Televizyon, sosyal medya ve eğlenme mecburiyeti (2)

İnternetin olmadığı bir yerde kendimizi kaybolmuş hissediyoruz. Çünkü internet, artık dünyayla aramızdaki göbek bağı: Bizi besleyen, yatıştıran, var eden… Ama aynı zamanda bizi kendimizden ayıran.

Eskiden eğlence gerekçeleri seyrek ve istisnaiydi: Hasat yılda bir kez yapılır, evlilik çoğu toplumda ömür boyu bir defa yaşanırdı. Oysa modern toplumda “eğlenceyi hak ediş” neredeyse sürekli hale gelmiştir: her hafta, hatta bazen her gün. Belki de bu yüzden, bu kadar sık eğlenme mecburiyetinin içsel donanımı aslında hiç yoktur. Asıl söylemek istediğim şu: Eğlencenin yapıları, nasıl eğleneceğimizi belirler. “Çılgınlık” bile yalnızca çılgınlık gibi görünen, kontrollü bir çılgınlıktır. Çoğu zaman “hak edilmiş” bir ödül duygusuyla organize edilen eğlenceler cuma ve cumartesi gecelerine ayarlanır. Öğle vakitleri kutsal ibadetlere ayrılırken, akşam saatleri sistematik biçimde eğlenceye devredilir.

Eğlenmek, “yoruldum, tüm hafta çalıştım, şimdi eğlenmeliyim” türünden rasyonelleştirmelerle meşrulaştırılsa da aslında iç dünyanın haline de bağlıdır. Tıpkı “hadi spontan ol” ya da “artık komik/akıllı ol” denilince bunun kendiliğinden gerçekleşmemesi gibi, eğlenmek de bir düğmeye basar gibi gerçekleşmez. Ruhun hali ve ortamın niteliği belirleyici olur. Fakat eğlence zamana ve sınırlamaya tabi kılındığında, insanlar düğmeye basarak eğleniyormuş gibi davranırlar. Belli saatlere göre eğlenmek çoğu kez bazı maddeleri “zorunlu” hale getirir: iki kadeh alkol ya da biraz esrar… İnsanlar ancak bunlardan sonra “eğlenmeye” başlar. Oysa eğlenmek bir zorunluluk haline getirildiğinde, aslında eğlenmek çok zordur.

Kapitalizm yalnızca bir ekonomik model değil, aynı zamanda kapsamlı bir kültürel oluşumdur. İnsanları eğlenmeye yönlendiren kültür, bunun araçlarını da üretir ve yaygınlaştırır. Guy Debord, Gösteri Toplumu’nda (1996) bunu “şamata, şölen, gösteri toplumu” olarak anlatır. Toplum, bu şamata ve gösterilere katılarak kendini “pozitif” hisseder. Gösterilerin çok eski bir tarihi vardır. Geçmişte çoğu dinsel ritüeller üzerinden yaşanırken, günümüzde ulus-devletlerin modern ritüelleri haline gelmiştir. Ulusal bayramlar, anma törenleri, açılışlar bu işlevi taşır: Halk belirli aralıklarla eğlencelerle meşgul edilir ve böylece denetlenir. Avrasya Maratonu, Kırkpınar Güreşleri, Akasya Festivali, bilmem hangi köyün festivali… Son yıllarda ise dinsel kutlamalar, kandiller, İstanbul’un her yıl yeniden fetih gösterileri, kentlerin kurtuluş günleri aynı amaca hizmet eder.

Devletin örgütleyip sunduğu bu şamatada folklor grupları ve şarkıcılar katkı sunar. Debord’un da belirttiği gibi, gösteri ve eğlence önemli bir “sermaye”dir. Marx’ın din için söylediği “afyon” işlevini burada gösteri üstlenir: Eğlendirerek uyutur, dikkati yönlendirerek denetler. Gösteri yalnızca uyutmaz, uykuyu da denetler; yani uyuyup uyumadığınızı kontrol eder.

Bu yüzden slogan atan ya da katılımcıları uyandırmaya çalışan kişiler hemen “terörist” ilan edilip devletin “sevecen” yüzüyle, yani polis şiddetiyle karşılaşır. Halk ise eğlenerek uykusuna devam eder. Burada en önemli rolü halkın sevdiği “sanatçılar” oynar. Onlar hem gösteriye katkı sunar hem de halkı bu gösterinin bir parçası yapar. Halk adeta bir koro gibidir; nakaratları şarkıcılar söyletir. Faşist iktidarlar halkı yalnızca suçlarına ortak etmekle kalmaz, onları ortak eğlencelerle de bir “biz”in parçası yapar. Böylece suçlu, eğlenen ve aidiyet duyan bir kolektif “biz” ortaya çıkar.

Çocukların Eğlencesi

Çocuklarla oyun terapisi yaptım. Anne babalar, “Nasıl terapi yapıyorsunuz?” diye sorduklarında genellikle “Oyun oynuyorum.” diyordum. Bu yanıt onlara pek mantıklı gelmiyordu; çünkü dersleri kötü olduğu için terapiye getirilen çocuklarla oyun oynamam, onların beklentisine uymuyordu. Oyun ne işe yarar ki? Mutlaka bir işe yaraması, bir sonuç üretmesi gerekir, değil mi? Tatilde kitap okuduğumda bile biri hemen “Sınava mı hazırlanıyorsun?” diye soruyor. Yani kitap okumanın bir amacı yoksa “boş iş.” Oyun oynayan da “zamanını boşa harcıyor.” İnsan kitap okuyarak düşünmeyi öğreniyor ve başkalarının dünyalarına tanık olabiliyor. Tabi, bu yaşa gelip de düşünmeyi öğrenememiş olmak ve buna çaba göstermek de şaşırtıyor…

Modernlikle tanıştığımız ilk yıllarda çocuklarla zaman geçirmek, onlarla oyunlar oynamak, kendi çocukluğumuzu yeniden yaşamak hoşumuza giderdi. Zaman ayırmak, birlikte bir şeyler yapmak, kendi yaratıcılığımıza güvenmek… Bunların hepsi anlamlıydı. Fakat zamanla “çocuk endüstrisi” gelişti ve bu değişti. Psikanalist Martin Dornes, Emotionaler Kapitalismus (Duygusal Kapitalizm, 2011) adlı eserinde, doğum günleri ve çocuk eğlencelerinin nasıl kurumsallaştığını anlatır. Artık bu işleri organize eden, yalnızca bu alanda uzmanlaşmış firmalar var. Yani çocukla birlikte yemek yapmak yerine lokantaya gitmek, çocuğun doğum günü partisini bir firmaya organize ettirmek daha yaygın. Anne babalık, adım adım profesyonellere devrediliyor: ders çalıştırmak, bakım, spor, etkinlikler… Duygusal kapitalizm, duyguların ve ilişkilerin piyasa mantığına göre düzenlenmesidir belki de. Bu düzende duygular artık içten gelen, kendiliğinden yaşanan deneyimler değil; toplumsal beklentilere, performansa ve tüketime göre biçimlenir. Sevgi, özen, oyun, hatta mutluluk bile birer “yatırım” nesnesine dönüşür. Ebeveynlik duygusal bir emek olmaktan çıkıp profesyonel hizmetlerle ölçülür hale gelir: “iyi anne baba” artık çocuğuyla oyun oynayan değil, onun için “doğru” hizmetleri satın alan kişidir.

Çocuğu sevmek artık onunla sevgi dolu zaman geçirmek değil; “çocuk için en iyisini sağlamak.” Pahalı okullar, kurslar, eğlenceler… Çocukla tüm gün vakit geçirmek, birlikte eğlenmek yerine onun “en iyi şekilde gelişmesi” için koşullar yaratmak öne çıkıyor. Anne babalık, çoğu zaman yalnızca evdeki köpeği birlikte dışarı çıkarmak veya biraz sohbet etmekle sınırlı kalıyor. Çocukla oyun oynamak yerine, onunla oyun oynayacak kişileri kiralıyoruz; çocuğun daha “iyi eğlenmesini” sağlamaya çalışıyoruz. Çocukla ortak anılar biriktirmek yerine, çocuğun iyi anılar biriktirmesini “sağlamak” hedef oluyor. Artık mesele, çocuğun kaliteli ve “verimli” biçimde eğlenmesi. Masal anlatmak yerine podcast dinletiyoruz; annenin, babanın sesinden değil, bir seslendirme sanatçısının sesinden masal dinliyor çocuklar. Böylece çocuklar daha erken yaşta medyatik özdeşleşmeler yaşamaya başlıyor. Peki, anne babalar hâlâ çocuğun rol modeli olabiliyor mu? Kısacası: “Aman eğlensinler, aman eğlenelim” çağında yaşıyoruz. Duygusal kapitalizmde, duyguların da pazarlayıcıları var.

Cep telefonuyla rekabeti çoğumuz kaybediyor

Çocuklar, anneyle babanın el ele tutuştuklarını, birbirine yakınlaştıklarını gördüklerinde araya girerler. Bu sahne, çocuğun dışlandığını hissettiği ilk üçgen ilişkidir. Anne ve babanın birbirine dönmesi, çocuğun narsistik bütünlüğünü tehdit eder; çünkü anne, artık yalnızca “benim” değildir. Çocuk, bu tehdidi savuşturmak için ilişkiye müdahale eder — anneyle baba arasındaki bağı bozar, ilgiyi yeniden üzerine çeker. Anne ve baba da çoğu zaman çocuğun bu girişimini ödüllendirir, birbirlerinin elini bırakıp çocuğun elinden tutarlar. Böylece çocuk, kıskançlığını eyleme dökerek bir zafer kazanır. Günümüz çocuklarıysa artık anne ve babalarıyla değil, onların ellerinden düşürmedikleri telefonlarla rekabet ediyor. Ebeveynin bakışı, seslenişi, ilgisi — yani çocuğun benliğini kuran temel ayna işlevi — giderek ekrana kayıyor. TikTok, Instagram, Facebook gibi dijital nesneler, yalnızca dikkat değil, duygusal yatırımı da kendilerine çekiyor. Bu nedenle, Zuboff’un “Das Zeitalter des Überwachungskapitalismus= Gözetim Kapitalizmi Çağı” dediği yeni düzende, gözetim artık dışsal bir zorlama değil; içselleştirilmiş bir arzu biçimi. Artık bizi gözeten sisteme biz kendimizi arzuyla sunuyoruz: takip ediyor, beğeniyor, beğeneni beğeniyoruz.

Her insan, görülme ve onaylanma arzusuyla doğar. Yeni doğan bebek bile, göz temasıyla annenin bakışını “yakalamanın” derdindedir. Winnicott’un “geçiş nesnesi” kavramı, bu ayrılık kaygısına bir yanıt olarak ortaya çıkar: çocuk, annesinin yokluğuna dayanabilmek için bir nesneyi — bir battaniyeyi, bir oyuncağı — duygusal bir köprüye dönüştürür. Günümüz insanı da benzer biçimde, telefonunu elinden bırakmaz. Bu aygıt, anneden ayrılmanın yarattığı kaygıya karşı modern bir “geçiş nesnesi” haline gelmiştir. Çocuk, yetişkin… Çoğumuz elinden ayıcığını/telefonunu bırakmayan çocuklar gibiyiz… Oysa artık bu nesne bizi yatıştırmak yerine kuşatıyor. Uyumadan önce ona bakıyor, sabah sevgilimize günaydın demeden onu elimize alıyoruz. Başlangıçta yalnızca “işe yarayan” bir araçken, şimdi libidinal alanı işgal eden bir nesneye dönüştü. Onsuzluk çekilmez hale geldi; çünkü artık sevdiğimiz değil, “bağlandığımız” şey o. Annemizle göbek bağımız çoktan kesilmiş olsa da sembolik olarak internet BAĞlantısı anneyle göbek bağımızın yerini alıyor adeta… Bu durum, Klein’ın “kısmi obje” kavramını hatırlatır: bebek, anneyi bir bütün olarak değil, memesiyle özdeşleştirir. Nesne parçalanmış ama yüceltilmiştir. Bugün biz de telefonu tıpkı o “kısmi obje” gibi algılıyoruz — dünya, evren, sevgili, düşman her şey onun içinde.

Modern özne, kendi iç dünyasındaki eksikliği bu nesneyle dolduruyor. Telefon, annenin kaybını telafi eden ama asla doyum sağlamayan bir ikame nesnesi. Ve bu yüzden, her bildirim, her beğeni, her “takip” kısa süreli bir haz, uzun süreli bir bağımlılık yaratıyor. Artık birbirimizden değil, elimizdeki nesneden haz alıyoruz.

Ben Bir Starım

Eğlence denen curcunanın merkezinde star sistemi var. Modern toplum hepimizi — en azından geçici olarak — birer “star”a dönüştürüyor. Doğum günleri, evlilikler, sünnet ya da ölüm ritüelleri… Herkesin sahneye çıktığı, başrolde göründüğü anlar. Bir konserde gücün sembolü mikrofonu elinde tutandır; iktidarın eğlencedeki simgesi budur. Eğlence, konserler, festivaller aslında sekülerleşmiş ayinlerdir. Bazı tantanalar küresel çapta yaşanır: Leydi Diana’nın evliliği ya da Kennedy’nin matemi gibi. Bazıları ulusal boyuttadır: Barış Manço’nun ölümü, medyanın aracılığıyla ulusallaştırılmıştır. Manço’nun komşusundan Artvin’deki köylüye kadar herkes aynı üzüntüye dahil edilmiştir. Bu tür seküler ritüellerde iktidar ve medya bize ne zaman yas tutacağımızı ne zaman göbek atacağımızı söyler. İçsel pusulamızdan değil, dışarıdan gelen işaretlerle yön buluruz. Bu, kendimize yabancılaşmadır; kolektif regresyondur.

Winnicott’un söz ettiği “sahte kendilik” burada devreye girer. Çocuk, kendi ihtiyaçlarını değil, ebeveynin beklentilerini karşılamak için kendini manipüle eder; biz de benzer şekilde devletin, medyanın ve toplumun bize dayattığı duyguları yaşarız. Silivri soğuk olduğu için “eller havaya” diyerek ritme uyarız. Eğlence, aslında zorunlu bir senaryonun sahnelenmesidir. Neil Postman’ın Ölesiye Eğleniyoruz (Wir amüsieren uns zu Tode) kitabında söylediği gibi, televizyonun asıl amacı eğlendirmektir. Bugün gerçekten de bir “eğlence çağı”nda yaşıyoruz. Öğretmenin amacı artık yalnızca öğretmek değil; çocuk sıkılmadan, keyif alarak “eğlenerek” öğrenmelidir. Televizyon eğlendirmeli, politikacılar şovmen gibi davranmalıdır. Mustafa Sarıgül bir politikacıdan çok TikTok fenomenine, Cemal Enginyurt ise politik bir fıkra anlatıcısına dönüşmüştür; politikanın Mehmet Ali Erbil’leri gibiler. Sosyal medyada “hoca” figürleri fenomenleşmiş, Cübbeli Hoca adeta bir uluslararası pazarlamacıya evrilmiştir. Peygamberler bile reklamlara çıkarılıyor, ayetler reklam metni gibi kullanılabiliyor. Tayfun Atay’ın dediği gibi, bu tam anlamıyla “helal kapitalizm”dir.

Kısacası televizyon ve medya yalnızca bilgi vermiyor; bizi eğlendirerek anlatıyor, eğlendirerek ikna ediyor. Ölümler bile dolaylı bir eğlenceye dönüşebiliyor. Bu kadar çok güldürücünün olduğu bir ortamda komedyenlerin işi bile zorlaşıyor. Çünkü aslında bir “eğlenme hapishanesi”nin içinde yaşıyoruz. Sosyal medya bu hapishaneyi besliyor: Şiir dizeleri, aforizmalar, yemek masasında çekilen milyonlarca fotoğraf… İnsanlar içerken, yerken, hatta özel anlarını yaşarken bile mutluluklarını teşhir ediyor. Her şey anında yayınlanıyor. Yaşadığımız her şeyi ananıda teşhir ediyoruz. Teşhir önceden ayıbın alanına girerdi. Şimdi teşhir en guru duyabildiğimiz şey. Mutluluk, paylaşılmadıkça mutluluk sayılmıyor. Öfkeyi, küfrü, hakareti bile eğlenceye dönüştürüyoruz. Felaketler bile ekranın başındakini eğlendirecek biçimde kurgulanıyor.

Bu kadar eğlenmeye muhtaç olmak… İçimizdeki her boşluğu eğlenceyle doldurmaya çalışmak… Sakız çiğneyerek karnını doyurmaya kalkışmaya benziyor: Çiğnedikçe daha çok acıkıyoruz, acıktıkça daha çok çiğniyoruz. Eğlence çılgınlığı çoğu kez yas tutulamamış acıların üzerini örtme girişimi değil midir? Taybet Ana’nın yasını ıskalayanlar, Madımak ağıtına kulak tıkayanlar daha da çılgınca eğlenmenin peşine düşüyor. Ne kadar coşsalar da bir şeyler eksik kalıyor; işte bu eksikliği gizlemek için eğlence daha da kabalaşıyor.

En büyük şovmenlerden biri Diyanet İşleri Başkanı’ydı. Adeta bir süperstar gibi sunuldu: kendine özgü kostümler, yürüyüş, mikrofon tutuşu… Hepsi prova edilmiş ve teatral bir biçimde sahnelenmişti. Arada bir ayet okuması bile senaryonun parçasıdır. Michael Jackson misali bir figür… Ersan Şen’in ekranlarda sürekli bağırarak konuşması, her konuyu öfke üzerinden duygusallaştırarak inandırıcılık kazandırmaya çalışması… Boyun damarları çatlayacakmış gibi bağırarak ırkçılığına inandırıcılık katmaya çalışması… Boks maçına giden kavgadan eğlenmek ister. Televizyonlar ‘fikir düellosu’ (?) yapılan arenalar. Kavga eden, bağıran, çağıran, kemer altı vuran insanların tantanası… Ve bu sahte kavgadan eğlenen izleyiciler… Bazı kitapları Türkçeye de çevrilen (Tanıl Bora çevirdi) düşünür Wilhelm Schmid’in birkaç hafta önce yayınlanan yeni kitabında (2025, Die Suche nach Zusammenhalt) televizyon düellolarının amacının eğlendirmek olduğunu yazar. Medyanın tarihinde radyo, televizyon oluşturduğu bir güvenirlik kredisi vardı. Basının söylediği tartışmasız kabul edilen bir ‘hakikat’ti… Ve o zamanlar ülke biraz medya aracılığıyla köyleştirilirdi. Ülkedeki herkes aynı haberi aynı anda izler, halk tek kanallı programları aynı zamanda ve her yerde izlerdi. Günümüzde çoğu yapımcı bu mirası yiyor… “Milli dönekler”in eski solculuklarını aşağılayan tekrarları bile bu eğlencenin bir parçası günümüzde; Celal Şengör’ün Nasrettin Hoca misali karikatürleşmiş çıkışları… Bunların tümü aynı gösterinin farklı yüzleridir. Burada kitlelerin tepkileri psikoanalitik açıdan kolektif regresyonu andırır. Yetişkin birey, eleştirel aklından gerileyerek çocukluğun dünyasına çekilir. Gösteri, bireyi düşünmekten, sorgulamaktan çok, büyülenmeye ve teslim olmaya yöneltir. Tıpkı çocuğun ebeveyn figürüne sığınması gibi, kitleler de star figürlerine bağlanır. Aynı zamanda bir narsistik özdeşleşme mekanizması devrededir. Kitle, sahnedeki starla özdeşleşerek kendi değerini yüceltir. Starın gücü, bilgeliği ya da öfkesi seyircinin benliğine eklemlenir. Dinleyici ya da izleyici, “ben de onunla aynı yerdeyim, onunla aynı duyguyu paylaşıyorum” diyerek kendini daha büyük, daha önemli hisseder. Bu, bireysel narsisizmin kolektif düzlemde örgütlenmesidir.

Bazı programlarda “tarafsız yayın” vurgusu öne çıkarılıyor. Her tarafa mesafeli durma yalanı. Bu ‘tarafsız yayın’larda azınlıkların folklorik rol almaları… Bu sahte tarafsızlığın demeoratlıkla ilişkilendirilmesi. Oysa Schmid, bu tarafsızlık iddiasının aslında bir özgürlük gibi pazarlanarak sunulduğunu söyler: hiçbir ideolojiye, hiçbir tarafa ait olmamak… Bu söylem, özgürlüğü her türlü bağdan azade olmakla eşitleyen modern bir yanılsamaya dayanır.

“Tarafsızlık”, çoğu zaman benliğin kendini koruma çabası, bir kamuflajdır. Kötülüğe göz yummanın tarfsızlık sayıldığı bu durumda arlanma duygusu ‘tarafsızlık’ın ardına gizlenir, korkaklık bir olgunluk göstergesine döner. Böylece kişi, kendi eylemsizliğini “bilinçli mesafe” kisvesi altında rasyonalize eder. İçindeki ‘iyi insan olma’ (=ideal ben’in çığlığı) sesini susturmak için, “nesnel yayın” diyerek etik sorumluluktan kaçar. Bu tutum, narsistik bir benlik idealine dayanır: “Ben diğerlerinden farklıyım, bağımsızım, özgürüm, boyun eğmem, etkilenmem.” “Tarafsızım” diyen kişinin narsistik hazzı tam da buradadır — sanki taraf olmamak, bir tür üstünlük belirtisidir. Oysa bu sahte “bağımsızlık” hali, çoğu zaman bastırılmış bir suçluluk duygusunun inkârıdır. Kişi, zulme tanık olur ama eyleme geçmez; çünkü eylem, vicdanı devreye sokar ve suçlulukla yüzleşmeyi zorunlu kılar. Böylece sessizlik, hem bastırmanın hem de inkârın sesi olur. Zulme karşı sessiz kalmak, dışarıdan bakıldığında tarafsızlık gibi görünür, ama aslında zulme taraf olmaktır. Zulme sessiz kalmak suça dahil omaktır. Yani saldırganla özdeşleşme, saldırganı koruma halidir bu… Yani tarafsızlar en çok taraf olanlardır da. Tarafısz olmak iddası risksiz yaşama güvencesidir. Tarfasızlık bire korunma biçimi gibi görünür.Direnmekse kaygı uyandırır. Böylece tarafsızlık, kaygıyı yönetmenin bir yoluna dönüşür. Bastırılan geri döner… Hem de çok şiddetli bir biçimde… Toplumda biriken bu “sessizlikler” çoğu kez yatay kavgalara, gündelik hayattaki sıradan kavgalara döner… Bazen de dikey bir çatışmaya… Devrimler bu tür birikimleri içinde saklar… Çok süslü sözler ve hikayelerle sunulsalar da zulmün olduğu bir yerde tarafsızlık, yalnızca eylemsizlik değil — suç ortaklığıdır.

Futbol yorumcularının abartılı jestlerle günlerce tek bir maçı tartışmaları, AVM’lerde sanatçı ve futbolcuların alışverişi eğlenceye dönüştürmesi… Hepsi aynı regresif özdeşleşme mekanizmasına hizmet eder. Çocuklara palyaçolar, yetişkinlere starlar sunulur. Bu, bireyi kendi iç dünyasından koparıp gösterinin büyüsüne teslim eden bir kolektif sahnedir.

Gösteri toplumu, böylece yalnızca tüketim alışkanlıklarını değil, duygulanımları da denetler. Regresyon, bireyi sorgulayıcı yetişkin olmaktan uzaklaştırır; narsistik özdeşleşme ise kitleyi yıldızın yüceliğinde kendini arayan bir “biz” duygusuna hapseder.

Tekrar starlığa dönersem…

Star sistemi yalnızca popüler müzikte değil, edebiyat, medya, psikoloji, tarih ve hatta deprem uzmanlığı gibi alanlarda da işler. Bu sistem, uzmanı belirli bir alanda görünür kılmakla kalmaz; ona farklı konularda da söz söyleme imkânı tanır. Böylece uzman, disiplinler arası meşruiyet kazanmadan, popüler kültür aracılığıyla “her konuda otorite” konumuna yükselir. Bu figürlerin anlatıları, bilinçli bir biçimde basitleştirilmiş, herkesin anlayabileceği kalıplara indirgenmiştir. Buradaki işlev, karmaşık bilgi ile gündelik algı arasında bir aktarım köprüsü kurmaktır. Bu aktarım, dinleyicide “anlama” değil, çoğu kez “aidiyet ve haz” üretir: dinleyici kendisini uzmanla aynı dili konuşur gibi hisseder. Ortaya çıkan duygu, “otorite figürüyle ortak zeminde buluşma”nın narsistik doyumudur. İlber Ortaylı bunun çarpıcı bir örneğidir. Bir tarihçi olarak akademik uzmanlığının ötesinde her konuda görüş bildirir. Karmaşık tarihsel meseleleri basit cümlelere indirger, böylece geniş kitlelere ulaşır. Ancak bu süreçte otorite, yalnızca bilgi üzerinden değil, popüler kabul üzerinden de pekişir. Ne var ki, “hiçbir Kürt yurtdışında ‘ben Türkiyeli Kürdüm’ demez” türünden genellemeler, bilgi otoritesini aşarak tanrısal bir bakışa gönderme yapar. Çünkü ancak Tanrı’nın bütün insanlığın ne dediğini ne düşündüğünü bilme yetisi vardır. “Dünyanın hiçbir yerinde…” veya “dünyada böyle değil…” ifadeleri, kesinlik ve evrensellik iddiasıyla söylenir; ancak sınırsız narsizmi ifşa eder. Dahası, bilimsel görünüm taşıyan bu tür iddialar, tek bir karşı örnekle çürütülebilir.

Star sistemi ayartıcıdır; muhalif figürler bile bu sistemde yeni iktidarlara dönüşebilir. Sorun, starla özdeşleşen kitlelerin söylediklerini mutlak doğru gibi kabul etmesidir. Dinleyici, sanki tarih starın tekelindeymiş gibi davranır. Oysa tarih birinin malı değildir. Bu tantana, toplumsal parçalanmayı görünmez kılar.

Bir festivalde herkes aynı şarkıları dinler, aynı yemekleri yer, bir “birlik” duygusu yaşar. CimBom maçındaki birlik ya da Anıtkabir ziyaretindeki ortaklık gibi… Ama bu birlik, toplumdaki çeşitliliği gizler. Aynı şekilde, Apple yeni telefon çıkardığında mağaza önlerinde oluşan kuyruklar da bir ritüeldir. Kapitalizm ürünleri de starlaştırır; ürünlerle birlikte kıskançlık, rekabet, sahip olma tutkusu da pazarlanır. Debord’un dediği gibi, ürünler artık yalnızca ürün değil, bir kültürün sembolleridir. Tantananın en belirgin özelliği sürekli “yeni” duygusu vermesidir. Abartı ve tekrar üzerinden işler. Böylece gerçeklikten kopuk, sahte bir dünya kurar. Fenomenler — örneğin Dilan Polat — bu dünyanın parçasıdır. Oysa eğlenmek bana göre sıradan olanla, basit ve banal olanla barışabilmek demektir. Ama bu aynı zamanda kopuşa da yatkınlık içerir.

Geçiş Nesnesi Olarak Telefon

Metroya bindiğimde çantamdan hemen bir kitap çıkardım. Kitaba gömüldüm; sanki en önemli bilimsel çalışmayla meşgulmüşüm gibi. Oysa asıl derdim, “beni rahat bırakın” mesajını vermekti. Etrafıma görünmez duvarlar örüyor, kalabalığın içinde kendime küçük bir mahremiyet alanı kuruyordum. Yanımdaki herkes telefonuna sarılmıştı. Bu manzara, çağımızın en çıplak gerçeğini gösteriyordu: kendimizden kaçmanın ve kendimize tahammül edememenin görüntüsüydü bu.

Psikanalist Donald Winnicott, “geçiş nesnesi” kavramını ortaya attığında, çocuğun ruhsal gelişiminde dış dünya ile iç dünya arasındaki köprüyü anlatıyordu. Anneyle kurulan ilk birliğin ardından gelen ayrılık, çocuk için dayanılmaz bir boşluk yaratır. Çocuk bu yoklukla baş edebilmek için bir nesneye — genellikle bir battaniye, bir oyuncak ayı ya da annenin kokusunu taşıyan bir kumaşa — sarılır. Bu geçiş nesnesi hem annenin bir uzantısıdır hem de ondan ayrı bir varlıktır; çocuk için “ben” ile “anne” arasındaki alanı taşır. Bugün elimizde tuttuğumuz telefonlar, modern dünyanın geçiş nesnelerine dönüşmüş durumda. Annesizliğe, babasızlığa, yalnızlığa, hatta kendimizle baş başa kalmaya tahammül edemediğimizde, elimiz telefona gider. Telefon, iç dünyamızın kaygılarını dış dünyaya bağlayan bir ara yüz gibidir. Hem bizi “dünyaya bağlar” hem de bu bağ aracılığıyla içsel boşluğumuzu yatıştırır. Artık dijital çağın “anneleri”, ekranlarımız. Onlar bizi sakinleştiriyor, meşgul ediyor, avutuyor. Bir bildirim sesiyle “orada olduğunu” hissettiriyor. Ama bu dijital annelik, tıpkı aşırı koruyucu bir ebeveyn gibi, bağımlı kılıyor bizi. Telefonu kapattığımızda, içsel boşluğun sesi yeniden yükseliyor. O sessizlik, belki de annenin yokluğuna, yalnızlığın çıplak gerçeğine çok benziyor.

İnternetin olmadığı bir yerde kendimizi kaybolmuş hissediyoruz. Çünkü internet, artık dünyayla aramızdaki göbek bağı: Bizi besleyen, yatıştıran, var eden… Ama aynı zamanda bizi kendimizden ayıran.

Kamusal alanda kendimiz olmanın zorluğu… Tantana, eğlence, şamata aslında organize bir kaçıştır. Bu kadar kendimizden kaçıyorsak bir nedeni olmalı. Freud’un dediği gibi: İnsan olumsuzdan, keyifsizlikten kaçar. Demek ki “kendi” dediğimiz şey, kaçmamız gereken dertler ve acılarla dolu.