Umutsuz barış
Radikal umut, iyiyi hedefleyen geleceğe işaret eder. “Radikal”dir, çünkü tamamen yeni bir öznelik önerir; yok oluş tehdidi altında bile geleceği kurmaya yönelir. Bu umut yalnızca bir hayal değil, aynı zamanda özneyi dönüştürmek zorundadır. Barış da böyledir.
Onlarca yıldır süren ve on binlerce cana mal olan savaşın biteceği haberi, beklenen coşkuyu yaratmıyor. Barışa ilk tepkimiz kuşku ve güvensizlik… Bu tedirginlikte, barışın beklenmedik gelmesi ve hazırlıksız yakalanmamızın da payı var. İç donanımımız ve toplumsal yapımız henüz hazır değil. Düşmanlıkta ustalaşmış, birbirine güvenmeyi unutmuş toplumların barışacağına inanmakta zorlanıyoruz. Üstelik biz, kendi içimizde düşman bellediklerimizle barışmakta bile güçlük çekiyoruz. Bu yüzden barış, umut olmaktan çok bir umut yükü gibi geliyor. Ama aynı zamanda barış, zulmü ve savaşı da sonlandırma ihtimalini taşır. Rasyonel açıdan barışa karşı çıkmak ahmakça olsa da duygularımız ve ruh hâlimiz her zaman mantığımızla örtüşmüyor. Barış, düşmanla göz hizasında olmayı kabul etmek demektir. Bunun hayalini bile kurmamış insanlar için barış fikri kolay değildir. Oysa barış, düşmana güvenmekle başlar; savaş ise düşmanlık, hile ve aldatmayla sürer. Bu nedenle barış, en zor işlerden biridir. Tıpkı umut gibi, barış da emek ister. Gerçekleşmeyen umutlar hayal kırıklığıyla son bulur ve acıtır. Her boşa çıkan umut, yeniden umutlanmayı biraz daha zorlaştırır. Umudun var olabilmesi için onun yaratılması, gerçeklikle ilişkilendirilmesi gerekir. Umudun olmadığı yerde, yaşadığımız hayattan kaçabilmek için kurduğumuz şey, umut değil, yalnızca bir yanılsamadır. Umudu çalışmadan, çaba göstermeden beklemek ve ardından hayal kırıklığına kapılmak ise aslında mazoşist bir tutumdur.
Umudu inşa etmek
Barış üzerine yazdığım yazıların ardından bu kez umudu yazmak istedim. Fakat uzun süre bu konularla meşgul olmak bir doygunluk yarattı; bir türlü başlayamadım. Ta ki Psyche dergisinin Eylül/Ekim ortak sayısının konusunun “umut” olduğunu görene dek… Yazıları okuduktan sonra, eski notlarımla birlikte bu satırları yazmaya koyuldum. Umut aslında bir mühendislik ister: kurmak, araştırmak, yeniden oluşturmak… Kriz dönemlerinde yaşamsal bir önem taşır. Çünkü olumlu duygular üretme ve coşku yaratma gücüyle hayata tutunmamızı sağlar. Umut, kimi zaman hayata bağlandığımız ince bir ipliğe dönüşür. Hayal değildir sadece; hayali aşar çünkü gerçeklikle ilişkilidir. Gerçeklikle bağı kopmuş umut ise bir ilüzyondan ibarettir. Claudia Blöser, Vera King ve diğerleri (2025, Was heisst Hoffnung in Krisenzeiten? / “Kriz dönemlerinde umut ne demek?”) umudun daima daha iyiyi hedeflediğini, hiç kimsenin aslında daha kötü bir şeyi umut etmediğini vurgular. Elbette haset, başkasının kötülüğünü arzulayabilir; böylesi bir “umut” vardır ama o başkasına dairdir. İnsan kendisi içinse daima olumlu olanı ister. Barış ve umut bağlamında da böyledir: arzulanan daha iyidir. Ölümlerin durması, silahların susması… “Silahları bırakmak” tartışması, ölüm araçlarının ortadan kaldırılmasını amaçlamıyor mu zaten? Umudun en güzel yanı, insanda iyimserlik yaratması, daha olumlu bir ruh hali doğurmasıdır. Ne var ki tartışılan barış, umudun bu özelliğini henüz yaratmıyor.
Pandora’nın Kutusu’ndaki Umut
Prometheus’un insanlara ateşi vermesinden sonra, kardeşi Epimetheus’u Zeus’tan armağan almaması için uyardığı söylenir. Ama Epimetheus, kendisine sunulan Pandora’nın Kutusu’nu kabul eder. Mitoloji bu ya… Pandora kutusu açılır ve kötülükler yeryüzüne yayılır. Kutu kapandığında içeride kalan tek şey umuttur. Psikanalist Alessandra Lemma (2025, Hoffen auf das Unhoffte, =Umulmayanı umut etmek) bu noktada farklı bir yorum getirir: Ona göre umut bir iyilik değil, aslında bir kötülüktür. Çünkü kutunun içinde yalnızca kötülükler vardır; umut dışarı çıkamadığı için kötülük olarak yayılmaz. Deli Dumrul’un ise umudunu anne/babası boşa çıkarır. Ölüm ve yaşam arasındaki köprüde anne/baba kendi yaşamlarından yana tercih kullanırlar.
Peki, neden umuda ihtiyaç duyarız? Umut, çoğu zaman kişinin başarısızlığını açığa çıkarır ama biz bu boyutu görmek istemeyiz. Barış görüşmeleri yapıldığında umutlanırız; bu da bugüne kadar barışı başaramadığımızı gösterir. İş bulma umudu olan biri, henüz iş bulamamış demektir. Umut, hayatımızı istediğimiz gibi şekillendiremediğimizi, kontrol edemediğimizi ve zaaflarımızı ortaya koyar. Lemma, iki tür umut ayırır: olgun umut ve umut gibi görünen umut. Olgun umut, gerçekle yüzleşmeye cesaret edebilmek, hoş olmayanla da karşılaşmayı göze alabilmektir. Bu tür umut insanı etkinleştirir, motive eder, dünyayı değiştirme isteği doğurur. Olgun umut, çaresizliğin kabulüyle başlar. Bir anlamda dinsel olanın reddidir: çünkü dinsel teselli pasiflik sunar — dua, şükür, kabullenme… Oysa umut, insanın kendi elleriyle kurduğu bir iskeledir; geleceği hayal etmekle kalmaz, projelendirir ve harekete geçirir.
Ama umut bazen bir mahkûmiyet de olabilir. İşkencede umuttan vazgeçenler, hayatlarından ve kimliklerinden de vazgeçerler. Çözülenler, ölen/öldürülenler, değişenler… Faşizm insanları umuda mahkûm eder. Yoksulluğun ve zulmün ortasında en ucuz ve en gerekli şeydir umut. Orhon Murat Arıburnu’nun dediği gibi: “Dünya döndükçe / Umut fakirin ekmeği / Ye Memet ye…”
Çocuk, iyiyi ve kötüyü erken yaşta tanır. Melanie Klein’a göre bebek anneyi önce ikiye böler: iyi anne ve kötü anne. Zamanla bunun tek bir anne olduğunu görür. İyi ve kötü kaybolmaz; çocuğun iç dünyasında farklı temsilcilere dönüşür. İnsan psikolojisi dediğimiz şey aslında bir iç sosyolojidir: İçimizde farklı suretler, temsilciler yaşar; onlarla konuşur, onlara kızar, onları anarız. Klein bazı insanların iyiyi ve kötüyü birleştiremediklerini, bu parçaların içlerinde ayrı kaldığını söyler. Umut işte bu içimizdeki “iyi”ye inançtan beslenir. Bize olumlu olanı, içimizdeki iyi temsilciler fısıldar. Umut, annenin okşayan eli, cesaretlendiren sesi gibidir. Umutsuzluk ise içimizdeki iyinin kaybolmasıdır. Faşizm, insanın iyiliğe olan inancını bitirir. İşkenceye dair en temel sorulardan biri şudur: Bir insan, bir insana bunu nasıl yapar? Umutsuzluk, işte bu “iyisizlik”tir. Barış için umuda her zamankinden fazla ihtiyaç var. Çünkü onlarca yıldır süren zulüm, içimizdeki iyiyi, iyiye dair tüm inancı alt üst etti. İnsan anımsayan bir varlık olsa da vefa artık neredeyse duymadığımız bir sözcük. Anıların harabeye döndüğü bir dönemde, yeni bir başlangıç için umuda ihtiyaç var. İçimizdeki iyilerin canlı kalabilmesi için, ya da içimizde iyiyi yeniden canlandırabilmek için, iyinin dışarıda yani reel hayatta da sürekli deneyimlenmesi gerekir. İnsan yalnızca kötüyü deneyimlediğinde, içindeki iyiye yaşam alanı kalmaz. Bu kötü bazen kurgulanmış, ya da propaganda aracılığıyla içselleştirilmiş bir kötüdür. Yani Alevilerle yaşanan reel deneyimlerden oluşmaz ‘kötü Alevi’. Anlatılan kötünün benimsenmesiyle oluşturulur içimizdeki ‘kötü Alevi’. Kürtler, Ermeniler, Yunanlılar. Bu ülkede bu liste uzayıp gider. Entegre edilemeyen kötü Melanie Klein’ın kavramlarıyla ifade edersek: travma, bireyi paranoid-şizoid konuma geri sürükler. Bu konumda iyi ve kötü parçalar halinde yaşanır, bütünleştirilemez. Travmatik yaşantı, iyi ile kötü arasındaki sınırları bulanıklaştırır; hatta onları birbirine karıştırır. Böyle bir durumda kişi, dışarıdan kendisine sürekli kötülüğün aktığını sanır. Sonuç olarak savunmacı, kuşkucu ve saldırgan tutumlar geliştirir. Bu, Klein’ın tarif ettiği paranoyak savunmalardır: kötülüğü yalnızca dışarıda görme, tehdit algısının sürekliliği, güvenin çökmesi. Oysa iyinin ve kötünün aynı nesnede var olabileceğini, yani sevilen kişinin hem inciten hem de besleyen olabileceğini kabul etmek, Klein’ın “depresif konum” dediği olgunlaşma evresidir. Bu konum hem kaybı hem onarımı içerir; acıyla yüzleşmeyi ama aynı zamanda yeniden bağ kurabilmeyi mümkün kılar. Yani uzun süren savaş sonrası herkes kendi içindeki teröristle yüzleşmeli, teröristi kötüyü uzakta aramaktan vaz geçmelidir de… Her insan gibi ben de sadece iyi değilim. İçimde kötü de var. Bazı kişiler benimle ilişkisinde beni kötü olarak değerlendirir. Mesele burada insanın kendi kötüsüyle yüzleşmesi, sahip çıkması ve bu kötüyü kendi içinde uyumlulaştırmasıdır…
Barış da işte bu depresif konuma geçişi gerektirir. Yalnızca kötülüğü, yalnızca düşmanı gören paranoid-şizoid bakış açısı, uzlaşmayı ve güveni imkânsız kılar. Barış için, karşı tarafta da iyiye dair bir ihtimalin var olabileceğini kabul etmek gerekir. İyi ve kötü yan yana, hatta aynı kişide, aynı toplumda, aynı tarihte bulunabilir. Umut da bu kabulle beslenir. Zulüm ve faşizm koşullarında, insanlar sürekli kötüyle kuşatıldıklarında içlerindeki iyi temsilciler zayıflar. İyinin sesi kısılır, cesaret veren ve teselli eden içsel figürler sessizleşir. Umutsuzluk, içimizdeki iyinin yok olmasıdır. Bu yüzden barış, yalnızca silahların susması değildir; içimizdeki iyinin yeniden deneyimlenmesi ve canlanmasıdır. Barış için umuda ihtiyaç var; çünkü onlarca yıl süren savaş, sadece canları değil, içimizdeki “iyi”ye olan inancı da tahrip etti. İnsanın umut edebilmesi için yeniden iyiyi deneyimlemesi gerekir. Toplumsal barış da iyinin yeniden hatırlanmasıyla mümkündür. Çünkü umut, içimizdeki iyi temsilcilerin fısıltısıdır; annenin teselli eden sesi, güven veren dokunuşu gibidir. Ve o ses duyulmadığında ne barış ne de gelecek inşa edilebilir.
C.G. Jung’cu gelenekten gelen psikanalistler Christiane Lutz ve Pia Schiller (Göttinnen – Götter – Mythen, 2020 / Tanrıçalar – Tanrılar – Mitler) kitaplarında, şiddetin patriyarkal toplumlarda bir eğitim metodu olarak işlev gördüğünü yazarlar. Bir kişi şöyle anlatıyor: “Çocukken babam bizi kemerle döverdi. Ama bilmiyordu, cahildi. Yine de bizim için bütün gün çalışırdı.” Çocuk, babasında “kötü”yle tanışır. Baba yalnızca ailede bir figür değil; aynı zamanda otorite, ailenin büyüğü, ailenin reisidir. Çocuğun babasını/atasını —ya da annesini— kötü olarak kabul etmesi zordur (soykırım tartışmalarında, cumhuriyetin eksikleri/yanlışları/zulümleri tartışmasında da bu sorun karşımıza sıkça çıkar. Ataların kötü/fail/eksik/hatalı yanlarını kabul etmek). Çünkü kötü bir babanın çocuğu olmak, kabul edilmesi ağır bir gerçektir. Ayrıca ebeveynin çocukla ilişkisinde sadece kötü değil, iyi de vardır. İşte bu noktada çocuk, babanın kötülüğünün sorumluluğunu üstlenir. Böylece babayı kötü olmaktan kurtarır: “Ben de çok yaramazdım, adam ne yapsın.” Bu söylem, aslında babayı kötü olmaya kendisinin zorladığını ima eder. Çocuk sorumluluğu ve suçu, kötü’yü üstlenir. Fakat bu bir anlam kaydırmasıdır. Çünkü baba-çocuk ilişkisi asimetriktir: biri güçlüdür, diğeri güçsüz; biri yetişkindir, diğeri çocuktur. Dahası, babanın görevi çocuğu korumaktır. Koruması gerekenin zalim/fail olduğu durumda, çocuk mutlak savunmasız ve çaresiz kalır. Bir süre sonra çocuk, kendisini manipüle etme yolları geliştirir. Çünkü kötülük kolayca sindirilebilecek bir şey değildir. Bu yüzden çocuk, yaşadığı kötüyü başkalarına yansıtır. Babasında kötüyü, yani şiddeti tanıması, onda derin bir karmaşa yaratır: sevdiği baba, aynı zamanda korktuğudur. Otorite, fail, aile reisi, yüceltilen ve zorunlu olarak saygı duyulan kişi… Burada önemli bir ayrım vardır: Mecbur olunan hiçbir duygu gerçek saygı olamaz. Saygı hak edilendir ve gönüllülükle verilir. Oysa baba hem yüceltilir hem sevilir hem de korkulur. Böylece “baba” figürü, çocuğun iç dünyasında hem sevilen hem korkulan hem otorite hem koruyan hem de cezalandıran bir birleşim haline gelir. Ve biz, büyüdüğümüzde, bu içsel baba temsilini daha geniş figürlere yansıtırız: devlete, lidere, başbuğa, reise, hatta tanrıya… Hem sever hem korkarız. “Hem sever hem döver” sözü boşuna söylenmemiştir.
Lemma’ya geri dönersem… O, umut edememe ile umutsuzluğun aynı şeyler olmadığını vurgular. Umutsuzluk, çaresizliğe işaret eder: umut bir opsiyon olarak vardır ama imkânsız görünür. Örneğin, bir faşist diktatörden kurtulmak imkânsız gibi görünse de yine de bir opsiyon olarak vardır. Oysa umut edememede hiçbir opsiyon yoktur. Bu noktada, umudu çalışmak ve yaratmak gerekir. Eğer umut yokken umut varmış gibi insanları umutlandırmak sadistçedir. Çünkü bu, gerçekleşmeyecek bir beklenti yaratır. Aynı şekilde, umut yokken, insanın onu yaratmadan veya inşa etmeden umutlanması da umuttan çok keramet beklentisine benzer ve mazoşist bir renk taşır. Çünkü gerçekleşmeyen umut, derin bir düş kırıklığı ve acı yaratır. Umut çoğu zaman bir nesneye ihtiyaç duyar. Tıpkı hasta birinin doktora gidip umudunu ona bağlaması gibi. Barış meselesinde en büyük sorunlardan biri, işte bu umut nesnesinin eksikliğidir. Bir ara Selahattin Demirtaş ve ilk çıkışında da Ekrem İmamoğlu bir ışık saçtı gibi geldi bana. Bu süreçte barışın ve umudun objesi yok… Umudun gerçekten umut olabilmesi için, mutlaka gerçeklikle bağı olması gerekir. Psikanalist Heinz Weiß (Zur Ambiguität der Hoffnung in der Zeit der Krise, 2025 / Kriz dönemlerinde umudun belirsizliği üzerine) umudun bir başka özelliğine dikkat çeker: belirsizlik. Umut daima geleceğe yöneliktir. Geleceği tahmin edebiliriz ama bilemeyiz. Umut, işte bu bilinmezliğe rağmen gelecekteki iyiyi düşleyebilmemizi sağlar. Daha doğrusu, umut gelecekteki iyinin ışığını barındırdığı için, bugünkü kötüye tahammül gücü verir. Bir anlamda umut, güvensizliğe katlanabilme yeteneğidir. Geleceği bilmemek ve bilmezliğe tahammül etmek, insana zor gelir. Gerd Gigerenzer (Risiko, 2013, 2. baskı) bu bilmezlikle baş edebilmek için bir “emin olma endüstrisi” kurulduğunu söyler. Dinler geleceği anlatır, hatta ölümden sonrasını bile. Falcılar, astrologlar, büyücüler, medyumlar, “hocalar” ve “gavslar”… Tüm bu pratikler, geleceğin kanıtlanamazlığından beslenir. Ölüm sonrasını anlatan dinler de böyledir; falcıların söylediklerinin kanıtı da yoktur. Yine de bu anlatılar, bilinmezliğe karşı bir güven duygusu üretir. Bu endüstrinin bir parçası da bilimdir. Meteoroloji geleceğin hava durumunu hesaplayarak tahmin eder. Mühendislik, henüz olmayanı kurgular ve hesabını yapar. Bir köprü yapılmadan önce onun nasıl olabileceğini hesaplar, projelendirir; köprü inşa edildiğinde de bu öngörüyü gerçeklik olarak deneyimleriz. Ama bilim de bilinmezliklerle doludur. Ne kadar sistematik olursa olsun, kesinlik vaat etmez; yalnızca olasılıkları hesasplar. İnsan, işte bu yüzden, geleceği öngören sistemler yaratmaya devam eder. Bilinmezliğe tahammül edemediğimiz yerde, kesinlik arayışını yeniden üretiriz. Tam da burada umut devreye girer. Çünkü umut, kesinliği değil, belirsizliğe katlanabilme gücünü temsil eder. Umut, geleceğin iyisine dair bir ışık taşır ama bu ışığın yanıp sönmesi, onun belirsizliğinin kanıtıdır. Umut, geleceği bilmediğimiz halde, geleceğe yönelme cesaretidir. Heinz Weiß’ın dediği gibi, umut aslında güvensizliğe tahammül edebilme yeteneğidir. Bilim kesinlik ararken, din teselli sunarken, umut bizi belirsizliğin içinde tutar. Umut, bilinmezliği yok etmez; onunla yaşamayı mümkün kılar. Ve barış, tam da bu yüzden, bir umut meselesidir: çünkü barış, geleceğin kesinliği değil, belirsizliğine rağmen ortak bir iyiye yönelme cesaretidir.
Radikal Umut
Jonathan Lear’ın (2021, Radikale Hoffnung =Radikal Umut, 3. baskı) etik üzerine yazdığı kitabın adını “radikal umut” koyar. Lear, Amerikan Yerlilerinin ritüellerini, yaşam biçimlerini, doğayla ilişkilerini ve yok edilme sürecindeki tutumlarını, acılarını ve umutlarını anlatır. Yerliler, varlıklarını sürdürebilmek için radikal umuda ihtiyaç duymuşlardır. Radikal umut, iyiyi hedefleyen geleceğe işaret eder. “Radikal”dir, çünkü tamamen yeni bir öznelik önerir; yok oluş tehdidi altında bile geleceği kurmaya yönelir. Bu umut yalnızca bir hayal değil, aynı zamanda özneyi dönüştürmek zorundadır.
Barış da böyledir. Barış, tanımadığımız, deneyimsiz olduğumuz bir şeydir. Daha önce de birkaç kez yazmıştım: Silahların susmasını, kavganın sona ermesini, ateşkes dönemlerini biz barış sanıyoruz. Oysa bizim bir barış kültürümüz yok. Gerçek barışın oluşturulması, yalnızca çatışmaların sona ermesi değil; kendimizi ve birbirimizle ilişkilerimizi yeniden kurmayı gerektirir. Barış, var olanın devamı değil, yepyeni bir başlangıçtır. Bu nedenle barış süreci, tam anlamıyla radikal umuda bağlıdır. Çünkü barış, ancak yeni bir öznelik, yeni bir ilişkisellik ve yeni bir kültür inşa edildiğinde mümkün olabilir. Melanie Klein’ın kuramı bu noktada aydınlatıcıdır. Yıkım ve travma, insanı genellikle paranoid-şizoid konuma geri iter: iyi ve kötü parçalanır, bütünlük kaybolur, güven çökertilir. Radikal umut, tam da bu parçalanmışlığın ortasında bir depresif konum cesaretidir: kaybı kabullenmek, iyi ve kötünün bir arada olabileceğini görmek ve buna rağmen yeniden bağ kurabilmektir. Lear’ın “radikal umut”u ile Klein’ın “depresif konumu” arasında bir bağ vardır: her ikisi de yıkım ve kayıp karşısında yeniden bütünleştirme cesaretinden söz eder. Radikal umut, yalnızca bir geleceği değil, aynı zamanda parçalanmış iç dünyamızı da onarma imkânıdır. Barış, işte bu yüzden, sadece siyasi bir proje değil; aynı zamanda içsel bir bütünleşme, yeni bir öznelik yaratma sürecidir.
Radikal Umut ve İçsel Temsillerin Dönüşümü
Radikal umut, yalnızca geleceğe dair beklentileri değil, bireylerin ve toplumların yerleşik tutumlarını, ideolojik ve dini konumlarını da terk etmelerini gerektirir. Bu yüzden radikal umut, ancak barışı gözeten bir anlayış ve adımlarla mümkün olabilir. Barış, yenilginin ve başarısızlığın kabulü olmadan gerçekleşmez. Barışı arayan taraflar, bugüne kadar uyguladıkları yöntemlerle başarılı olamadıklarını fark etmek zorundadırlar. Bu noktada barış, aslında her iki tarafın da başarısızlıklarının doğurduğu zorunlu bir umut halidir. Fakat umudun insanı engelleyici bir yönü de vardır: Umut her zaman geleceğe dönük ve imajinerdir. Bu nedenle kişi geleceğe odaklanırken, bugünün somut zorluklarını görmezden gelebilir. Oysa görülmeyen sorunların birikimi hem umudu hem de barışı tüketir. Bu yüzden umudu inşa etme süreci, açıklık, yüzleşme ve toplumun farklı kesimlerinin katılımını zorunlu kılar.
Eva Illouz (Explosive Moderne, 2024) Filistinliler ile İsrailliler arasındaki barış görüşmelerinin bir “diyalog endüstrisi”ne dönüştüğünü vurgular. Sadece “görüşüldü” ya da “açıklama yapıldı” şeklindeki söylemler, umudu da barışı da tüketecek kısır bir tekrar halini alır. Halkın süreçten dışlanması, belirsizliğin sürekli kılınması umudu boşa çıkarır. Oysa gerçek umut, geleceğe yönelse de bugünden başlayan bir şeydir; bugünü hali iyileştirme çabasına dayanır.
Umut yalnızca dışsal süreçlerin ürünü değil, aynı zamanda içsel dünyamızdaki nesne temsillerinin dönüşümüne bağlıdır. Bir insanla tanıştığımızda, onun bir içsel temsilini kurarız; yokluğunda bu temsil üzerinden ilişki kurarız. İyi temsiller kadar, kötü temsiller de iç dünyamızda yaşar: bize kızan öğretmen, cezalandırıcı baba, otoriter amir… Bu temsiller yalnızca kişisel deneyimlerden değil, kültürün sunduğu imgelerden de oluşur. Kültür, bireylere “içsel düşman imgeleri” kazandırır. Yunanlıları hiç tanımadan “milli düşman” olarak kodlamak, Alevileri, Ermenileri, Kürtleri “öteki” ve “kötü” olarak içselleştirmek, bu içsel nesne temsillerini şekillendirir. Bu temsiller, bireyin dış dünyayla ilişkisini de belirler. Yansıtmalı özdeşim yoluyla, bu içsel düşman imgeleri dışarıya yansıtılır; böylece kişi kendi içindeki “kötüyü” dışarıda yeniden üretir. Gerçek barış, işte bu iç temsillerin dönüşümünü zorunlu kılar. Barış yalnızca politik bir proje değil, aynı zamanda iç dünyamızdaki nesnelerin, yani “öteki” imgelerinin yeniden düzenlenmesidir. Radikal umut, sadece dışsal yapıları değil, bireylerin içsel nesne dünyalarını da dönüştürme cesareti gerektirir. Bu coğrafyada barışın mümkün olabilmesi, insanların içlerindeki düşman imgelerini barışçı temsillere dönüştürmeleriyle mümkündür.
Umut Kursları
Illouz, günümüzde insanların kendilerini sürekli bir hayalin içinde kurguladıklarını söyler. Bir araba, bir kıyafet, bir diyet programı… Diyet yapan, zihninde şimdiden incelmiş hâlini görür; burnunu beğenmeyen, ameliyat sonrası yüzünü hayal eder. Politika da bu mekanizmayı kullanır: İnsanlara narsizmlerini besleyecek hayaller satar. “Çok güçlü millet”, “İslam âleminin lideri olma” gibi söylemler aslında birer hayal ticaretidir. Umut, hayal ve fantezi arasında güçlü bir bağ var; çoğu zaman insanlar bu üçlüyü birbirine karıştırır. Modern insanın şekillenişinde bireyselleşmenin umutla soslanması önemli bir rol oynadı. Eşitlik ideolojisi ve bu ideolojinin gerçekleşmemesinden doğan hayal kırıklığı, her bireyin hafızasına “haksızlığa uğramışlık” duygusunu kazıdı. Günümüzde her insan, farklı bağlamlarda çeşitli haksızlıklar deneyimliyor. Kapitalizm, neoliberalizm ve pozitif psikoloji ise bu adaletsizlikleri dengelemek için hayali umut biçimlerini pazarlıyor. “İşini bilirsen, çok çalışırsan sen de başarırsın” söylemi bunun tipik örneği. Bu tutum, yapısal eşitsizlikleri ve engelleri yok sayar. Eğitim üzerinden sınıf atlama vaadi de bu illüzyonlardan biridir. Sosyal medya ve politika, birer hayal fabrikası gibi çalışır.
Modern toplumlar adeta birer hayal fabrikası gibi çalışmaktadır. Tarihsel olarak kitlelere önce futbolcu, şarkıcı ya da sinema yıldızı olma hayali sunulmuş, bu hayallerin yalnızca çok az kişi için gerçekleşebilir olduğu anlaşıldığında ise “kendini gerçekleştir”, “hayallerinin peşinden git” söylemi dolaşıma sokulmuştur. Günümüzde ise TikTok fenomenliği ya da sosyal medya şöhreti, kitlesel bir erişilebilirlik vaadi üzerinden pazarlanmaktadır. Bu döngü, hayallerin tüketilmesi ve umutların aşındırılması anlamına gelir. Günümüz insanı, tam da bu nedenle “umut yorgunu”dur. Eva Illouz’un işaret ettiği gibi, bireyler her gün defalarca “mikro hayal kırıklıkları” yaşamaktadır. Umudun sürekli yeniden üretilip aynı hızla tüketildiği bu döngü, toplumsal bir tükenmişlik yaratmaktadır. Barış bu bağlamda bir makro projedir. Ancak bu projeyi hayata geçirmek için umut yorgunlarını aşan, kolektif bir coşku ve yeni bir tahayyül alanı gereklidir. Kapitalizm, gerçek ile hayal arasına tüketimi bir köprü olarak yerleştirmiştir; barış ise, umutsuzluk ile umut arasına kurulabilecek alternatif bir köprü olma potansiyelini taşır. Burada asıl tehlike, barışın da hızla tüketilen bir “hayal ürünü”ne dönüşmesidir. İdeolojilerin ve ütopyaların tarihsel önemini yitirmesi de umudun aşınmasına katkıda bulunmaktadır. Illouz’un vurguladığı üzere, Aydınlanma’nın en güçlü yanı, vaat ettiği umuttu: kardeşlik, eşitlik, özgürlük ve adalet. İdeolojiler, dinler ve milliyetçilik, bir bakıma kolektif umut üretim mekanizmalarıdır. Hepsi, “kardeş bir topluluk” vaadiyle umut inşa etmişlerdir.
Dolayısıyla barış tartışmalarında asıl mesele, yalnızca silahların susması değil, aynı zamanda yeni bir toplum modelinin tahayyül edilip edilemeyeceğidir. Aksi halde barış girişimleri başarısızlığa mahkûm olur. Çünkü mevcut koşullar zaten savaşın nedenlerini üretmektedir. Aynı yolu yeniden yürümek yalnızca daha fazla zulme yol açmakla kalmaz; aynı zamanda umudu da tüketir.
Her şeyin akışkan ve geçici olduğu bir çağda yaşıyoruz. Değişim hiç olmadığı kadar hızlı. Eskiden her gelişme kendi kültürünü, ritüelini, hatta sembollerini yaratabiliyordu. Günümüzde ise birçok şey daha anlaşılmadan, kullanılmadan, yeterince tüketilmeden yerini yeni olana bırakıyor. Yani akış, her şeyi yutacak kadar hızlı. Wilhelm Schmid (Die Suche nach Zusammenhalt, 2025), böyle bir çağda kimliklerin bir baraj işlevi gördüğünü söyler: tutan, biriktiren, denetleyen… Sürekli kayganlaşan ve dağılma eğilimi gösteren toplumsal zeminde kimlik, bir tür istikrar imkânı sunar. Belki de bu tartışmada unutulmaması gereken şey, herkesin ‘kendi’ olma hakkı ve kimliğin bu bağlamdaki önemi. Herkes kendini istediği gibi ve özgürce tanımlayabilmesi ve başkasını kendisini nasıl tanımlayacağını o kişiye bırakılması. Her Türkün Türk olması hakkı kadar her Kürdün de Kürt olma hakkı var yani. Hiç kimse ötekini bir şey olmaya zorlayamaz.
Barışın karşısına konulan seçenek savaştan, düşmanlıktan ve ölümden yana olmak zulmün sürdürülesini istemektir… Ne umut taşıyacak kudretim var ne de sürecin başarıya varacağına dair bir inancım. Ama yine de umut zorunluluğudur insanın. Çünkü barış, olasılık değil zorunluluktur; başka bir çıkışımız yok.