Devrim, işkence ve Kürt direnişi günü...
43 yıl önce Evren’in cumhurbaşkanlığını ve anayasasını onaylama referandumunda kullandıkları “hayır” oyları Kürtlerin özgürlükçü direnişinde tarihsel bir dönüm noktasıdır
Yarın 7 Kasım... 7 Kasım günü 43 yıl öncesine kadar bize hep Rusya'daki 1917 Ekim Devrimi’ni anımsatırdı… Gerçi devrim takvim reformundan önce gerçekleştiği için Ekim Devrimi olarak ünlüydü, ama Sovyetler Birliği'nde de yeni takvime göre 7 Kasım'da kutlanmaktaydı.
Bilinçlenmeye ve örgütlenmeye başladığımız 50’li yıllarda devrimin öyküsünü alnı hapishane demirine değmiş saygıdeğer komünist dostlarımızdan dinler, Moskova, Sofya ve Peşte radyolarının o günkü Türkçe yayınlarından bir şeyler öğrenmeye çalışırdık.
60’lı yıllarda Türkiye İşçi Partisi’nin örgütlenmesine paralel olarak kitapçı raflarında görünmeye başlayan sol yayınlar sayesinde 7 Kasım Rus devrimi, Türkiye siyasal takviminde 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı ile 10 Kasım Atatürk’ün ölüm yıldönümü arasında yerini almaya başladı.
Akşam’ın genel yayın yönetmeniyken, Türkiye’de ilk kez, gazetenin 7 Kasım 1966 tarihli sayısında Rus Devrimi’ne geniş bir yer ayırmayı planlıyordum, yazar arkadaşlarım Fethi Naci ve Hüseyin Baş’tan da bu konuda birer yazı hazırlamalarını istemiştim. Ama Demirel Hükümeti’nin ve patronların baskısıyla gazeteden uzaklaştırıldığımız için bu mümkün olmamıştı.
İnci’yle birlikte bunun acısını bir yıl sonra kendi kurduğumuz Ant Dergisi’nde çıkarttık…
Derginin 7 Kasım 1967 tarihli 45. sayısında Fethi Naci’nin Marx’tan Lenin’e komünist düşünür ve liderlerin resimlerini de içeren “Ekim İhtilali 50 yaşında” başlıklı incelemesi ve dış politika yazarımız Hüseyin Baş’ın Rus Devrimi’nin tarihçesini anlatan “Dünyayı sarsan on gün” başlıklı yazısı yer alıyordu… Dahası, sanat-kültür sayfalarımızda Sungu Çapan’ın “Ellinci yılında Sovyet sineması” ve Ece Ayhan’ın “Sovyetler’de elli yıllık edebiyat” başlıklı yazıları… Ant’ın bir hafta sonraki 46. sayısında ise yıllardır Paris’te sürgün bulunan büyük ressamımız Abidin Dino’nun “Lenin’in Türkiye üzerine yazıları” başlıklı yazısı geniş yer tutuyordu.
O yıl devrimin 50. yıldönümü dolayısıyla Sovyetler Birliği’nde büyük kutlama törenleri düzenlenmişti. Sovyet Büyükelçiliği, Türkiye İşçi Partisi ve DİSK yöneticileriyle birlikte Ant’ın yöneticisi olarak beni de törenlere davet etmişti. Ancak haftalık derginin hazırlığı İstanbul’dan bir iki günden fazla ayrılmama olanak vermediği için gidememiş, o dönemde televizyon da olmadığı için, törenleri yine Moskova radyosunun Türkçe yayınlarından izleyebilmiştim.
Ant'ın üç yıl sonraki 21 Nisan 1970 tarihli sayısında da Lenin'in 100. doğum yıldönümü nedeniyle yine Rus Devrimi'ne ağırlık vermiş, kitap olarak da yine Lenin'in Doğu'da Ulusal Kurtuluş Hareketleri adlı kitabını yayınlamıştık.
Tam da o sırada Lenin'in doğum yıldönümü nedeniyle Sovyetler Birliği'nin Beyoğlu'ndaki muhteşem konsolosluğunda büyük bir resepsiyon düzenlenmişti, Ant yöneticileri ve yazarları da bu geceye davetliydi.
Matbaadaki çalışmaların uzamasından dolayı, ellerimizdeki mürekkep lekelerini bile doğru dürüst temizleyip elbise değiştirme olanağı dahi bulamadan konsolosluğa resepsiyonun başlamasından epey sonra ulaşabilmiştik.
Salonun giriş kapısının tam karşısındaki duvarın dibine yüzlerce çelenk ve buket yığılmıştı. Ama bu çiçek yığının ortasında tamamen kızıl güllerden yapılmış devasa bir çelenk yükseliyordu. Merakla biraz yaklaşıp da çelengin üzerindeki yazıyı okuyunca hepimiz donup kalmıştık. Dünyanın ilk komünist devletinin kurucusunun doğum günü kutlamasına bu kızıl çelengi gönderen Türkiye'nin bir numaralı kapitalisti Vehbi Koç'tu.
Sovyet Büyükelçisi ve eşi gecikerek gelenleri ağırlayabilmek için henüz ana salona geçmemişti. Protokol şefi bizi Ant yöneticileri olarak tanıştırdığında büyükelçi özel ilgi gösterdi. Henüz "real politik"in ne olduğunu pek bilmediğimizden, bir iki nezaket konuşmasından sonra, herhalde biraz da ironik bir ifadeyle sormuştum: "Her şey iyi hoş da, Vehbi Koç'un, hem de böylesine bir çelenkle bu gecede işi ne?"
Büyükelçi bir kahkaha atarak yanıtlamıştı: "Lenin olmasaydı, onun kurduğu Sovyetler Birliği yeni Türk Devleti'ne destek vermiş olmasaydı, Vehbi Koç bugünkü Vehbi Koç olabilir miydi?"
***
Sürgündeyken bulunduğumuz Belçika, Fransa, Almanya gibi Avrupa ülkelerinde 7 Kasım kutlamaları, tıpkı 1 Mayıs kutlamaları gibi, işçi sınıfı örgütlerinin en önemli etkinliklerinden biriydi… Sovyetler Birliği dağılıncaya kadar da öyle sürdü…
Belçika’da Komünist Partisi’nin günlük gazetesi Le Drapeau Rouge (Kızıl Bayrak) her 7 Kasım’da Rus Devrimi’ni anlatan yazılar ve kutlayan bildirilerle dolu çıkar, biz de bu coşkuyu paylaşırdık.
Ne ki, 1980’in 7 Kasım’ında Türkiye’den gelen bir kara haber bu bayram gününü bizim için mateme dönüştürdü. Evet, o gün meslektaşımız, Onur Yayınları sahibi İlhan Erdost, iki ay önce askeri bir darbeyle iktidara el koymuş bulunan faşist askeri cuntanın Mamak zindanında, ağabeyi Muzaffer Erdost’la birlikte saatlerce dövüldükten sonra hayatını yitirmişti.
Türk medyası bu alçakça cinayeti işleyenleri eleştirmek şöyle dursun, seçkin bir aydının askeri zindanda dövülerek öldürüldüğünü haber yapmak zahmetine dahi katlanmadı… Sadece bazıları dört gün sonra Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı 11 Kasım 1980 tarihli bildirisini kullanarak “Sol Yayınlar yöneticisi İlhan Erdost’un muhafız erlerden birinin başına vurması sonucu beyin kanamasından vefat ettiğini” bildirmekle yetindiler.
Oysa İlhan Erdost, yedi yıl önce Şili faşist darbecilerinin bir stadyumda ünlü folk şarkıcısı Victor Jara’yı gitar çalan parmaklarını kırarak katlettikleri gibi, Evren’in askerleri tarafından hunharca dövülerek öldürülmüştü.
O sırada Demokrasi İçin Birlik organı olarak Brüksel’de yayınladığımız Tek Cephe gazetesinde “İlhan Erdost nasıl katledildi?” başlığı altında İlhan Erdost’un trajik ölümünün ardında cuntanın askeri zindanlarında 12 Eylül’den beri hunharca işletilen işkence mekanizması bulunduğunu açıklamış, Avrupa kamuoyunu da bu konuda bilgilendirmiştik.
O yazının Fransızca'ya çevirisini de, diğer birçok direniş belgeleri gibi, o sırada Brüksel'de siyasal sürgün olarak bulunan, bir süre önce Silivri zindanındaki Selahattin Demirtaş ile birlikte Arafta Düet adlı ortak bir kitap yazmış bulunan yazar dostumuz Yiğit Bener yapmıştı.
Gazetemizde ayrıca İlhan’la birlikte gözaltına alınarak işkence gören ağabeyi Muzaffer Erdost’un bu cinayet konusunda Amnesty International’e ulaştırdığı belgenin de tam metnini yayınlamıştık. (https://www.info-turk.be/TCephe3.pdf)
***
Bu cinayetin üzerinden iki yıl geçmişti ki, 1982’nin 7 Kasım’ında Türkiye, yakın tarihinin en utanç verici olaylarından birini daha yaşayacaktı… Faşist askeri cuntanın “sivil yönetime geçiş” aldatmacasıyla o gün organize ettiği referandum, oy kullananların yüzde 91,3’ünün sadece yeni militarist anayasaya değil, aynı zamanda darbecilerin başı Orgeneral Kenan Evren’in de olağanüstü yetkilerle donanmış “sivil cumhurbaşkanı” olarak yedi yıl daha despotizmini sürdürmesine “evet” oyu vermesiyle sonuçlanacaktı.
İki yıldır astığı astık, kestiği kestik süren bir faşist diktatörlükten sonra ülke halkının kendisine dayatılan antidemokratik anayasaya ve bu anayasayı uygulatacak olan bir despota bu denli büyük çoğunlukla kabul oyu vermesi, iki yıldır Türkiye’deki demokratik direniş güçlerine destek olan uluslararası demokratik kamuoyunda da bir şok yaratmıştı.
O dönem sürgünde bulunan dostumuz Dursun Akçam’ın Köln’de yönettiği Demokrat Türkiye gazetesine bu referandum sonuçları üzerine şunları yazmıştım:
“7 Kasım dünya tarihinde büyük Rus devrimiyle sosyalist devrimler çağının açılışını simgelerken, Türkiye tarihine de, düzmece bir referandumla ‘anayasallaştırılmış’ parlamenter faşizm döneminin açılış günü olarak geçti. Türkiye işçi sınıfı, emekçi kitleler, Kürt halkı, gelecek yıllarda 7 Kasım’ı, bu iki yönüyle, hem dünya çapında sosyal ve siyasal kurtuluş yolunun açıldığı gün, hem de Türkiye’de temel hak ve özgürlüklerin üzerine kapkara bir şal örtüldüğü gün olarak anacaklardır.” (https://www.info-turk.be/surgunyazilari1.pdf, s. 64)
Türkiye geneli için bu böyleydi, ancak referandumun sonuçları il il incelendiğinde ortaya çıkan, günümüzün mücadelelerine de ışık tutan bir başka gerçeklik vardı… O da, Türkiye genelindeki teslimiyetin aksine, doğudaki Kürt illerinde militarist anayasaya da, Evren’in cumhurbaşkanlığına da hayli yüksek oranlarda karşı oy kullanılmış olmasıydı.
Bingöl %23,5
Diyarbakır %19,7
Tunceli %17,4
Hakkari %17,2
Muş %14,9
Mardin %13,1
Bitlis %12,7
Siirt %11,9
Van %8,9
Bu oranlar, 1999 yılından beri yapılan genel ya da yerel seçimlere katılmış bulunan HEP, DEP, HADEP, DEHAP, DTP, BDP, HDP, DBP ve DEM'in bu illerdeki oy oranlarıyla kıyaslandığında düşük görülebilir. Ancak unutulmasın ki, 1982 referandumu Türk-İslam faşist terörünün hâlâ en acımasızca hüküm sürdüğü, Diyarbakır zindanında Kürt tutuklulara en korkunç dehşet filmlerine taş çıkartacak zulüm ve gaddarlık uygulandığı bir dönemde yapılmıştır.
Referandumda kendi cumhurbaşkanlığını da onaylatmak için, tıpkı günümüzde Tayyip Erdoğan’ın yaptığı gibi, bizzat seçim kampanyasına katılarak Türkiye'nin dört yanında devşirilmiş kitlelere hitap eden Evren şu tehdidi dilinden düşürmüyordu:
"Eğer, 12 Eylül öncesine dönmeyi ve o felaketli günleri ve yılları tekrar ve bu sefer belki de daha da feci bir şekilde ve kurtuluş ümitleri kaybedilmiş bir surette yaşamayı istemiyorsak, sandık başında beyaz oy kullanarak Anayasa'yı kabul etmek zorundasınız."
Cumhuriyet Gazetesi bile 30 Ağustos 1982 tarihli sayısında Evren’in “Dış güçlerle işbirliği yapanlar anayasaya ‘hayır’ kampanyası açtı” diye muhalefeti suçlayan, anayasaya “evet” demeye eli varmayan vatandaşları suçluluk komplesine katılmaya zorlayan sözlerini manşetten vermekteydi.
Evren’in o günlerdeki bir başka beyin yıkaması da 5 Kasım 1982 tarihli Tercüman’ın manşetinde yer alıyordu: “12 Eylül olmasaydı, Taksim ‘kızıl meydan’ olacaktı!”
Bu terör ortamının yanı sıra unutmamak gerekir ki, o tarihte Kürt oylarını yönlendirebilecek bugünkü HDP gibi bir legal örgüt de yoktu. Tıpkı işçi sınıfımızın 60’lı yıllarda TİP ve DİSK örgütlenmeleriyle “kendiliğinden sınıf” olmaktan çıkıp “kendisi için sınıf” olma sürecini yaşamış olması gibi, Kürt ulusu da on yıllardır gördüğü zulüm ve baskılar sonucu oluşan bir bilinçlilik ve öngörüyle “kendiliğinden ulus” olmaktan çıkıp “kendisi için ulus” olma sürecindeydi…
Bu sayededir ki Evren’e ve anayasasına sınırlı da olsa “hayır” diyebilmişti. Üstelik 12 Mart ve 12 Eylül darbelerinin sonrasında askeriyenin dayatmalarına asla karşı çıkmamış olan CHP’nin bu referandumda da militarist anayasaya ve Evren’in cumhurbaşkanlığına destek vererek Kürtleri yine yalnız bırakmış olmasına rağmen…
Kürt seçmenlerin 1982 referandumunda sınırlı da olsa ortaya koyduğu bu kararlılıktır ki 1983’te başlayıp günümüze dek süren sıcak mücadelenin ve de yasal planda HEP’le başlayıp günümüzde DEM'in Meclis’te üçüncü büyük grubu oluşturmasına varan legal mücadelenin öncü kadrolarını yaratmıştır.
Kürt siyasal liderlerinin, milletvekillerinin, belediye yöneticilerinin tutuklanıp zindanlarda çürütülmesine, Kürt adayların kazandığı belediyelere el konularak başkanların yerine kayyumlar atanmasına rağmen onlar haklı mücadelelerini büyük kararlılıkla sürdürüyorlar.
7 Kasım 1982’de referandum sandıklarında başlamış olan Kürt ulusal direnişi, tüm zulme, baskılara, ihanetlere, arkadan vurmalara rağmen, güçlükleri mutlaka aşacaktır.
Çünkü 1973'te Şili faşistlerinin alçakça katletmiş olduğu Victor Jara’nın şiirselleştirdiği gibi, örgütlü halk asla yenilmez!