, duygusu unutulmuş. Kitapta, evrim psikoloğu Robin Dunbar’ın tezine de yer verilir. Dunbar’a göre bir insanın tarih boyunca yaşamını sürdürebilmesi için ortalama 150 kişilik bir gruba ihtiyacı vardır. Bu, insan zihninin kurabileceği sosyal bağların sınırıdır. Bir köyde ya da kasabada yapılan törenlerde, eğlencelerde genellikle bu kadar insan bir araya gelir — ve bunların sadece yüzde onu akraba ya da hısımdır. Yani “toplum” dediğimiz şey, duygusal bir dairenin içinde kurulur.
Kentte ise bu sınır aşılır. Kentte binlerce, milyonlarca insan yaşar — ama birbirini tanımaz. Bu yabancıların, kendilerini aynı topluluğun parçası olarak hissetmeleri artık bir “kurgu”yla mümkündür. Bu kurgu, kimliktir, ulustur, dindir, markadır ya da sadece aynı ışıklarla aydınlanan bir caddedir. Kent, sembolik olarak hayal edilen bir aidiyetin mekânıdır. Kentlerde bazı şeyler uzun vadeli ve kalıcı planlanır: altyapı hizmetleri, yollar, binalar… Ama bütün bu kalıcılığa rağmen, kent aslında değişken bir yerdir. Yıkılır, yenilenir, dönüşür. Kent, sürekli bir “yeniden başlama” hâlidir. Eskiden kente göç edenler, yerleşik nüfusun önüne geçemezdi. Göçmenler azınlıktaydı, yerliler ise kentin kültürünü, ritmini, dilini koruyabiliyordu. Bugünse durum tersine döndü. İstanbul gibi şehirlerde kentin yerlileri artık azınlıkta. Kentler, kente sonradan gelenler tarafından yönetiliyor. Bu da kentin ruhunu, hafızasını, estetiğini kökten değiştiriyor. Bu değişim, yalnızca demografik değil; aynı zamanda kentin ruhunun değişimi anlamına geliyor. Bir zamanlar kente ruh verenler, artık onun yankısına dönüşmüş durumda. Kent, artık kendi sakinlerinin değil, onu kafalarında yeniden inşa edenlerin hayalinde yaşıyor. Her kente bir ruh kazandıran şey, o kentin sakinlerinin ortak belleğiydi. Ama belleğin dili değişince, şehir de değişir. İstanbul artık içinde yaşayanların değil, onu sürekli yeniden tanımlayanların kenti. Bir zamanlar yaşanmış bir şehir, şimdi yalnızca yaşanılan ve yaşlanılan bir mekân. Ve belki de bu yüzden kentler, artık “yurt” değil — yalnızca “adres.”