Sadece DEM mi, ya CHP'nin ettikleri?

DEM milletvekillerinin TBMM'nin açılışındaki tavrı eleştirilirken CHP'nin de Tayyip rejiminin oluşumuna tam 31 yıldır yapa geldiği katkılar unutulmamalıdır.

Sekiz yıldır aralıksız yazdığım Artı Gerçek'e bu kez farklı bir yazı yazmayı planlıyordum. Çünkü 5 Ekim, hayat arkadaşım ve en yakın mücadele yoldaşım İnci Tuğsavul'un 31 yılı doğup büyüdüğü topraklarda, 54 yılı da sürgünde, ama her daim inançları uğrundaki mücadelelerle dolu yaşamının 85. yıldönümü...

60 yılı çoktan aşan ortak yaşam sürecinde ikimiz de 90’lara tırmanırken, takvim yapraklarının bir biri ardına giderek daha hızla düşmekte olduğunun, hayatta kalan yakınlarımızın, dostlarımızın, mücadele arkadaşlarımızın son derece azalmakta olduğunun farkındayız.

Her yıldönümünde olduğu gibi, yıllarca inançlarımız uğrunda kavga verdiğimiz, acıları ve kıvançları, yenilgileri ve umutları yaşadığımız güzelim ülkemizden fiziksel olarak uzakta kalmaya mecbur bırakılmanın, o ülkenin başındakilerin ve onların yurt dışındaki temsilcilerinin sık sık hakaret, saldırı ve tehditlerine hedef olmanın infialini bugün de yaşıyoruz.

Böylesi duygusal anlarımızda dikkatlerimiz bittabi gerek Türkiye’deki, gerekse diasporalarımızdaki barış ve demokratikleşme girişimlerine yoğunlaşıyor.

Türkiye medyası iki gündür TBMM'nin açılış töreninde yaşanan olağan dışı iki olayın farklı yorumlarıyla dolup taşıyor.

Geçen yıl aynı açılış törenine tam mevcutlu katılıp Cumhurbaşkanı'nı ayakta karşılamış olan ana muhalefet partisi CHP, son bir yıldır kendi belediye başkanlarına ve örgüt yöneticilerine karşı başlatılan tutuklama ve görevden alma uygulamalarını protesto için TİP ve EMEP'le birlikte Erdoğan'ın konuşma yapacağı bu seneki törene katılmayı reddetti.

Geç kalmış olsa da, haklı bir tepkiydi.

Buna karşılık, barış ve özgürlük girişiminin her daim öncülüğünü yapmış olan DEM Parti'nin milletvekilleri, ortak protesto etkinliğine katılmayı reddettikleri gibi, geçen yılki tutumlarının aksine, salona girişinde Erdoğan'ı hep birlikte ayağa kalkarak selamladılar. Daha sonra da Mermerli Salon'daki resepsiyonda Erdoğan'ın yanında yer alıp ona sempati ve hayranlık olarak yorumlanan bazı ifadelerle görüntülendiler.

Sadece Kürt ulusal direnişinin değil, diğer muhalif kuruluşlar liderlerinin ve militanlarının da devlet terörü kurbanı olarak zindanlarda yatırılmaya devam edildiği bir sırada bu zulmün bir numaralı sorumlusu olan Erdoğan'a gösterilen bu yakınlık ve itibar, DEM Parti'nin kendi üye ve sempatizanlarının bir bölümü de dahil tüm muhalif çevrelerde tepkiyle karşılandı.

Bunun değerlendirmesini herhalde DEM Parti'nin yetkili organları, üyeleri ve sempatizanları yapacaklardır.

Ancak kamuoyu yoklamalarında sürekli düşüş gösterirken Erdoğan'a "doping" sağlayan bu son tavrından dolayı DEM Parti'yi kınayanların, 31 yıldan beri iktidar merdivenlerini tırmanma ve despotik iktidarını pekiştirme sürecinde aynı Erdoğan'a CHP liderlerinin sağladıkları olanakları, verdikleri destekleri, hattâ zaman zaman teslimiyetçi ve işbirlikçi tutumlarını göz ardı etmemeleri gerekir.

Unutmayalım, bugün Türkiye'nin başında bir Erdoğan diktası varsa, bunun temel taşları sadece islamcı ve faşist partilerin ve siyasetçilerin işbirliği ve desteğiyle gerçekleşmemiştir.

Anımsatalım:

1994 belediye seçimleri sırasında CHP kökenli üç "orta sol"partiden SHP'nin başında Murat Karayalçın, DSP'nin başında Bülent Ecevit, CHP'nin başında ise Deniz Baykal bulunmaktaydı. Ancak bu üç parti kendi aralarındaki uyuşmazlıklar nedeniyle İstanbul belediye başkanlığı için tek ortak aday çıkartamadıkları için, Türkiye'nin en büyük metropolünün yönetimi islamcı hareketin siyasal kabadayısı olarak ünlenen Recep Tayyip Erdoğan'a altın tabakta sunulmuştur.

İstanbul'da SHP adayı Zülfü Livaneli yüzde 20,3, DSP adayı Necdet Özkan yüzde 12,38, CHP adayı Ertuğral Günay yüzde 1,4 oy almış, yani üç "orta sol"partinin toplam oyu yüzde 34,08'ü bulmuştur. Ancak "orta sol" oyların bölünmüş olması nedeniyle Refah Partisi adayı Recep Tayyip Erdoğan yüzde 25,19 oyla aradan sıyrılarak İstanbul Büyükşehir belediye başkanı olmuştur.

Dahası, 2002 genel seçimlerinde AKP tek başına iktidar olduğu halde hakkındaki bir mahkûmiyet kararından dolayı Meclis'e girip başbakan olamayan Recep Tayyip Erdoğan'a, düzmece bir ara seçimle milletvekili seçilerek önce hükümetin, ardından da devletin başına geçme hakkını sağlayan da yine CHP lideri Deniz Baykal'dır.

2016 çakma darbe girişimini bahane ederek diktatöryal bir rejim kurmaya yönelen Erdoğan'a Yenikapı Ruhu operasyonlarında arka çıkan, dahası Selahattin Demirtaş ve Figen Yüksekdağ dahil HDP seçilmişlerinin dokunulmazlıklarının kaldırılmasına destek veren de CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu değil midir?

Daha sonra CHP'nin genel başkanlığını üstlenen Özgür Özel'in de geçen yıl "Taksim'i yeniden fethedeceğiz" diye meydan okuduktan sonra 1 Mayıs sabahı hiçbir direniş göstermeden Bozdoğan Kemeri'nin önünden ricat etmesi, ertesi gün de AKP genel merkezinde Recep Tayyip Erdoğan'ı ziyaret ederek beşuş çehrelerle yapılan bir görüşmeden sonra Türk siyasal yaşamında "yumuşama" çığırı açmış olması unutulmuş değil.

Tüm bunları düşünürken ekranıma 1980 darbesinden sonra kapatılan Türkiye Barış Derneği'nin genel sekreteri, kadim dostum Enis Coşkun'un Fransız Komünist Partisi'nin organı L'Humanité'de yayımlanan yazısı düştü.

Enis, ABD müstebiti Trump'ın Nobel Barış Ödülü adaylığına karşı çıkarken, dünya tarihinden son derece önemli bir ibret dersi veriyor:

"29 Eylül 1938; İngiltere Başbakanı Chamberlain, Fransız Başbakanı Daladier, İtalya Dışişleri Bakanı Galeazzo Ciano ve Hitler Münih anlaşmasını yaparlar. Bu anlaşma ile Hitler’in Çekoslovakya’nın güneyinde Sudetentland (Südent) bölgesini işgal etmesi kabul edilir.

"Chamberlain’ın kendisi de başta olmak üzere pek çok Avrupa ülkesinin yöneticileri bu anlaşma ile büyük bir savaşın önlenerek Barış’a hizmet edilmiş olduğuna dair, belki kendilerinin bile inanmadıkları, halkları aldatıcı açıklamalar yaparlar.

"12 İsveç Parlamenteri de 'barışı sağlayan başarılarından' dolayı Chamberlain’ı Nobel Barış Ödülüne aday gösterirler. İlk günden itibaren antlaşma tarihsel bir yanılgı olarak çok eleştirilir. Ve de anlaşma daha bir yılını tamamlamadan, 1 Eylül 1939’da Hitler Polonya’ya saldırarak önlendiği sanılan tarihin o en kanlı savaşını başlatır.

"1939 yılında hiç kimseye Nobel Barış Ödülü verilmez. Komite’nin bu kararı, o ödülü alacağına inanan, ama alamadığı için de çok kinlenmiş bulunan Hitler’in 9 Nisan 1940 tarihinde Norveç’i de işgal etmesiyle yanıtlanmış olur."

Evet, tüm dünyayı felakete sürükleyen 2. Dünya Savaşı'nın başlamasından 86 yıl sonra sadece Türkiye'de değil, Ortadoğu ve Ege coğrafyasında diktatörlüğün ve barış düşmanlığının simgesi olan Erdoğan-Bahçeli ikilisiyle ilişkilerde Chamberlain zaaflarına kapılmamak, demokrasiden, özgürlükten ve halkların kardeşliğinden yana olan her kişinin ve örgütün önde gelen görevlerinden biri olmalıdır.

İktidarın "Terörsüz Türkiye" diye adlandırdığı bir yıllık süreçte hâlâ elle tutulur bir adım atılmamışsa, Erdoğan-Bahçeli ikilisinin hedef aldığı siyasal liderler, barış ve özgürlük mücadelesi militanları hâlâ zindanlarda çürütülmek isteniyorsa, bunları gerçekleştirmesi gereken TBMM işte orada...

Göstermelik komisyon toplantıları ya da Mermerli Salon buluşmalarıyla vakit kaybettirip göz boyamak değil, gerçek bir parlamenter çalışmayla en kısa zamanda tüm anti-demokratik yasaların çöpe atılmasını, kirli "başkanlık sistemi"nin yerine halk iradesini temsil eden gerçek bir meclisin kurulacağı erken seçim yapılmasını sağlamak öncelikli görev olmalıdır.