Devlet terörünün azdırıldığı 1993'ten 32 yıl sonra...

“Terörsüz Türkiye” Komisyonu, onyıllardır hem Türkiye'de, hem de yurt dışında doruğa çıkartılan "Devlet Terörü"nü de öncelikle masaya yatırmalıdır

Zaman hızlı geçiyor… “Terörsüz Türkiye” sürecinin MHP lideri Devlet Bahçeli tarafından başlatılmasının üzerinden bir yılı aşkın süre geçtiği, “teröristlik”le suçlanan PKK kendini feshedip silahlarını yakmış olduğu halde, Meclis’te kurulan nevi şahsına münhasır komisyon hâlâ laf ebelikleriyle vakit öldürmekte… Daha önce dışişleri ve adalet bakanlarını dinlemiş olan komisyon, 18 Kasım salı günü de yine gizli bir oturumda içişleri ve milli savunma bakanlarıyla MİT başkanını dinleyecek…

İktidar sözcülerinin laf ebelikleri devam ederken, hafta sonu İnsan Hakları Derneği genel kurulunda Eren Keskin Türkiye tarihinde yaşanan soykırımları hatırlatarak, "Biz bunları konuşmadığımız sürece, üstünü örttüğümüz sürece de bu aynen böyle devam edecek. İnsan hakları savunucuları olarak bu mücadeleyi her zaman ölülerimize karşı borcumuz olarak tanımlıyoruz” dedi. Devletin bu sürecin toplumsallaşmasını istemediğini de vurgulayarak “O nedenle herkesin devletin yarattığı tüm ihlal alanlarına karşı taleplerini yükseltmesi gerekiyor” çağrısında bulundu.


Eren’in uyarısını okurken, belleğim beni bundan tam 32 yıl öncesine, devlet terörünün özellikle Kürt ulusunun haklı direnişine karşı iyice tırmandırıldığı, buna Avrupa devletlerinin de ortak edildiği o karanlık 1993 yılına, özellikle de o yılın Kasım ayına götürdü.

1993 yılı belalı başlamış, ardı arkası kesilmez siyasal cinayetler serisine 24 Ocak’ta Uğur Mumcu’nun katli eklenmiş, 2 Temmuz’da da RP’li belediyenin yönetimindeki Sivas’ta Madımak Oteli ateşe verilerek aralarında Nesimi Çimen, Metin Altıok, Muhlis Akarsu, Asım Bezirci, Behçet Sefa Aysan, Hasret Gültekin’in de bulunduğu 35 devrimci ve demokrat katledilmişti.

Yine o yıl, Kürt sorununda belli açılımlar yapma işareti veren Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın 17 Nisan’da ölümünden sonra 16 Mayıs’ta Çankaya’ya çıkan Süleyman Demirel’in 25 Haziran’da başbakanlığa getirdiği DYP genel başkanı Tansu Çiller, Genelkurmay Başkanı Doğan Güreş’le birlikte tüm barış umutlarını yok ederek Kürt halkına karşı açıkça bir imha savaşına girmişti.

Bu yeni kırım döneminde başta bulunan hükümetin ikinci ortağı ise CHP’nin uzantısı SHP idi, partinin lideri Murat Karayalçın başbakan yardımcılığını, müstakbel lideri Hikmet Çetin de dışişleri bakanlığını üstlenmişlerdi. Yoğunlaşan askeri operasyonlar ve polisiye baskılar sadece Çiller’in değil, onların da onayıyla yürürlüğe konuyordu.

Bu dönemdedir ki, 14 Temmuz’da Halkın Emek Partisi (HEP) Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılacak, 4 Eylül’de Demokrasi Partisi (DEP) milletvekillerinden Mehmet Sincar katledilecek, 16 Eylül’de DEP genel başkanı ve Özgür Gündem gazetesinin sahibi Yaşar Kaya tutuklanacak, 18 Kasım’da gazete İstanbul DGM tarafından 15 gün süreyle kapatılacaktı.

Dahası, 11 Kasım’da da, Diyarbakır’da görülmekte olan 130 sanıklı “PKK Ana Davası”nın sanıklarından 15’i idama, 14’ü de ömür boyu hapse mahkum edilecekti.

O dönemde Kürt ulusal direnişinin sesini duyuran Özgür Gündem Gazetesi'nin, hakkındaki yasaklama kararlarına, yöneticilerinin ve yazarlarının ağır hapis cezalarına mahkum edilmesine karşı "Boyun etmeyeceğiz!" manşetiyle yiğitçe karşı çıkışı, Türkiye basın tarihinin en gurur verici sayfalarındandır.

Devlet terörünün sürgündeki boyutunda da DYP-SHP iktidarı döneminde yeni bir yoğunlaşma ve gaddarlaşmanın işaretleri belirmişti. Türk Devleti’nin yurt dışındaki Kürt direnişçilerine ve onlarla dayanışmada olanlara karşı yürüttüğü baskı ve komplolara Avrupa ülkelerinin verdiği destek, bundan tam 32 yıl önce, 26 Kasım 1993’de Almanya’nın PKK, ERNK ve onlarla ilişkili tüm örgütleri ve yayınları yasak listesine alarak resmen bir “Kürt avı” başlatmasıyla açıklık ve resmiyet kazanmıştı.

Başbakan olduktan sonra ilk gezisini Rusya’ya yapan Çiller’in ardından Almanya’ya geleceği ve PKK’yi bu ülkede yasaklatmak, ‘terörist’ ilan ettirmek ve Kürt derneklerinin kapısına kilit vurulmasını sağlamak için elindeki bütün kozları devreye sokacağı konuşuluyordu. Çiller’in en hararetli destekçisi olan Hürriyet Gazetesi ona “Türkiye bir daha bu fırsatı yakalayamaz. Uluslararası dengeler ancak bu kadar PKK aleyhine olabilir. Bundan sonra dengeler PKK lehine değişebilir. Dolayısıyla elimizi çabuk tutup bu fırsatı kaçırmayalım” diye akıl veriyordu.

ABD Devlet Başkanı Clinton’un davetlisi olarak 12 Ekim 1993’de ABD’ye giden Çiller, Kürdistan’daki savaşın dozajını yükseltmek için ondan gerekli desteği aldıktan sonra yurda dönüşünün hemen ardından ordu birliklerini 22 Ekim 1993’de Lice İlçesi’ne saldırttı.

Yurt içindeki bu saldırının hemen ardından Kürt direnişinin yurt dışındaki örgütlenmelerine de saldırı başlatıldı. Türk Dışişleri Bakanı Hikmet Çetin’in Alman Dışişleri Bakanı Kinkel ile kurduğu temasların sonucu olarak, 22 Kasım 1993’te Almanya’nın Çekoslovakya sınırına yakın Oybin kasabasında 16 eyaletin içişleri bakanlarının katıldığı yıllık içişleri konferansının ana gündem konusu PKK’nin yasaklanmasıydı. Bu arada Çiller, Alman başbakanı Kohl ve ABD başkanı Clinton ile sık sık görüşerek Kürt direnişine karşı uluslararası planda alınacak tedbirleri tartışıyordu. Alman başbakanı Kohl 25 Kasım’da Bonn’da İngiltere Başbakanı John Major ile ABDF başkanının da telefonla katıldığı bir görüşme yapacak, aynı günün akşamı Alman içişleri bakanları PKK’nin Almanya’da yasaklanmasına karar verecek, bu kararı Alman Dışişleri Bakanı Kinkel derhal Hikmet Çetin’e telefonla müjdeleyecekti.

Toplantının ardından 26 Kasım günü sabahın erken saatlerinde binlerce polisin katılımıyla ülkenin yakın tarihindeki en geniş baskın operasyonlarından biri gerçekleştirildi. Berxwedan Yayınları, Kurd-Ha haber ajansı, Kürdistan komiteleri, Kürdistanlı Yurtsever İşçi ve Kültür Dernekleri Federasyonu (FEYKA-Kürdistan) ve ona bağlı 29 Kürt derneğini basan polis içerde bulduğu her şeye el koydu. PKK’nin kuruluş yıldönümü olan 27 Kasım’da yapılacak kutlamaların arifesinde getirilen yasak çerçevesinde kapısına kilit vurulmak istenen derneklerde Kürtler oturma eylemine geçerken, Frankfurter Rundschau gazetesi 27 Kasım tarihli sayısında bu baskı operasyonlarını “Federal hükümet Türkiye’nin dümen suyuna girdi ve Kürtlerin ezilmesine destek verdi. Bonn, MGK’nin metotlarını kopya ediyor ve Kürtlere karşı Ankara ile ittifak ediyor” diyerek protesto ediyordu.

Almanya’nın yasaklama kararı ve terör uygulaması, diğer Avrupa ülkelerinde de etkisini göstermekte gecikmeyecekti. Türk Devleti’nin diplomatik misyonları, Türk gazetelerinin Avrupa baskıları Türk göçmenleri zaten Kürtlere karşı sürekli kışkırtıyordu. Baskıları protesto için Almanya’dan özgürlük yürüyüşüne çıkan bir Kürt grubu 1993’ün son günü Brüksel’e vardığında olan oldu, sürekli beyni yıkanan Türk gençleri yürüyüşçü Kürtlere saldırarak Türk toplumunda körüklenen aşırı milliyetçiliğin ne denli tehlikeli boyutlara ulaştığını ortaya koydu. Yürüyüşçü Kürtlerin Türk bayrağını ateşe verdikleri yalanının yayılması üzerine Bozkurt işareti yapan yüzlerce genç “Saint-Josse Türk mahallesidir!”, “Burada Kürtlere yer yok!”, “Kahrolsun PKK!” diye bağırarak Kürt lokallerine ve Kürt iş adamlarının bürolarına saldırdılar.

Bunu 10 Ocak 1994’te bir NATO toplantısı dolayısıyla beraberinde Dışişleri Bakanı Hikmet Çetin olduğu halde Brüksel’e gelen Tansu Çiller’in Türk mahallelerindeki kışkırtıcı konuşmaları ve cami ziyareti izledi. Çiller aşırı sağcı Türk derneklerinin yöneticilerini de Hilton Oteli’ndeki suitinde kabul ederek Belçika yöneticilerini terörizme destek olmakla suçladı.

Bunun üzerine 17 Ocak 1994 tarihli Le Soir gazetesi, benim bu ziyareti eleştiren ve Belçika kamuoyunu uyaran bir yazımı yayınlandı. Yazıda şöyle diyordum:

“Saint-Josse’daki son saldırılar ve Başbakan Tansu Çiller’in alabildiğine mediatize edilen Brüksel ziyaretinden sonra birkaç muhalif gazete dışında Türk medyası olayları yansıtırken Ankara yöneticilerinin ve aşırı sağcı çevrelerin sözcüsü gibi davrandı. Gazetelerin birinci sayfaları sadece Kürt’lere karşı hakaret, iftira ve provokasyonla dolu olmakla kalmayıp Ankara’nın baskı ve şantajlarına boyun eğmeyen Belçika yöneticilerini de hedef alıyor. Bu gazetelerle birlikte Belçika’da çanak antenlerle izlenen altı Türk televizyon kanalı da Kürtlere karşı nefreti körüklemek için seferber olmuş durumda. Başbakan Çiller ise, misafir bulunduğu farklı halklardan oluşan bir Avrupa ülkesinde konuşurken, Türkiye Kürdistanı’nda olağanüstü hal rejimini güçlendireceğini açıklayarak modern görünüşlü kadın kisvesi altında gizlediği saldırgan niyetlerini açığa vuruyor. Şurası unutulmasın ki, Türkiye’den Belçika’ya gelmiş olan göçmen kitlesi sadece Sünni Türklerden oluşmuyor. Bu topluluk içerisinde aynı zamanda Alevi Türkler, Kürtler, Hristiyan Ermeniler ve Asuriler de var. Ama Çiller, laik bir devletin başbakanı olduğunu unutarak Türkiyelilerle buluşmak için Chaussée de Haecht’daki bir Türk camiini seçiyor. Bu jestiyle Schaerbeek ve Saint-Josse’da oluşmuş Anadolu mikrokosmosundaki uyumlu yaşama öldürücü bir darbe vuruyor.”

Saint-Josse Olayları ve Çiller’in provokatif konuşmaları üzerine Türkiye çıkışlı dört demokratik örgüt, İnfo-Türk, Brüksel Kürt Enstitüsü, Belçika Demokrat Ermeniler Derneği ve Brüksel Asuri Enstitüsü, ortak bir bildiri yayınlayarak Türkiye yöneticilerinin tutumunu protesto etti, Belçika yöneticilerini de ileride daha da vahimleşme ihtimali taşıyan bu gelişmeler karşısında uyanık olmaya ve gerekli önlemleri almaya çağırdı.

Bu uyarılarımıza rağmen Belçika makamları Türkiye’nin NATO destekli baskılarına boyun eğerek Kürtlere karşı tutumlarını sertleştirirken Türk faşistlerine daha fazla tolerans göstermeğe başladılar.

Saint-Josse’da Kürtlere yapılan saldırıyı kutlarcasına 1 Şubat 1994’te aynı belediyede bulunan Sheraton Oteli’nde MHP lideri Türkeş Belçika’daki bozkurtlarıyla bir toplantı düzenledi. Saint-Josse’un sosyalist belediye başkanı Cudell bu toplantıya izin verirken, 12-13 Mart 1994 tarihlerinde aynı otelde Kürt sorunu üzerine uluslararası bir konferans düzenlemek için yapılan başvuruyu derhal reddedecekti. Çünkü o zamanki sosyalist Belçika Dışişleri Bakanı Willy Claes, Mart 1994 sonunda Türkiye’ye gidecek, iki ülke arasındaki ticari ve askeri ilişkilerin geliştirilmesi pazarlığını yapacaktı. ABD’nin barış düşmanı politikalarının başlıca destekçilerinden biri olan Willy Claes, bu ziyaretten kısa bir süre sonra hizmetinin karşılığını görerek Türkiye’nin de desteğiyle NATO Genel Sekreterliği’ne getirilecekti.

Bu tutumun acı sonuçlarından biri de, 1998 yılında Suriye’yi terk etmek zorunda bırakılan Abdullah Öcalan’ın İtalya’da bulunduğu sırada, Brüksel’de Kürt ve Asuri kuruluşlarına yapılan saldırıydı. O günlerde Türk yöneticilerinin saldırgan demeçleri, Türk gazetelerinin ve televizyonlarının kışkırtıcı yayınları yüzünden sadece Türkiye’de değil, Türk göçmenlerinin yoğun bulunduğu Avrupa metropollerinde de vahşi gösterilerin ardı arkası kesilmiyordu.

Kışkırtmalar ilk acı meyvesini 17 Kasım 1998 gecesi Avrupa’nın başkenti Brüksel’de verdi. Saint-Josse belediyesindeki Brüksel Kürt Enstitüsü ve Kürdistan Kültür Derneği Türk ve MHP bayrakları taşıyan saldırganlar tarafından ateşe verildiği gibi, bir Asuri işyeri de tahrip edildi.

Belçika açısından affedilmez olan, günlerdir tahrik edilen gençlerin çok uzaktaki bir meydanda toplandıktan sonra Kürt aleyhtarı sloganlar atarak Rue Bonneels’e yürüdükleri görüldüğü halde Brüksel polisinin olayı seyretmekle yetinmesi, iki lokal ateşe verilirken de hiçbir müdahalede bulunmamış olmasıydı.

Almanya’daki resmi yasaklamadan ve polisiye operasyonlardan sekiz yıl sonra, 11 Eylül 2001 El Kaida saldırılarını bahane eden Washington yönetiminin baskısıyla Avrupa Birliği 28 Aralık 2001'de bir "terörist örgütler" listesi oluşturmak zorunda kaldı. Açıklanan ilk listede ETA, Yunanistan’daki 17 Kasım Örgütü, Lübnan’daki Hizbullah, İslami Cihad ve Hamas olmak üzere toplam 12 örgüt yer aldı, ama PKK yoktu. Ancak Türkiye'nin baskıları sonucu AB'nin en üst organı olan Avrupa Komisyonu, Almanya’da yasaklı olmasını gerekçe göstererek 2 Mayıs 2002 günü PKK'yi de "terörist örgütler" listesine aldığını açıkladı.

Yurt dışını hedef alan bu devlet terörü saldırısından biz de nasibimizi almakta gecikmedik.

12 Eylül 1980 darbesinden sonra faşist cunta sürgündeki yüzlerce muhalif gibi bizleri de Türk vatandaşlığından çıkartmıştı. Özal iktidarı döneminde Türkiye’ye kesin dönebilmek için bu karara karşı Danıştay’da açtığımız iptal davası MGK hükümetinin kararları aleyhinde dava açılamayacağı gerekçesiyle reddedildiğinden Avrupa İnsan Hakları Komisyonu’na başvurmuştuk. Dört yıla yakın süren duruşmalar sonunda lehimizde karar çıkacağını anlayan Türk Hükümeti son anda vatandaşlıktan atılmamıza neden olan Vatandaşlık Yasası’nın 25. Maddesi’nin G fıkrasını yürürlükten kaldırmış, bunun üzerine AİHK da 28 Haziran 1993’te davanın görülmesine artık gerek kalmadığına hükmetmiş, ancak bundan böyle haklarımızın ihlaline meydan verilmemesinin birinci derecede imzacı devletin yükümlülüğüne girdiğini Türk Hükümeti’ne hatırlatmıştı.

Bunun üzerine 6 Ekim 1993’de SHP’li dışişleri bakanı Hikmet Çetin’e taahhütlü mektup göndererek Türkiye’ye döndüğümüz takdirde hakkımızdaki sayısız kovuşturma ve davalardan dolayı başımızın derde girmeyeceğine dair güvence istemiştik. Çetin bu mektuba da, daha sonra 14 Şubat ve 31 Mayıs1994 tarihlerinde gönderdiğimiz ek mektuplara da herhangi bir yanıt vermeyecekti. Dahası, avukatlığımızı üstlenen sevgili Halit Çelenk dışişleri bakanı Hikmet Çetin’i bizzat ziyaret ederek güvence isteyecek, ancak onun talebi de yanıtsız bırakılacaktı.

Şaşırtıcı değildi, çünkü Belçika’daki Türk diplomatik misyonları ve onların hizmetindeki Türkçe medya, yaptığımız yayınlarda ve örgütsel çalışmalarımızda Kürt, Ermeni ve Asuri diasporalarıyla sürekli dayanışma ve güçbirliği içinde olduğumuzdan dolayı Ankara’ya sürekli aleyhimizde jurnallemede bulunuyordu.

14 Şubat 1981’de Brüksel’in merkezinde Cunta’ya karşı düzenlediğimiz geceye Kürt örgütü Tekoşer’in de katılarak ülkedeki ulusal baskıyı dile getirmesi, Newroz kutlamalarına İnfo-Türk adına katılarak Kürt halkıyla dayanışma ifade etmemiz, Fransız televizyonundaki bir programda Türkiye’de Kürt, Ermeni ve Asurilere yapılan baskıları dile getirmemiz, dahası Brüksel’e gelen PKK ve ERNK temsilcilerinin basın toplantılarına katılarak verdikleri bilgileri haber bültenlerinde yansıtmamız sadece Türk misyonlarını değil, Türk Devleti’yle ilişkileri sıcak tutmaya büyük özen gösteren Belçika makamlarını da rahatsız etmekteydi.

Siyasal mülteci olarak Fransa’ya giriş çıkışımız engellendiği için seyahat özgürlüğüne kavuşmak amacıyla Belçika vatandaşlığını almak üzere başvurduğumuz zaman Belçika Devlet Güvenlik Birimi (DGB) Kraliyet Savcılığı’na bizim yıkıcı faaliyetleri, özellikle de 1986 yılından beri PKK’nin Brüksel’deki basın toplantılarını desteklediğimizi ileri sürerek vatandaşlık talebimizin kabulünü yıllarca engelleyecekti.

Türk Devleti'nin hizmetindeki SETA adlı kuruluş, Mart 2019’da yayımladığı “Avrupa’da PKK yapılanması” adlı 666 sayfalık bir raporda beni de "Doğan Özgüden’in 1974 sonrasında Brüksel özelinde Info-Türk Ajansı ve çok uluslu göçmen eğitim merkezi Güneş Atölyeleri adlı iki kurum altında PKK ile irtibatlı faaliyetlerin dolaylı yahut direkt gerçekleştiğine dair pek çok kanıt mevcuttur. Örneğin Remzi Kartal ve Zübeyir Aydar gibi PKK’nın üst düzey temsilcileri ile ortak toplantı düzenlediği bilinmektedir” diye hedef gösteriyordu.

"Terörsüz Türkiye" Komisyonu kapalı kapılar ardında sürdürdüğü toplantılarında, 1993'den itibaren doruğuna çıkan çok boyutlu Devlet Terörü'nü de öncelikle masaya yatırmalı, bir daha hortlamasına imkan bırakmayacak şekilde Türkiye halklarının yazgısından silinmesini sağlamalıdır.

İHD genel kurulunda Eren Keskin'in dediği gibi, biz bunları konuşmadığımız sürece, üstünü örttüğümüz sürece de bu aynen böyle devam edecek. O nedenle herkes devletin yarattığı tüm ihlal alanlarına karşı taleplerini yükseltmelidir.