Bağışlayabilmek için nefret etmek gerek

(...) bağışlama, bir “unutma” ya da “sayfa kapatma” değil, tam tersine hatırlama, anlamlandırma, failliği adlandırma ve yapısal dönüşüm talebinin iç içe geçtiği uzun soluklu bir siyasal-psikanalitik süreçtir.

Onlarca yıldır süren savaşlar ve kemikleşmiş düşmanlıklardan kurtulmak, ortak bir gelecek kurmak nasıl mümkün olabilir? Son yıllarda kutuplaşmalar öfkenin ötesine geçip tiksintiye dönüştü. Tiksinti, insanın dünyaya geldiğinde öğrendiği ilk “hayır” deme biçimidir. Bebek konuşamadığı dönemde istemediğini, sevmediğini bedeniyle anlatır — kusarak. Yani kusma, insanın en ilkel ve en etkili reddedişidir. Zorla yedirileni bertaraf eder, dışarı atar. Toplumun yıllardır süren düşmanlaştırma politikalarına verdiği tepki de buydu: tiksinmek, kusmak. Tiksindiğimiz şeyden uzaklaşarak kendimizi korumaya çalışıyoruz. Erdoğan’ın ve çevresinin her gün çeşitli mecralarda ürettiği sözlerden korunmak için artık onun konuştuğu programlara bakmıyoruz. Herkes kendi tarafının ekranına yöneliyor; böylece birbirimizden tiksinmeden kaçınmış oluyoruz.

Politik Tiksinti

Bir tarafın söylediği, diğer tarafta tiksinti uyandırıyor. Artık birbirimize öfkelenemiyor, birbirimizden nefret bile edemiyoruz — yalnızca uzaklaşıyoruz. Tiksintinin en belirgin özelliği, tiksinilenden uzak durmaktır. Bu, görünüşte ilişkisizlik gibi görünür; ama aslında ağır, negatif bir ilişki biçimidir: kaçınma ilişkisi.

Bu nedenle “gelin birlik olalım” çağrıları karşılık bulmuyor. Çünkü yakınlaşmanın yolu, paradoksal biçimde, önce yeniden nefret etmeyi öğrenmekten geçiyor. Nefret ve öfke negatif duygulardır; ancak ilişkiyi mümkün kılarlar. Nefrette kaçınma yoktur; tam tersine ötekinin ne söylediğine kulak verme ne yaptığına dikkat kesilme vardır. Nefret, dönüştürülebilir bir duygudur. Tiksintide böyle bir potansiyel yoktur. Yani nefret, her ne kadar olumsuz görünse de geldiğimiz noktada bir tür ilerlemedir.

Tiksinti, Güven ve Erikson

Yediği yemekten tiksinip kusan bebeğe anne yeniden yemek uzattığında, bebek önce bunu da reddeder. Bu anda anne ile bebek arasındaki temel güven duygusu — Erik H. Erikson’un tarif ettiği “Urvertrauen” — sarsılır. Bu duygu, insanın dünyayı “iyi”, güvenilebilir bir yer olarak deneyimleme kapasitesinin ilk biçimidir. Annenin vazgeçmemesi, sabırla yeniden denemesiyle bebek bir noktada tekrar dener. O anda güven yeniden kurulur. Biz birbirimizden tiksiniyorsak, aslında birbirimize güvenmiyoruz demektir. Onlarca yıldır süren düşmanlıklar ve travmatik ilişkiler bizdeki bu temel güven duygusunu zedeledi. Başkalarına güvenemeyen insan, kendisine de güvenemez. Jean Améry, toplama kampı deneyiminden yola çıkarak “dünyaya güven” (Vertrauen in die Welt) kavramını kullanır. Ona göre işkence gören insan, yalnızca başkasına değil, bütün dünyaya olan güvenini kaybeder. Dünya yaşanabilir bir yer olmaktan çıkar.

Bugün yaşadığımız toplumsal bölünmede benzer bir durum var: Kendimize, birbirimize ve dünyaya güvenmiyoruz. Güvensizliğin sürekliliği içinde tek güvendiğimiz şey düşmanlığımız oldu. Dünyamızı “düşmanlık” konsepti üzerine kurduk. Düşmanlığımızdan emin olduğumuz için, bu duyguyu bırakmak da zor geliyor. Ama tiksintiden çıkışın yolu, bir bebek gibi yeniden denemekten geçiyor: Bize sunulanı dikkatlice tatmaktan. Güvencesizlik içinde bir kez daha güvenmeyi denemekten.

Geçmiş Üzerine Düşünülmeden Geçmez

Geçmişi “geçmiş” yapabilmek için onun üzerine birlikte düşünmek gerekir. Eğer geçmiş yalnızca dominant kültürün, yani devletin anlatısına indirgeniyorsa, bu faşizmdir çünkü ötekinin ötekiliğinin reddidir. Ötekini yok saymak, varlığını inkâr etmektir. Ortak bir geçmiş ancak ötekinin geçmişi de bu hafızaya eklendiğinde mümkündür. Alevileri, Kürtleri, Ermenileri, yani “ötekileri” hain ilan ederek ortak tarih kurulamaz. Ortak bir tarih, ortak bir geleceğin ilk koşuludur.

Üzerinde birlikte çalışılmamış bir geçmiş, aslında geçmemiştir. Ve toplumlar o bataklıkta patinaj yapar: hareket varmış gibi görünse de ilerleme yoktur. Geçmiş depresif bir hal yaratır; gelecek, panik ve geç kalmışlık duygusu. Bu iki ucun arasında sıkışıp kalanlar, “bugün”ün yapısal zulmünü — yoksulluğu — da gözden kaçırır. Yoksulluk herkesin ortak yarasıdır: Kürdün, Türkün, Alevinin, Sünni’nin… Yoksulluğun, acımasız rekabetin ve düşmanca paylaşım mücadelelerinin hüküm sürdüğü yerde herkes mağdur, herkes kavgacıdır. Bu yüzden barışmak zordur.

Yoksulluk: Yapısal Zulmün Ekonomisi

Yoksulluğun bireyselleştirilmesi, çaresizliğe karşı geliştirilen bir savunmadır. İnsan travmatik dış gerçeğin ağırlığını kontrol edebilmek için onu içselleştirir: “Eğer nedeni bensem, değiştirebilirim.” Böylece yapısal olan kişisel kusura dönüştürülür; sosyoekonomik olan psikolojikleştirilir. Bu mekanizma Freud’un traumatische Hilflosigkeit=travmatik çaresizlik kavramının tam karşılığıdır: dış tehditle başa çıkamayan benlik, tehdidi içselleştirerek kontrol yanılsaması kurar.

Şükür Söylemi: Suçluluk ve Boyun Eğmenin Psikotekniği

Şükür ideolojisi, boyun eğme, kaderci teslimiyet ve yapısal şiddetin inkârıdır. “İşsizsem sorumlusu benim”, “Şansımı kullanamadım”, “Daha çok çabalasaydım olurdu” gibi cümleler, yoksulluğu beceri eksikliğine indirger. Yapısal olan bireyselleştirilir, değiştirilemez kader gibi sunulur. David Becker –Şilili psikolog, diktatörlüklerde zulmün ve travmanın psiko-sosyal etkilerini inceleyen önemli bir isim– Ohne Hass keine Versöhnung =Nefretsiz Bağışlama Olmaz (1992) kitabında bunu açıkça söyler: Diktatörlüklerde acı toplumsal bağlamından koparılır ve bireysel bir yük haline getirilir acıyı, bireyselleştirir (Leiden wird entsozialisiert). Böylece zulüm görünmez olur; sorumluluk faile değil, mağdura yüklenir. Bu, üst-ben’in cezalandırıcı yanının toplumsal düzeyde yeniden üretimidir.

Güvensizlik içselleştiğinde sorun artık dışarıda değil, içeridedir. İçimizdeki sorun ise kaçınılmazdır — ondan uzaklaşamayız. Bu nedenle faşist rejimler güvensizlik iklimi yaratarak süreklileşir. Faşizm artık dışarıda değil içeridedir. Faşizmin insanın bir süre sonra iç dünyasını istila etmesi kaçınılmazdır. Farkında olmadan ve yavaşça insan faşistleşir.

Sol ve Travma: Nesne Kaybı ve Tutulamayan Yas

12 Eylül yalnızca bir mağlubiyet değil, kolektif “iyi nesne”nin kaybıydı. Uğruna mücadele edilen halk, bir anda saldırganın safına geçmiş gibi algılandı; bu da kökensel düzeyde bir terk edilme travmasını tetikledi. Bu kaybın ardından yas tutulamadı; çünkü yasın işlenebilmesi için gerekli olan simgesel alan –bağımsız kamusal alan, özgür tartışma, özeleştiri ve kolektif anma imkânları– sistematik biçimde yok edilmişti.

Sonuç, Vamık Volkan’ın Wege der Trauer’de (2000) kavramsallaştırdığı anlamda “süreğen yas” durumudur: Tamamlanamayan, bitirilemeyen, sürekli ertelenen ama buna rağmen varlığını sürdüren bir yas hali. Ölenin öldüğünün, kaybın gerçekliğinin tam anlamıyla kabul edilemediği; dolayısıyla yasın sonlanamadığı, ancak bitmeyen bir yas duygusunun da benliği kuşattığı bir durum. Bu noktada Freud’un melankoli tanımıyla da bir kesişim ortaya çıkar: Melankolide kaybın nesnesi bilinçli düzeyde tam adlandırılamaz; özne, kaybettiği nesneyi dışarıda bırakamadığı için onu içe alır ve nesneye yönelen saldırganlığı kendi benliğine çevirir. 12 Eylül sonrası solun belirli kesimlerinde gözlemlenen, bitmek bilmeyen suçluluk duygusu, benliğe yönelik yıkıcı öfke, umutsuzluk ve “manik” bireysel mutluluk arayışları, hem Volkan’ın tarif ettiği süreğen yas çerçevesinde, hem de Freud’un melankoli kavramı üzerinden okunabilir: Yas bitirilememiş, kayıp simgesel olarak işlenememiş, iyi nesnenin yitimi kabullenilememiş; bunun yerine kayıp, içselleştirilmiş suçluluk, benliğin çökkünlüğü ve küçük, bireysel kaçış ütopyaları biçiminde yaşamaya devam etmiştir. Günümüzde de o dönemden geriye kalan ve hâlâ tamamlanamayan bir yas süreci mevcuttur. 12 Eylül’ün yarattığı travmatik kırılma, yalnızca tarihsel bir moment olarak kalmamış; faşizmin süreğen saldırganlığı, bu yasın işlenmesini bugün dahi kesintiye uğratmaya devam etmiştir.

Başka bir ifadeyle, toplumun belirli kesimlerinde varlığını sürdüren yas hali, yalnızca “gecikmiş” değil, aynı zamanda “engellenmiş” bir yastır. Vamık Volkan’ın tanımıyla “süreğen yas”ın güncel karşılığı, faşizmin sürekli müdahalesiyle kapanmasına izin verilmeyen bir yaradır. Siyasal baskının sürekliliği, kaybın simgesel düzeyde temsil edilmesini, adlandırılmasını ve kolektif bir hafıza alanına yerleştirilmesini imkânsız kılar; böylece yasın doğal ritmi –kaybın kabulü, acının işlenmesi ve yeniden yapılanma– sürekli kesintiye uğrar. Bu nedenle 12 Eylül’ün ardından başlayan melankolik yapı bugün hâlâ tamamlanamamış bir süreç olarak varlığını sürdürür: Yas bitmez; çünkü faşizmin devam eden baskısı, kaybın işlenmesine her seferinde yeniden müdahale eder.

Cemaatlerin Yükselişi: Regresyon, Toplumsal Çöküş ve Yedek Aile

İnsan doğduğu anda yalnızca beslenmeye değil, ilişkiye de ihtiyaç duyar. Yeni doğan bebek, anneden yalnızca meme istemez; kucağa alınmayı, göz teması kurmayı, ritmin eşleşmesini, karşılıklılığı ister. Özne, daha ilk aylardan itibaren ötekini kendisine ayna kılar; kendisini ötekinin bakışında görür. Winnicott’un deyimiyle, bebek aynada kendisini değil, annenin yüzündeki kendi yansımasını görür. Dolayısıyla insanın ötekine, topluluk duygusuna, sosyal senkronizasyona duyduğu ihtiyaç biyolojik ve gelişimsel düzeyde kurulur. İnsan hem doğada hem tarihte hayatta kalabilmek için ötekinin davranışını tahmin etmeye, onunla ortak eylem üretebilmeye, birlikte ritim tutabilmeye muhtaçtır. Avcılık-toplayıcılık pratiklerinden takım sporlarına kadar her alanda başarı, yalnızca bireysel beceriyle değil, ötekinin nasıl davranacağını öngörebilme kapasitesiyle mümkündür. İşte bu sosyal ve siyasal “takım olma” kapasitesidir ki diktatörlüklerin doğrudan hedefidir.

Diktatörlükler ve Toplumsal Senkronizasyonun Bozulması

İnsan kendi kimliğinin ve kişiliğinin sürekliliğinden emin olmak ister. Okuduğu kitaplar, söylediği türküler, katıldığı dernekler, gittiği toplantılar, paylaştığı ritüeller… tüm bunlar kimliğin sabitleyici unsurlarıdır. Birey bu pratiklerle “kim olduğunu” onaylar; topluluk içinde görünürlük kazanır, benliğin bütünlüğü teyit edilir. David Becker, diktatörlüklerin bu sosyalleşme alanlarına, yani insanların kimlik sürekliliğini sağlayan sembolik pratiklere sistematik şekilde saldırdığını vurgular. Türkiye’deki faşizm de benzer bir mantıkla işler. Burada “faşizm” derken, Nicos Poulantzas’ın tanımladığı anlamıyla, olağanüstü durumun özel ve kurumsal olarak örgütlenmiş bir devlet biçimi kastedilmektedir: “Faşizm, olağanüstü devlet biçiminin özel bir rejim formudur.” (Poulantzas, Faşizm ve Diktatörlük, 2019). Bu devlet biçimi, siyasal örgütlenmeyi —partileri, sendikaları, dernekleri, kolektif yapıları— bastırarak, toplumsal senkronizasyona giden tüm yolları kapatır. İnsanlar kimliklerini ve aidiyetlerini kurdukları sembolik alanlara ulaşamaz hale gelir.

Boşalan Simgesel Alan ve İlkel Regresyon

Örgütlenmenin bastırıldığı yerde insanlar daha ilkel düzeyde çalışmaya başlarlar. Kolektif eylem ve dayanışmanın modern biçimleri yok edildiğinde, özne, kendisini yeniden güvende hissedebileceği “aile benzeri” yapılara yönelir. Cemaatlerin yükselişi tam olarak bu boşluğun ürünüdür: bir sığınak, yaslanılacak bir omuz, sosyal gereksinimleri gideren bir “yedek aile”, ilkel düzeyde bir aidiyet alanı, sahte bir iyi nesne. Cemaat, aile benzeri örgütlenme biçiminin ideolojik olarak güçlendirilmiş halidir: Bir baba figürü (şeyh, hoca, lider), bir kardeşlik yapısı, bir iç-dış ayrımı ve ilkel düzeyde bir korunma illüzyonu sunar.

Laiklik, Ritüel ve Dinin Toplumsal Tekrarı

Her ne kadar Kemalizm dini bireysel bir inanç alanına çekmeye, kamusal görünürlüğünü sınırlamaya çalışmış olsa da din tarihsel olarak her zaman kolektif bir ritüeller alanıdır. İslami ibadet, kâğıt üzerinde Allah ve kul arasındaki bir ilişki olarak tarif edilse bile, fiili olarak cemaatle yapılan, toplu halde tekrar edilen, bedensel ve ritmik bir pratiktir. Ertuğrul Meşe’nin Mukaddesatçı Anti-Kemalizm (2023) çalışmasında belirttiği üzere, Kemalizm dini ibadetin kendisinden çok, dinin toplumsal ve siyasal iktidar üretme kapasitesini sınırlamak istemiştir. Cumhuriyet, organize edemediği veya denetleyemediği her örgütlenmeye kuşkuyla yaklaşmış; buna karşın din, karmaşık toplumsal meselelere basit ve güçlü açıklamalar sunduğu için halk açısından yeniden çekici hale gelmiştir. 12 Eylül faşizmi partileri kapatırken, sendikaları dağıtırken, dernekleri etkisizleştirirken; dinsel cemaatlere bilinçli ya da fiili bir alan açmış, böylece sivil toplumun yerini dinsel ağların doldurmasının önünü açmıştır.

Cemaat Üyesinin Psikodinamiği: Narsisizm, İtaat

Bu tarihsel ve yapısal koşullar altında cemaat üyesinin kişilik örgütlenmesi çift değerlidir: Bir yandan bireysel başarı ideolojisiyle narsistik olarak şişirilmiş bir özne konumuna yerleştirilir; öte yandan gruba mutlak itaat eden, çocuksu bir bağımlılık içinde işleyen bir benlik yapısına yönlendirilir. Kişi burada aslında ambivalente Identifikation yaşar: Özgürlük ve bireysellik fantezisi ile koşulsuz teslimiyet ve bağımlılık aynı benlikte yan yana var olur. Böylece cemaat öznesi, söylem düzeyinde başarıyı ve bireysel sorumluluğu vurgulasa da benlik güvenliğini cemaatin sınırları içinde arayarak öznel bütünlüğünü bu yapay aile formunda sürdürmeye çalışır. Bu nedenle cemaatler, modern siyasal öznenin bastırıldığı ve örgütsel yapının çöktüğü ortamlarda, ilkel bağlanma biçimlerinin (kabile, aşiret, aile, tarikat) restorasyonu olarak işlev görür. Aynı nedenle cemaat öznesi çifte bir söylemle hareket eder: Başarı ve bireysel yükselme anlatılarını tekrar eder; bireysel sorumluluğu öne çıkaran neoliberal dili kullanır; ancak öznel süreklilik ve güvenlik ihtiyacını cemaatin sınırları içinde giderir. Bu çelişkili yapı hem modernliğin bireycilik ideolojisini hem de kolektif itaat ve teslimiyet mantığını aynı anda taşıyan, bölünmüş bir özneleştirme biçimidir.

İçselleştirilmiş Zulmün Psikodinamiği

Yoksulluk, faşizm ve örgütsüzlük benliğin sistematik zayıflamasına, iyi nesnenin yok edilmesine, yapısal şiddetin bireysel suçluluk aracılığıyla maskelenmesine, kadercilik ve manik savunmaların yaygınlaşmasına, öznenin oluşumunun engellenmesine ve nihayetinde zulmün içselleştirilmesine yol açar. Şükür söylemi, mucize beklentisi, cemaatleşme ve bireysel kurtuluş masalları — tüm bunlar aynı travmatik yapının birbirini tamamlayan yüzleridir. Hepsi, parçalanmış toplumsal benliğin, çökmüş güven alanlarının ve işlenmemiş kolektif yasın belirtileridir. Burada vurgulamak istediğim temel nokta şu: Bu ülkede kuşaklar boyunca biriken, hiçbir zaman sahici biçimde ele alınmamış, açıkça konuşulmamış ve çözülmemiş sorunlar bulunmaktadır. Failin tutumu ve bu tutumun tarihsel olarak süreklileştirilmesi, barışın önündeki en büyük engellerden biridir.

Bağışlama olmadan ne iç huzur mümkündür ne de siyasal barış. Ancak bağışlayabilmek, failliğin ve mağduriyetin açık biçimde tanınmasını gerektirir. Çünkü burada en kritik mesele şudur: Failin kendisini sürekli mağdur pozisyonunda konumlandırması, zulmün en güçlü savunma düzeneklerinden biridir. Fail, kendi eylemlerini mağduriyet diliyle gerekçelendirerek; mağdurun yaşadığı gerçek acıyı işgal eder, temsil hakkını elinden alır ve mağduriyeti kendi kullanımına geçirir. Bu bir “pozisyon işgali”dir: Fail mağdurun yerini alır; mağduru ise fail konumuna iter. Türkiye’de bunun tipik örneği, devletin sistematik şiddet uyguladığı grubu –çoğu zaman Kürtleri– “terörist” olarak tanımlayarak onu fail konumuna yerleştirmesi; böylece kendi failliğini görünmez kılmasıdır. Bu tür tanımlamalar, yalnızca siyasal bir damgalama değildir; aynı zamanda zulmün en etkili maskesidir. Bu durumda şu soruların yanıtı bile karmaşık hale gelir: Kim kimi bağışlayacaktır? Hangi fail, hangi mağdura karşı sorumluluk üstlenecektir? Hangi mağduriyet gerçektir, hangisi söylemsel bir işgaldir?

Yapısal düzeyde birinci failin devlet olduğu açıktır; ancak yıllarca süren şiddet döngüleri içinde mağdurun yalnızca “masum ve pasif” kalması da mümkün değildir. Bu karşılıklılık, failliğin hiyerarşisini ortadan kaldırmaz; fakat tartışmayı gerçekçi bir zemine taşır. Dolayısıyla, bu karmaşık alanın tek çıkışı vardır: Bütün bu süreçlerin açık, dürüst, hilesiz ve herhangi bir ideolojik manipülasyona başvurmadan konuşulması. Failliğin maskelenmediği, mağduriyetin araçsallaştırılmadığı, “devletin mağduriyeti” gibi kurgu pozisyonların ardına saklanılmadığı bir yüzleşme olmadan ne bağışlama ne dönüşüm ne de barış mümkündür.

Dersim, Kürt isyanları, 6–7 Eylül, 12 Eylül ve bugün deneyimlediğimiz faşizan pratiklerle yüzleşmeden tiksinti rejiminden çıkmamız mümkün değildir. Bu tarihsel şiddet dizisiyle dürüst ve açık bir hesaplaşma gerçekleşmedikçe, nefret–güven–bağışlama döngüsünü yeniden kurmak ve gerçek bir barış inşa etmek imkânsızdır.

Burada nefretin rolü önemlidir: Nefret, çoğu kez yalnızca yıkıcı bir duygu olarak görülse de aynı madalyonun diğer yüzü sevgidir. Bu, insanların birbirini “sevmesi” gerektiği anlamına gelmez; ancak aradaki uçurumu kaldırabilmek, ötekini yeniden bir özne olarak duyumsayabilmek, duygusal temas kurabilmek için nefretin adlandırılması ve işlenmesi gereklidir. Tiksintinin aksine nefret ilişkiseldir; ötekine yönelir, ondan bir şey talep eder, onu görür. Negatif bir yakınlaşma biçimi olsa da, nefret aracılığıyla ötekiyle kurulan bu ilişki, zaman içinde anlamanın, temasın ve dönüşümün zeminini oluşturabilir. Nefretin işlenmesi, en sonunda nefretin azalmasına ve daha olgun bir duygulanımın —sözleşmeye dayalı bir birlikte yaşama duygusunun— ortaya çıkmasına imkân tanır.

Solun Yenilgisi: Nesne Kaybı, İdeal Çöküşü ve Tutulamayan Yas

Sol hareket açısından bakıldığında, 12 Eylül yalnızca bir siyasal yenilgi değil, uğruna mücadele edilen “iyi nesne”nin kaybıdır. “Halk”, “devrim”, “kardeşlik”, “özgürlük” gibi idealler, bir anda ezilmiş, dağıtılmış, kriminalize edilmiştir. Uğruna hayat verilen nesnenin yok oluşu, bebeklik dönemindeki “terk edilme travması”nı yeniden sahneleyen bir ruhsal iklim yaratır. Bu koşullarda yas tutulamamıştır; çünkü yas için gereken güvenli simgesel alan –bağımsız kamusal alan, özgür tartışma, kolektif öz-eleştiri– ortadan kaldırılmıştır. Bunun yerine: yas süreğenleşmiş, suçluluk duygusu içe dönmüş, kolektif ideallerin yerini küçük, bireysel ütopyalar ve manik mutluluk arayışları almıştır. Kimi sol çevrelerde gözlemlenen aşırı idealleştirme, kahramanlara toz kondurmama eğilimi, tam da bu travmatik bağlamda “iyi nesneyi faşizmin karalamasına karşı koruma” çabası olarak okunabilir. Kahramanların korunması, yalnızca tarihsel figürlerin savunulması değil, aynı zamanda kendi mücadele anlamını ve benlik sürekliliğini koruma girişimidir.

Yapısal Şiddetin İçselleştirilmiş Psikodinamiği ve Bağışlamanın Koşulları

Yoksulluk, faşizm, cemaatleşme, örgütsüzlük ve tiksinti rejimi, şu dinamiklerle ilişkilendirilebilir: benliğin sistematik zayıflatılması, iyi nesnenin yok edilmesi veya kriminalize edilmesi, yapısal şiddetin bireysel suçluluk ve şükür söylemiyle maskelenmesi, kaderci ve manik savunmalarla ayakta kalma çabası, öznelliğin bastırılması ve yerini itaatin alması, zulmün ve eşitsizliğin içselleştirilmesi, tiksinti yoluyla ötekiyle ilişkinin tamamen kesilmesi.

Şükür söylemi, mucize beklentisi, cemaatleşme, bireysel kurtuluş masalları ve “kendi kaderine razı olma” çağrıları, aynı travmatik yapının değişik yüzleridir: Toplumsal benliğin parçalanması ve ruhsal aygıtın bunu telafi etmeye çalışması. Bu çerçevede bağışlama, apolitik bir “hoşgörü” çağrısı değil, ağır bir çalışma gerektiren, failin konumunu tanımayı, nefret ve öfkeyi işleyebilmeyi, tarihsel ve yapısal bağlamı dikkate almayı gerektiren zor bir süreçtir.

Tiksintinin egemen olduğu yerde bağışlama mümkün değildir;

Nefretin dahi adlandırılamadığı, öfkenin bastırıldığı, acının bireyselleştirildiği yerde barış kurulamaz;

Failliğin inkâr edildiği, Dersim’in, Kürt isyanlarının, 6–7 Eylül’ün, 12 Eylül’ün ve bugün yaşanan faşizmin hesabının sorulmadığı yerde “ortak gelecek” söylemi, bastırma çağrısından ibarettir.

Bağışlayabilmek için önce ilişkilenmek, ilişkilenebilmek için nefretin adını koymak, nefretin adını koyabilmek için de tiksintiden çıkmak gerekir. Nefret, bu anlamda, tiksintiye göre daha ileri bir konumdur; çünkü öteki hâlâ bir özne olarak tanınmaktadır. Ancak nefretin aşılması, temel güvenin yeniden inşasıyla mümkündür. Bu da yalnızca bireysel iyi niyetle değil, yapısal eşitsizliklerin, tarihsel travmaların, devlet şiddetinin ve inkâr pratiklerinin açıkça konuşulması ve dönüştürülmesiyle gerçekleşebilir. Bu yüzden, bağışlama, bir “unutma” ya da “sayfa kapatma” değil, tam tersine hatırlama, anlamlandırma, failliği adlandırma ve yapısal dönüşüm talebinin iç içe geçtiği uzun soluklu bir siyasal-psikanalitik süreçtir.

Başka türlü ne iç huzur ne toplumsal barış, ne de gerçek bir gelecek tasavvuru mümkün görünmektedir.

“Ben sizin yalan ve hilelerinizle baş edemedim, bu bana dert oldu. Ama ben de sizin önünüzde diz çökmedim, bu da size dert olsun”. Böyle söylenmişti… Bu bize artık dert olsun…