Ormanları kim yaktı? (3) - Kuşaklar arası çatışma ve kolektif intihar
Bugüne kadar yaşlı kuşaklar çocuklarını savaşlarda katlediyordu. Şimdi ise total bir yok oluşa doğru gidiyoruz: gelecek kuşağa gelecek bırakmayarak. İnsanların dünyanın sonuna hızla ilerlemesi ve bunu engelleyici önlemler almaması, adeta bir kolektif intihar olarak yorumlanıyor.
Kültür ve Suçluluk…
Kültür, hayatın içinde oluşur. Yaşadıklarımız içimizde bir karşılık bulmalı, yankı yaratmalıdır. Başka bir kültüre ihtiyacımız var: İçselleştirdiğimiz, bize ait olan, içinde yaşarken hakiki olduğumuzu hissettiğimiz bir kültür… Duygularımızla düşüncelerimiz arasında ahengin bulunduğu bir yaşam. Çünkü iki yüzlü olmadan doğayı savunmak çok zordur.
Sonbahardı. Kalabalıktan uzaklaşmak ve kafamızı dinlemek için bir sahil kasabasına gitmiştik. Baharın güzel olmadığı yer yok galiba ama ya güz… Güzün kendine özgü bir güzelliği vardı. Sahildeki bir balıkçı, adeta deniz canavarına dönüşmüş gibiydi; bu canavarlığını ise bir kahramanlık destanı gibi anlatıyordu. Aramızda onun aslında doğa katliamı yaptığını konuştuktan kısa bir süre sonra, bir balık lokantasına gidip dinamitle avladığı balıkları yedik. İnsan suça bulaştığında, bilinçdışı meseleyi önüne koyar. Yemekten sonra gelen “çok yedim”, “fazla kaçırdım” pişmanlıkları… Afiyetle yediğimiz, boğazımıza takılır sanki. Dinsel bir dille söylersek: haram yemiş gibi… “Diyeti kaçırdım” muhabbetleri… Melanie Klein’ın diliyle söylersek: Annesinin memesine saldıran ve sonra yediklerini kusan bebekler gibi. Tabiat Ana’nın nimetleri çoğumuza dokunuyor. Kilo sorunları, diyet programları… Anamızın helal sütü, haram bir zıkkım gibi zehirli hale geliyor. Afiyetle yediklerimizi hazmetmek zorlaşıyor. Suçluluk duygusu: anaya duyulan suçluluk, kardeşlere duyulan suçluluk… Açlığın ve yoksulluğun hüküm sürdüğü bir dünyada bizim “keyif çıkarmamız”, iştahla yememiz, dolaylı olarak midemize oturuyor. Beslenme programları, şişmanlıklar, diyet uzmanları… Yedikleri artık besin değil, gıda olmaktan çıkmış; zıkkım yemiş insanlar topluluğu…
Afrika’daki yoksulları savunmak elbette iyi bir tutum. Ama aynı zamanda suçluluk duygumuzu azaltma, kendimizi temize çıkarma işlevi görmüyor mu? Yani şunu anlatmaya çalışıyorum: İdeolojik tutumlarımızı, inançlarımızı kendimizle ilişkilendirmemiz gerekmez mi? Kuşkusuz Filistin’in yanında olmak önemlidir. Ama aynı zamanda, başkalarının topraklarını işgal edenlerin Filistin’deki işgale karşı çıkmaları… Uzaklardaki kötülüklere itiraz ederek kendi kötülüğümüzün suçluluğunu azaltmaya çalışmıyor muyuz
Psikanalist Deleram Habibi-Kohlen (2023, „Das Leben in Dauerkrise und die Erschütterung der Ordnung“) Lord Nelson isimli bir denizciden söz eder. Nelson birçok deniz muharebesine katılmıştır. Bir savaş sırasında gözüne gelen bir parça, sağ gözünün görmesini engellemiş, ama bu körlüğü dışarıdan fark edilmiyormuş. Anlatılan hikâye şudur: Nelson’a bir emir verilmiştir. Teleskopla bakarak durumu kontrol etmesi istenmiştir. O ise yalan söylemez; fakat görmeyen gözüyle teleskoptan bakar ve hiçbir şey görmediğini söyler. Böylece verilen emri, aslında hiç yalan söylemeden, yerine getirmemiş olur. Habibi-Kohlen, iklim krizi konusunda da Lord Nelson gibi davrandığımızı söyler: Sürekli “görmeyen gözümüzle” bakıyoruz hayata. Yani dengesizliği dengeli kılmanın yöntemi, onu hiç algılamamaktır.
“Bir Seferden Bir Şey Olmaz” Kültürü
Sahildeydik… Elimdeki çöpü atmak için bir çöp kutusu aradım. Sonra vazgeçtim. Çünkü her yer çöp doluydu. Kendime söylediğim şu oldu: “Bir seferden bir şey olmaz.” Aile Bakanı da tecavüzlere ilişkin böyle demişti: “Bir kereden bir şey olmaz.” İşte bu söz, çoğumuzun dünyayla/sosyal ilişkilerimizde/çevre felaketine katkısındaki ortak tutumumuzdur. Kendimizde, çevremizde, farklı bağlamlarda sık sık karşımıza çıkan bir durumdur bu: “Bir seferden bir şey olmaz.” Ve bu söz bizi utandırmıyor, suç bilinci oluşturmuyor. Adam “Ben şiddete çok karşıyım” diyor ve ekliyor: “Elim kaydı, bir sefer oldu.” Ya da “Osmanlı tokadı dayak sayılmaz, sadece bir şamardır.” Denize pisliğini akıtırken yakalanan yat sahibi de sahil güvenlikçilere şöyle diyor: “Bir seferlik idare et.” İdare et… “Bir seferden bir şey olmaz, Allah’ın doğru kulu ben miyim, hiç kimse temiz değil, bir ben miyim enayi?” Ruhsal olanla kültürel olan birbirini sürekli etkiler. Değişim yavaş olduğunda insanların yeni bir kültüre uyum sağlamaları mümkündür. Ama çevre konusunda, bu kültürel değişimi ve içsel tutumları dönüştürmeye zaman yok. İklim krizi sadece kutupları vurmuyor. “Kutup ayısı olmadığımız için etkilenmeyiz” dememek gerekiyor. Solunum yolu hastalıkları artıyor. Hastalıklar arttıkça “tıp çare bulur” düşüncesine sığınmak ya da “maydanoz bolca yiyin, zeytinyağı iyi gelir” demek anlamsız. Her soruna bir ‘duayı şu kadar okursanız iyileşirsiniz’ hikayeleri… Son planda, “madem dünya batıyor, o zaman keyfimize bakalım” yaklaşımı da anlamsız.
Melanie Klein’ın kavramlarıyla düşünürsek, bu tutum inkâr ve yadsıma savunma mekanizmalarının gündelik hayatımıza yerleşmiş bir biçimidir. Suçluluk duygusunu bertaraf etmek için kişi, eylemini küçültür, önemsizleştirir, bir “istisna”ya indirger. Oysa bastırılan şey, tam da suçluluk duygusudur. Klein’ın işaret ettiği gibi, suçluluğun inkârı aynı zamanda onarım arzusunu da engeller. Böylece birey, suçun sorumluluğunu almaktan ve hasarı telafi etmekten kaçar. Ayrıca bu tavır, psikanalizde rasyonalizasyon ve inkârın iç içe geçtiği bir formdur. “Bir seferden bir şey olmaz” demek, hem eylemin sonuçlarını küçültmektir (rasyonalizasyon) hem de gerçekliği geçici olarak iptal etmektir (inkâr). Bu söylem sayesinde kişi kendini suçsuz hisseder; ama aslında suçluluk bilinç dışında birikir. Klein’a göre bu aynı zamanda kısmi obje ilişkisiyle de ilgilidir. Bebek için anne, bir bütün değil, sadece memedir. Objeler bütünsel olarak değil, parçalar halinde algılanır. “Bir sefer” hikâyesi de böyledir: dünyayı ya da objeyi bütün olarak göremeyen, sadece parçalı biçimde algılayan bir regresyonun ifadesidir. İşte bu parçalı algı, suçluluğu bütüncül olarak kavrayamamamıza ve onarım kapasitemizin gelişememesine yol açar. Bu nedenle “bir seferden bir şey olmaz” tutumu, çözümü çok daha zorlaştırır. Duygu Asena Berlin’de bir toplantıda anlatmıştı: Irmağa döktüğümüz çöp gözümüzün önünden kaybolur, ama yok olmaz. Denize attığımız çöpler ise, okyanusta ülke büyüklüğünde çöp yığınları oluşturarak adalara dönüşür. Psikanalizde nesne temsil kuramı vardır. Çocuğun elindeki oyuncak masanın altına düştüğünde, çocuk oyuncağı göremediğinde o oyuncağın yok olduğunu sayar. Yani nesnenin görünmez oluşunu, yok oluşla karıştırır. Oysa oyuncak masa örtüsünün ardında hâlâ oradadır. Yetişkinler de doğa konusunda çoğu zaman çocuklar gibidir: Gözümüzün önünden kaybolan çöpü yok olmuş sayarız. Oysa hiçbir şey kaybolmaz; yalnızca gözden uzaklaşır.
Sorun yalnızca bireysel değil, kültüreldir de. “Bir seferden bir şey olmaz” sözü bir kültürel mottodur adeta. Çocukluktan itibaren duyduğumuz bu söz, bireysel suçlulukla toplumsal suç ortaklığını birbirine bağlar. Kültürün onayladığı bu savunma biçimi, bireyi rahatlatırken kolektif olarak felaketi hızlandırır. İklim krizi bağlamında ise bu söylem, dünyanın çöküşünü seyretme biçimimizdir: küçük istisnaların büyük bir yıkıma dönüşeceğini inkâr ederek yaşamak. Her birey kendini masum hisseder, ama milyonların “bir keresi” birikir ve felaket olur.
Yazlık Cumhuriyetleri ve Doğa İkilemi
Yıllar önceydi. İlk yazlıkçılar dönemiydi. Sahili işgal ettik. Kooperatif kurarak talan ve istila daha da kolaylaştı. Böylece bir kültür oluşturduk. Ağaçları kestik, sonra keyfimize göre ağaçlar diktik. Sitedeki küçük sokaklara adlar verdik: Zübeyde Hanım Sokağı, İnönü Caddesi… Bir ülkedeki kültürü, ideolojik tutumları tabelalardan ve levhalardan okuyabilirsiniz. Kapılara bayraklar asıldı. Sitenin ortasına büyük bir bayrak direği dikildi, büyük bir bayrak ve Atatürk büstü satın alındı. Derken komşular arasında sembolik cenkler başladı. Gruplaşmalar ortaya çıktı. Biz, kendimizi güvenceye aldıktan sonra çevreci ve doğacı olduk. Her yeni site yapıldığında “O güzelim ağaçları nasıl da kestiler” diye üzüldük. Sonra onlar da bize katıldılar; daha sonra gelen çevre katliamcılarını hep birlikte kınadık. Çıplaklık, mayo, tişört, şort… Birbirine kültürel olarak benzer, kendini medeni yani Avrupalı sayanların oluşturduğu “yazlık cumhuriyetleri”… Burada bir yazlıkçı narsizmi vardı. Bu narsizm, başarının sahnelenmesiyle ilişkiliydi. Yazlıkçılar, kendi aralarında başarılı, uyanık, işini bilen insanların sahip olabileceği bir ayrıcalığın taşıyıcısıydılar. Yazlık, aynı zamanda “hak ettim” duygusunun sahnelendiği bir mekândı. Yazlıkçılar kendilerini üstün, becerikli ve başarılı görüyorlardı. Hep başkalarına örnek, özenilecek birer figür gibi sunuluyorlardı. Ve bu tavır, sosyal çevreleri tarafından da onaylanıyordu. Her yaz akrabaların yazlıkçı ziyaretiyle ucuz tatil hesapları yapılıyordu. Denizin ve kültürün şekillenmesinde yazlıkçılar önemli bir rol oynadılar.
Daha sonra dinciler geldiler. Onlar da kendi kültürlerini getirdiler. Atatürk büstüyle cami, minare ve ezanın sesinin yüksekliği tartışıldı. Her zaman olduğu gibi… Camiler bu savaşı sonunda kazandılar. Zaten yazlıkçılar da Müslümandı. Sonra Kürtler geldiler. Önce “Doğulular”dı onlar… Kaba saba, feodal… Sonra doğulular “Kürt” oldular. Ama hiyerarşi çok belirgindi. Onlar bahçe işlerine, temizlik ve hamallık işlerine taliptiler. Neyse… Bugün yazlıklarda “doğa sevdalıları” diye bilinenler, yani bizler, aslında ilk failleriz.
Günümüzdeki en önemli çatışmalardan biri kuşaklar arası çatışmadır. Bugüne kadar yaşlı kuşaklar çocuklarını savaşlarda katlediyordu. Şimdi ise total bir yok oluşa doğru gidiyoruz: gelecek kuşağa gelecek bırakmayarak. İnsanların dünyanın sonuna hızla ilerlemesi ve bunu engelleyici önlemler almaması, adeta bir kolektif intihar olarak yorumlanıyor. Üstelik bu intihar, festival havasında ve eğlence eşliğinde yaşanıyor. Bu durumu anlamaya çalışanlar “sosyal patoloji” kavramına başvuruyorlar. Kitapları Türkçeye de çevrilen ve özellikle Kampf um Anerkennung (Tanınma Uğruna Mücadele) kitabıyla çok tartışılan sosyal bilimci Axel Honneth’in ortaya attığı bu kavram, iklim kriziyle ilişkilendiriliyor. Christine Bauriedl-Schmidt, Paul Cash ve arkadaşları da (2023, „Klimaungerechtigkeit als soziale Pathologie“= İklim Eşitsizliği Sosyal Patolojidir) bu noktayı vurguluyorlar. Burada kastedilen, insanın zamanla ulaştığı mantıksal düzeyi görmezden gelmesidir. Kapitalizm, “sosyal aklı” zayıflatıyor. Bireysel acıların ve sorunların nedenselliği değiştiriliyor; düşünsel zeminde bir kaydırma yaşanıyor. Bu düzende insanlar sorunları konusunda suskunlaşıyor, haklarını aramaktan vazgeçiyor. Böylece güç odakları tartışmaların dışında kalıyor.
İklim krizi aslında “sosyal aklın krizi”dir. Doğanın yok edilmesine paralel olarak toplumdaki dayanışma ve birlikte hareket etme eğilimleri de yok ediliyor. Bu nedenle iklim faciasının yanında psikolojik ve sosyolojik faciaların da analiz edilmesi gerekiyor. Christopher Lasch’ın ifadesiyle çağımız “narsistik çağ”dır. Toplum analizlerinde hukuksal, sınıfsal, cinsiyet temelli eşitsizliklerin yanı sıra, sosyoduygusal boyutlar, özneler arası ilişkiler ve bu ilişkilerdeki kırılganlıkların nedenleri de incelenmek zorundadır.
Sosyal psikolog Leon Festinger’in Bilişsel Uyumsuzluk Kuramı vardır (2023, Esin Yücel, Bilişsel Uyumsuzluk Kuramı). Bu kurama göre, psikolojik sıkıntı yaratan uyumsuzluklarda kişi bu uyumsuzlukları azaltma ve böylece psikolojik rahatlama yoluna gider. Ayrıca uyumsuzluğu artıracak durumlardan da kaçınır. Bu durum, çevre felaketinin algılanışında da görülmektedir. İnsanlar, kendilerini huzursuz edecek bilgilerden kaçınmakta ve bu şekilde psikolojik konforlarını korumaya çalışmaktadırlar.
Kapitalizm ve Sonsuzluk Yanılsaması
Ulrike Hermann, çok tartışılan kitabı Das Ende des Kapitalismus’ta (2022, Kapitalizmin Sonu) kapitalizmin sürekli büyüme hedefi nedeniyle dünyayı kaçınılmaz biçimde yok ettiğini anlatır. Dünya sınırlı bir yerdir; bu yüzden sınırsız büyüme mümkün değildir. Sürekli büyüme, dünyanın talan edilmesini, doğanın sonsuzca soyulmasını beraberinde getirir. Hermann, kapitalizmin başarısında teknolojinin rolüne de vurgu yapar. Kapitalizmi belirleyen şey sadece sömürü, sınıfsal farklılıklar değildir; çünkü bunlar tarihte kapitalizm öncesinde de vardı. Kapitalizmin farkı, düzeni teknolojiyle birleştirmesidir. Teknoloji ise kapitalizmi enerjiye bağımlı kılar. Oysa dünyadaki enerji sonsuz değildir; var olan kaynaklar tükenmek üzeredir. Kapitalizmi ayakta tutan şeylerin tükenmesi, insanlığın da sonunu hızlandırmaktadır.
Bauriedl-Schmidt ve arkadaşları bu bağlamda “sapık kültür”den söz ederler. Burada kastedilen, insanın yalnızca kendisini düşünmesi ve tür olarak da diğer canlıları hesaba katmamasıdır. Hepimiz her gün birçok bitki ve canlı türünün yok olduğunu biliyoruz. Üzerinde yeterince durulmayan en önemli ırkçılık, aslında insan türünün kendisini diğer türlerden üstün görmesi değil midir? Dinler de bu tutumu desteklemez mi? Bazı tanrılar, “insanı en üstün canlı olarak yarattık” demez mi? Dünyayı ve nimetlerini insana emanet ettikleri söylenir. Ancak burada yanlış anlaşılmasın: “Dünyayı insana teslim etme” çok sınırlıdır. Tanrı insana aslında güvenmez; bu yüzden onun her davranışını, hatta kafasının içindekileri dahi bilir. İbrahimi dinlerde Tanrı–insan ve insan–insan ilişkileri güvene değil, güvensizliğe dayanır. Ayrıca insan için dünya güvenilir bir yer değildir: İnsan cennetten kovularak sürgün edildiği için dünyaya gönderilmiştir. Dünya geçici bir yer olarak anlatılır; asıl yaşam ahirettedir. Bu anlatılar dünyayı bir mola, bir sınav kampı gibi sunar. İnsan, İbrahimi gelenekte dünyada göçebedir. Ama göçebelik, çevre sevgisini pek teşvik etmez; göçebeler gittikleri yerde genellikle ardında bolca çöp bırakırlar. Bu anlatılarda sürekli uyanık olmak gerekir; şeytana uymamak için daima dikkat şarttır. Hatta insan rüyalarından bile sorumlu tutulur; rüyalar bile günaha sebep olabilir. İnsanın “sonsuzluk” anlatısı — “burada biten, ahirette devam edecek” söylemi — dünyanın sınırlılığına aykırı değil mi? Bu sonsuzluk fantezisi, insanın dünyayla ve kendisiyle ilişkisini çarpıtmıyor mu? Dünyanın hâkimi olmanın suçluluğu yok; suç ve suçluluk duygusu, buna bağlı sorumluluk bilinci zayıflıyor.
Kısacası çevre ve iklim tartışması, yalnızca ekolojik bir tartışma değildir. Aynı zamanda bir kapitalizm eleştirisi, bir ırkçılık ve üstüncülük eleştirisi, bir eşitsizlik, sömürü ve haksızlık eleştirisidir. Çevre bilinci tartışması aynı zamanda dinsel olanın da sorgulanmasını beraberinde getirir.
Normalin Yitiminin Krizi
Bir havaalanındayız. Bir uçuş iptal ediliyor. Normal olan şudur: insanlar zamanında havaalanına gelir, uçak zamanında kalkar ve hedefine zamanında ulaşır. İptal bu normu bozar. Anormallikler kriz yaratır, insanlar panikler. Ardından yolcular başka bir uçağa yönlendirilir ve normallik geri gelir. Böylece kriz de biter. İnsanlar sorun çözmeyi, zorlukları aşmayı çoğunlukla “yenmek” ve “yenilmek” üzerinden kuruyor. Havaalanına zamanında gitmek bir başarı, bir “yengi” olarak görülürken, uçağın kalkmaması yalnızca planların bozulması değil, aynı zamanda bir “başarısızlık” ya da “yenilgi” duygusu yaratıyor. Amaca ulaşanlar, ulaşmanın sevincinden çok, karşıdakini yenmenin keyfini yaşıyorlar. Böylece hayatın her sorunu bir mücadeleye, bir savaş alanına dönüşüyor. Empati bu çerçevede kayboluyor. Sıradanlık, basitlik, mütevazılık, alçakgönüllülük ise zayıflık ve zaaf olarak görülüyor. Hep “ben, ben ve ben…” Bireyleşmenin sınırsızlaşması büyük bir krize yol açıyor. Wilhelm Schmid’in son kitabı Die Suche nach Zusammenhalt’ta (2025) söylediği gibi, “ben” adeta “biz”i boğuyor. Sosyal medyada kendini “özel” ve “karizmatik” ilan eden binlerce kişi var. Biz sadece doğayı değil, insana ait birçok özelliği de talan ediyoruz. Bir eşyamızın olması gibi, birçok özelliğimizi de sanki satın alıyoruz.
1968 Hareketi’nin Almanya’daki teorisyenlerinden Dieter Duhm, Kapitalismus und Angst (2009, Türkçeye Kapitalizmde Korku olarak çevrildi) adlı kitabında, kapitalizmde kişilik özelliklerinin bile satın alınabilir olduğunu yazar. Bir parfüm insanı “seksi” yapar, spor giysiler kişiyi “sporcu gibi” gösterir. Gençlik iğneleri, estetik endüstrisi aracılığıyla insan kendini yeniden yaratabilir. Değersizlik, sıradanlık, basitlik kötü sayıldığı için, insanlar bu değersizlik duygusunu kapatabilmek amacıyla gerektiğinden fazla tüketiyorlar.
Devam edecek…