Tabiat Ana’ya horluk, anneye öfke mi? (2)

Her yangından sonra suçlu aramak, çok etkilenmişlikler, coşkulu yardımlaşmalar kuşkusuz çok değerli; ama aynı zamanda ruhsal orgazm biçimleri de… Dünyadaki büyük yangını söndürmeden lokal söndürülen yangınlar çözüm değil.

Bugün birçok bilim insanı, dünyanın iklim açısından artık geri dönüşsüz bir noktaya ulaştığını söylüyor. Psikanalistler M. Buchholz ve G. Reich, Çernobil faciasına ilişkin Panikbedarf und Panikverarbeitung (= Panik ihtiyacı ve panikle başa çıkma, 1987) adlı yazılarında, insanları son derece kaygılandırması gereken konular karşısında insanların çoğu kez ne inkâra ne de yadsımaya gerek duyduklarını; adeta olayı bilmemeyi, olayın yokluğu gibi yaşadıklarını vurgularlar. Yani: “Eğer ben faciadan habersizsem, o hâlde facia yoktur.” Yazarlar, bebeğin birincil ilişkisinin anneyle olduğuna dikkat çekerler. Bebeğin dünyası annesidir; dünya ile kurduğu ilişki de anne üzerinden şekillenir. Bizim doğa ve çevreyle kurduğumuz ilişkilerde de bu ilk ilişkinin izleri vardır. “Tabiat Ana” dediğimiz şey aslında bu ilk anne imgesinin bir devamıdır. Günlük yaşamda doğayla kurduğumuz ilişki de bu imgenin renklerini taşır: doğal besin arayışları, katkısız ürün tutkusu, zehirlediğimiz dünyada kendimize ve sevdiklerimize zehirsiz gıda bulma çabası… Tıpkı annenin bebeğini emzirirken yalnızca kendi beslenmesine değil, sütünün bebeğe zarar verip vermediğine ve bebeğin hazmedip hazmedemeyeceğine dikkat etmesi gibi.

Freud, bebeğin anneden babaya yönelmesini kültürel bir yönelim olarak tanımlar. Bu anlamda “Tabiat Ana” ile kurulan ilişkinin işlenmesi, bir bakıma anneden ayrılığın ilk formudur. Buchholz ve Reich’a göre insanın tehlikelerden kaçışı yalnızca inkârla açıklanamaz; bazen insan sonla bütünleşerek de yok oluşu kurtuluş olarak kurgular. Sıklıkla duyduğumuz şu ifade bunun göstergesidir: “Ölsem de kurtulsam.” Bu, aslında “Dünya bitse de biz de kurtulsak” tutumudur. Birilerinden kurtulmak isteriz. Birilerini yok edemediğimizden kendimizi yok ederek kurtulmayı arzularız. İntiharların bazılarında kişi içindekilerinden kurtulamadığından içini yok etmek ve böylece kurtulmak için intihar eder. Aslında bu intiharlar aslında genişletilmiş intiharlardır çünkü intiharlarla ‘kurulmak istenilen içeridekiler’ de katledilir. Yani her intiharda cinayet vardır: İntiharda kişi kendisini katleder ve bazen de içindekilerdir cinayetin hedefi… Doğayla ilişkimiz artık bir intihar ilişkisi. Doğayı yok ederek kendimizi yok ediyoruz. Oraliteye geri dönersem… Hayatla ve hazla ilişkimizde ağız üzerinden haz çok belirleyicidir. İdam mahkumların son arzularında sevdikleri yemek önceliklidir. Ölmeden önce istediğimiz yemeği doyasıya yemek… Dünyayı da yiyip içip mutlu terk etmek hayali… Doğayla kurduğumuz ilişki sıklıkla oralite üzerinden tanımlarız. Yani: Tabiat bizi yok etmeden biz onu tüketelim. Burada dünyanın kurtarılamayacağına dair umutsuzluk vardır. “Her şeyi yiyip içip keyfimize bakalım” tavrı, çocuğun dünyayı ağız yoluyla deneyimlediği oral döneme bir regresyondur. Bu dönemde çocuk sabırsızdır, kişiliği olgunlaşmamıştır, tahammülü sınırlıdır. Çocuklar anne-babayı sınırsız ve ölümsüz sayarlar. Daha sonra bu özellikler tanrılara ve doğaüstü güçlere yansıtılır. Doğaya karşı tutumumuzda da benzer biçimde, “Tabiat Ana”nın ölümsüzlüğüne yönelik naif bir inanç vardır. Dünyanın hiç yok olmayacağına inanır gibi davranırız. Oysa bu, son derece regresif bir tutumdur. Dünyanın yok olacağına ve çocuklarını — yani insanlığı — da birlikte yok edeceğine çocuklar inanmak istemezler. Biz de benzer biçimde inanmak istemiyoruz.

Bizden Sonrası Tufan

Psikanalist Delaram Habibi-Kohlen, dünyanın batışını güneşin batışını izler gibi sessizce ve huzurla seyretmemiz üzerine çok düşünen bir meslektaş. Bu konuda birçok yazı kaleme aldı ve ben de bu yazıda onun üç makalesinden yararlanacağım: Nach mir Sintflut (2013), Psychoanalytische Überlegungen zur Klimakrise, alten Gewohnheiten und den Schwierigkeiten, Neues zu denken (2020) ve Das Leben in der Dauerkrise und Erschütterung der Ordnung (2023)

Çoğumuz, ilk yazımda da belirttiğim gibi, dünyanın kurtarılabileceğine inanmıyoruz artık. Bu “kurtarılamama” fikri, paradoksal biçimde, çılgınca bir özgürlük alanı yaratıyor: İstediğimizi yaparız… Sanki sürekli diyet önerilen bir hastaya doktorun “Artık her şeyi yiyebilirsin” demesi gibi: oral bir mutluluk ve haz alanı açılıyor. Son arzunun, kısıtlamalardan vazgeçip istediğini yapmak olduğu bir yanılsama…

Vamık Volkan’ın Kafkasya’da sürgündekilerin psikolojisine dair çalışmaları burada dikkat çekici. Volkan, kendi “ANAvatanlarını” terk edenlerin yeni ülkelerinde çok obsesif davranışlar sergilediklerini ve bunun “anal öfke” ile ilişkili olduğunu vurgular. Çocuk, annesinin ölmeyeceğine ve kendisini terk etmeyeceğine inanır. Ama şayet terk edilirse, buradan doğan öfkeyle anneyi olduğundan fazla kirletir, hor görür. Ülkelerini terk eden insanların çevrelerini çöplüğe çevirdiklerini gözlemler Volkan. Doğaya yönelik hoyratlık da benzer bir anal öfkenin izdüşümüdür: bir yanıyla dünyanın yok olmayacağına dair naif bir inanç, diğer yanıyla “madem yok olacak, öyleyse biz de tüketelim” öfkesi. Boşvermişik, vaz geçiş… Bunun yanında, harika manzaralar karşısında yaşanan sarhoşluk, aynı zamanda anne kucağına dönme ve orada huzur arama arzusunu da içinde taşır. Bir arkadaşım, bir sahil kasabasındaki yaşamı anlatırken, “Orada her şey var; internet bile. Dünyadan kopmam” diyordu. Buradaki internet bağlantısını annesiyle olan göbek bağı gibi kurguluyordu adeta. Yani mini bir evrende huzur bulma arzusu… Tıpkı bebeklerin dünyasının da anne üzerinden şekillenmesi gibi: küçük, sınırlı ama güvenli bir evren. Annenin kucağının, dünyaya denk düşmesi…

“12’yi Beş Geçe” — Gecikmiş Farkındalık

Habibi-Kohlen’in bir yazısının başlığı “12’yi beş geçe”. Hani felaket öncesi “12’ye beş var” ifadesini çağrıştıran, geç kalmışlığa işaret eden bir başlık… Onun vurgusu, krizin güncel mesele hâline gelmesinin nedenlerinden birinin, krizin alt sınıfları hep aşarak sonunda orta sınıfı da vurması olduğudur. Yani deniz kenarında, güzel mekanlarda kendine yaşam alanı kuranların keyfinin kaçması… Yazlıkların, lüks villaların yanması ya da yanma tehlikesi yaşaması orta sınıfı bağırtıyor. Oysa daha önce, Kürt köylerindeki yangınlar görmezden gelinmişti; şimdi kendi yangınlarını görmezden gelemiyorlar.

Kapitalizmin açgözlülük teşviki, sürekli tüketim ve buna bağlı üretim döngüsü bu açgözlülüğü daha da çoğaltıyor. Bu dinamik, doğanın daha fazla tahribatı anlamına geliyor. İklim krizinde artık “sektörel algılama”dan söz edebiliriz: bazı sektörler bu krizden doğrudan etkilendikleri için (örneğin yazlıkçılar) daha fazla ses çıkarıyorlar. Ama bu sektörel algılama krizin çözümünü de zorlaştırıyor. Çünkü her sektör kendi zararını veya çıkarını gündeme taşıyor; bu da çıkar çatışmalarını artırıyor. Oysa çözüm, sektörlerin birlikte çalışmasını gerektiriyor.

Turbülans ve Regresyon

Bir uçak yolculuğundaydık. Türbülans şiddetlendikçe korkular arttı, regresyon da büyüdü. Kimisi ağlıyor, kimisi dua ediyor, kimisi koltuğuna sıkıca yapışıyordu. Korku yoğunlaştıkça mantıklı ve topluca hareket etmek imkânsızlaşıyor; herkes kendi içine kapanıyordu. Ülkeler, sektörler, çıkar grupları da yaklaşan felaket karşısında benzer tepkiler veriyor: egoizmin, benmerkezciliğin tavan yaptığı bir ruh hali. Yazlıkta zorunlu su kesintilerine gidilmişti. Su yalnızca belirli saatlerde veriliyordu. Çözüm pratik göründü: yazlıkçılar onlarca tonluk depolar yaptırarak bahçelerini, domateslerini, çimlerini sulamaya devam ettiler. Yani su kısıtlaması anlamsızlaştı. Herkes kendi bahçesinin derdindeydi. Bu sırada yağmursuzluk için birileri sorumlu tutuldu ve öfke o sorumlulara (mini etekliler mesela, inançsızlar) yöneldi. İlginç olan, çaresizlik bile değersizleştiriliyordu.

Kıyamet Anlatısı ve Umutsuzluk

Kıyamet anlatısı, sonun kaçınılmazlığıyla birleşince mücadeleci tutumu da anlamsızlaştırıyor. İnsanların kıyamete dair farklı baş etme biçimleri var:

İnanç sistemlerinde kıyamet anlatıları zaten mevcut.
Bazı dindarlarda kıyamet coşkusu gözlemleniyor: hocalar, kâfirlerin nasıl cezalandırılacağını anlatırken haz alıyorlar.
Bazı insanlar gelecek kuşaktan vazgeçiyor: “Bu dünyaya çocuk getirmem” kararı…
Bazılarıysa geleceği boş verip “hayatı ve bugünü yaşa” tavrına sarılıyor.

İnsan anlaşılmak ister. Anlaşılmadığında, en ilkel yollarla bile kendini anlatmaya çalışır. Almanya’ya gelen işçiler dil bilmedikleri için markette yumurta almak üzere tavuk gibi gıdaklamış, süt için inek gibi böğürmüşlerdi. İnsan, anlatmanın bir yolunu mutlaka bulur. Ama iklim felaketini anlatmak çok daha zor; çünkü onu anlamama direnci çok güçlü. Hayatımızı, hayallerimizi, geleceğimizi kökten değiştiren böylesi bir mesele karşısında en büyük direncimiz, görmezden gelmek. Oysa insanoğlunun en eski meselelerinden biri geleceğe ilgidir. Dinler, tanrılar, falcılar, medyumlar, enerji uzmanları, astrologlar, bilim insanları… Hepsinden beklediğimiz şey, yarınımızın nasıl olacağını söylemeleri. Fakat iklim felaketi bu beklentiyi altüst ediyor. Bunun nedeni bana göre umutsuzluk. Çünkü umut, gerçeğin kabulünü içerir: ihtimalleri gözden geçirme, tahammül, sabır. Sabır burada pasif bir bekleyiş değil, aktif bir eylemdir. Ama tam da bundan kaçıyoruz; hayal dünyasına sığınıyoruz. Hayal, rahatlatıcıdır ama aynı zamanda yaratıcılığı, çözüm üretimini, eylemliliği de engeller. Kısacası, ölüme hızla gidiyoruz. Titanik batarken güvertede dans etmeye, çılgınca tüketmeye devam ediyoruz.

Bion ve Bilinmezliğe Tahammül

Psikanalist Wilfred Bion’un John Keats’ten esinlenerek geliştirdiği negative capability kavramı burada yol gösterici olabilir. Bion, bilinmezliğe tahammül edebilme olgunluğundan söz eder: yani hemen kaçış açıklamaları üretmeden, yalanlayıcı bilgiler toplamadan önce durumu olduğu gibi kabul etmek. Ne var ki günümüzde bunun yerine çoğu kez “pozitif olalımcı” yaklaşımlar öne çıkıyor. Sağ popülistler, ırkçılar ve komplo teorisyenleri iklim felaketini ya reddediyor ya da küçümseyici bir alayla karşılıyorlar. Esas tavırları şu cümlede özetlenebilir: “Keyfimizi kaçırma.”

Regresyon ve Tepkiler

Psikanalizde regresyon, bireyin ağır kaygı ve kriz anlarında daha erken gelişim evrelerine dönmesi, ilkel savunma biçimlerine sarılmasıdır. Bu yalnızca bireysel düzeyde değil, toplumsal krizlerde de gözlemlenir. İklim krizi bunun güncel ve küresel örneğidir. Uçak türbülansı metaforu bu durumu iyi açıklar: tehlike büyüdükçe yolcular topluca hareket etmek yerine kendi içine kapanır. Kimisi ağlar, kimisi dua eder, kimisi koltuğa sıkıca sarılır. Ego kapasitesi zorlandıkça olgun düşünce ve iş birliği yerini çocukça tepkilere bırakır. Toplumlar da iklim krizinde benzer bir regresyon sergiler: dağınık, benmerkezci, kısa vadeli çözümler. Bu regresyon farklı biçimlerde somutlaşır:

Hazza Kaçış (Oral regresyon)

İklim krizinde: “Madem dünyanın sonu geliyor, bari yiyelim içelim, tatil yapalım.”
Pandemide: “Evdeyiz, bari sürekli yemek yapalım, Netflix izleyelim.”
Ekonomik krizlerde: elde kalan son parayı lükse harcama, “bugünü yaşa” eğilimi.
Kontrol ve Öfke (Anal regresyon)

İklim krizinde: bahçesini sulamak için tonlarca su depolayan yazlıkçılar.
Pandemide: marketlerde tuvalet kâğıdı ve makarna stoklayan insanlar.
Savaşlarda: “Benim toprağım, benim sınırım” diyerek aşırı milliyetçi öfke.
Paranoid/Fobik Tepkiler

İklim krizinde: göçmenleri veya başka ülkeleri suçlamak.
Pandemide: virüsü “Çinliler getirdi” diyerek yabancı düşmanlığı.
Ekonomik krizlerde: “İşimizi göçmenler aldı” söylemi.
Mistik/Kıyametçi Tepkiler

İklim krizinde: felaketleri “ilahî ceza” olarak yorumlayan dini gruplar.
Pandemide: “Tanrı’nın günahkârlara gazabı” açıklamaları.
Savaşlarda: “kutsal savaş” retoriği.
İnkâr ve Alay (Savunma olarak regresyon)

İklim krizinde: “Abartıyorsunuz, öyle bir şey olmaz.”
Pandemide: maske ve aşı karşıtlığı, “gripten farkı yok” söylemleri.
Ekonomik krizlerde: “Kriz yok, hepsi psikolojik.”
Bütün bu örneklerde görülen ortak sonuç, iş birliği kapasitesinin çökmesidir:

İklim krizinde herkes kendi küçük çıkarını gözetir.
Pandemide bireyler temel ihtiyaçlar için kavga eder.
Savaşta devletler çocukça bir inatla “benim olanı vermem” diyerek yıkıcı saldırılar düzenler.
Ekonomik krizlerde toplum kısa vadeli çıkar uğruna uzun vadeli çözümleri reddeder.
Kısacası regresyon, olgun bir dayanışma kurmayı imkânsızlaştırır.

Olgun Tepki: Bilinmezliğe Katlanmak

Bion’un negative capability kavramı, işte bu noktada kritik bir olgunluk ölçütüdür: belirsizliği tolere edebilmek, hemen kolay açıklamalara ya da inkâra sığınmadan krizi kabullenmek. Ancak böyle bir kapasite, kolektif olarak yaratıcı ve sürdürülebilir çözümler üretmenin önünü açar. Fakat regresyon bizi bu olgun tepkiden uzaklaştırır; çünkü belirsizliğe katlanmak yerine çocukça yollarla teselli ararız.

Psikanalist Sally Weintrobe iklim faciası üzerine birkaç makale ve söyleşi yayımladı. 2020’de bir psikoloji dergisine verdiği mülakatın başlığı da şuydu: „Wie kann es sein, dass ihr nicht mitbekommt, was hier passiert?“ — “Burada olup bitenleri nasıl fark etmiyorsunuz?” Yazıda sorulan soru şu: Bu kadar belirgin, artık herkesin sonuçlarını yaşadığı kriz nasıl görmezden gelinebilir? Kültürlerdeki mutluluk konseptlerine dair yazdığım bir yazıda bu meseleyi uzun uzun anlatmıştım. Uzun zamandır insanlar mutluluğu “negatif duygulardan kaçınmak” olarak tanımlıyor. Yani korku, suçluluk, utanma yaratan duygular hemen savuşturuluyor. Bunu yapabilmek için de —başka yazılarımda da değindiğim gibi— eğlenme, tantana, şamata yoluyla dikkat dağıtılıyor. Bebeklerle ve çocuklarla da böyle yapılır: acı çeken çocuğun acısı, dikkatini dağıtarak unutturulur. Biz yetişkinler de olumsuz durumlarda aynı davranışı sergiliyoruz. İklim faciasıyla uğraşmanın getirdiği negatif duygulara tahammül etmek, onlarla uğraşıp çözümler aramak yerine sorunlardan kaçmayı tercih ediyoruz.

Tüketim toplumunda eğlence sürekli sunulan ve tüketilen bir şey. Bir başka mesele de kültürlerdeki paylaşma anlayışının değişmesi. Eskiden insanlar paylaşmayı erdem sayarlardı. Kamusal alanda paylaşmadan bir şeyleri tüketmek ayıp karşılanırdı. Sadece yemek değil; acı da keder de eğlence de paylaşılırdı. Yas süreçleri kolektif yürütülürdü. Eğlencelere tüm mahalle katılırdı. Oysa bireyleşme süreciyle birlikte kederler ve acılar da bireyselleşti. Yani iklim krizinin yarattığı acılar ve kederler artık paylaşılmıyor. Bu tür konuları yazanlar da marjinalleştiriliyor. Weintrobe, günümüzde tantana ve eğlence kültürünün yaygınlaştığını, bunun haberlerin sunuluş biçiminde de görüldüğünü vurguluyor. Felaket haberleri verilirken insanları suçlamamaya özen gösteriliyor. Orman yangınlarında suç, kişiselleştirilerek küçük bir gruba ya da bir kurumun ihmaliyle açıklanıyor. Halbuki iklim krizinde hepimiz suçluyuz. Bir başka mesele de şu: Bu kadar önemli ve ciddi haber, “ah, vah, çok kötü” nidalarının ardından hemen ikinci bir habere geçilerek “hayat devam ediyor” havası yaratıyor. Böylece hayatın aslında bu şekilde devam etmeyeceği gerçeği atlanıyor, inkâr ediliyor. Ardından yangın yerlerinin biraz ötesinde “star” diye anılan tayfanın magazin haberlerine geçiliyor.

Şunu söylemeye çalışıyorum: Hepimiz, farklı derecelerde de olsa, bu ahlaksız sistemin suç ortağı ve işbirlikçisiyiz. Her insanın daha çok ya da daha az dahil olduğu bir suç ortaklığı söz konusu. Her yangından sonra suçlu aramak, çok etkilenmişlikler, coşkulu yardımlaşmalar kuşkusuz çok değerli; ama aynı zamanda ruhsal orgazm biçimleri de… Dünyadaki büyük yangını söndürmeden lokal söndürülen yangınlar çözüm değil. Bu, lokal yangınların önemsiz olduğu anlamına gelmiyor. Ama büyük sorunu çözmezsek her yer yangın yerine dönüşüyor, dönüşecek.

En temel sorunlardan biri, insanın sonsuz kudrete sahip olduğunu sanması. Çocukların fantezileri sonsuz güç ve kudret arzularıyla doludur. İşte bu infantil tutum, insanın bir gün gelip bu sorunu çözeceği illüzyonuna yol açıyor; bu illüzyonist düşünce, sorunun ciddiyetini görmezden gelmemize yarıyor. Bu tutum dinsel söylemlerle de pekiştiriliyor: kader, tanrısal proje… Yani bireyin olanlardan birinci derecede Tanrı’yı sorumlu tutması, Tanrı’nın sonsuz kudreti karşısında insanın küçüklüğü ve çaresizliği anlayışı, çözümü de Tanrı’yla ilişkilendirerek bireyi sorumluluktan kaçmaya yöneltiyor. Bu ise “sanal, yapay, yanlış” bir gerçeklik algısı yaratıyor.

Weintrobe’un başka bir yazısında (2023, „Die Gnade haben, mit gespaltener und traumatisierter Psyche zuzuhören“, 2. Basım) iklim faciasına verilen tepki matem sürecine benzetilir. İnsanlar yakınlarını kaybettiklerinde önce buna inanmazlar. Weintrobe, dünyanın sonunun gelmekte olduğuna inanmayı, henüz ölmeden yasını tuttuğumuz dünya analojisiyle açıklar. Bu kadar ölümcül bir meseleye duyarsızlığı da “dertsiz sapık kültür” (eine perverse Kultur der Sorglosigkeit) olarak adlandırır.

Dissosiyasyonun Güncelliği

Bazı yazılarımda değinmiştim (bunu çok ayrıntılı bir yazı olarak hazırlıyorum): günümüzde dissosiyasyon olmadan hayatımızı sürdürmemiz neredeyse imkânsız. Yani içimizde bir yan, diğerini dışlayarak ve görmezden gelerek yaşıyor. Bu görmezden gelinen yanımız ruhsal yapımızla entegre değil, kopuk. Mesela bir Müslümanın Kuran’a göre yaşam sürdürmesi imkânsız. Sanki bazı ayetler yokmuş gibi yaşıyor. Cariyeler, köleler dinsel bağlamda okunuyor, inanılıyor ama günlük hayatta bu anlatının karşılığı yok ve bu konu edilmiyor. Ben solcuyum; ama bazı fikirlerimi yok sayarak hayatımı sürdürüyorum. Lüks bir tatilde bu yanım çok da öne çıkmıyor. İşte bu dissosiyasyon iklim krizinde de var. İnsanlar gerçeklikten uzak hayali bir dünya yaratıyor ve bu cennette kendilerini sorunsuz ve huzurlu hissediyor. Gerçek dünyaya paralel bu kaçış mekânı, iç dünyamızda bir saklanma alanı sunuyor. Bu fantezide huzur bulanlar, iklim faciasından kaçak yaşıyor. Gerçeği hatırlatanlar ise hain ilan ediliyor. Bu gamsız insanlar, facianın yerine sosyal medyada yapay şeylere kızıyor ve üzülüyor. Sosyal medyada “vatanın bir karış toprağını vermem” efelenmeleriyle erkeklik şovu yapanlar, aslında şunu görmüyorlar: vatan diye bir şey kalmıyor. İklim faciasında bir avuç yer kalacak. Vatanınız çoktan elden gitti: yağmurlarınız gitti, rüzgârlarınız gitti, ırmaklarınız kurudu, ağaçlarınız yok oldu, denizleriniz sadece tuzlu suya dönüştü, gölleriniz kurudu. “Vatanı böldürmem, toprak vermem” diye sürdürülen saçmalık, gerçeklerle çelişiyor. Erozyonla ne kadar toprak kaybettiğinizi bilen birine sorun isterseniz. Yapay vatanseverlik ve ucuz propaganda, sadece ruhsal orgazma hizmet ediyor.

Bazılarımız ise işin kolayına kaçıyor. Yazlıktayız. Emekli teyzeler “doğa günü” ve “doğa yürüyüşü” düzenleyip doğa sevgisinden bahsediyorlar. Her sene çöp toplayarak doğayı temizliyorlar. Kuşkusuz bu çabalar önemli ve bu insanlar için birçok psikolojik işlevi var. Ama aynı zamanda oportünistçe; çünkü minimal ve sınırlı çabalarla sorunun çözüleceğine inanmak gibi bir naiflik içeriyor.

Çocukların Merhameti

Bir gün önümde bir aile yürüyordu. Sokaktaki dilenci deneyimli olmalı; çocukla göz göze gelerek derdini dile getirdi. Çocuk o tepkiyi gösterdi: “Yazııık…” İşte bu ses ve söyleniş, annenin ve babanın merhamet duygusunu uyandırdı. Normalde kör, sağır ve dilsiz gibi davranarak yollarına devam edecek olan aile, çocuğun merhametiyle birlikte durdu. Çocuğun acıma duygusu, anne babanın sağır gönlünün kapısını aralayabiliyordu. Ama bu merhamet ve korku bazı bağlamlarda mümkün olmuyor. Merhamet de dissosiyasyona tabi.

Berlin’de Cuma günleri çocuklar ve ergenliğe adım atanlar defalarca haykırdılar: “Dünyamızı yok ediyorsunuz! Bize yaşanabilir bir dünya bırakın!” Greta Thunberg adlı bir çocuk bu protestoları başlattı. Çocuklar “korkuyoruz” diye bağırdıklarında anne babalar normalde yanlarına koşar, onları teselli eder ya da korkutan şeyi yok eder. Çocuklar şimdi de “korkuyoruz” diye haykırıyor. Çocuklar, dünyalarına ve geleceklerine merhamet edilmesini istiyorlar. Ama biz anne babalar, yıllardır bu sesi duymamak için elimizden geleni yapıyoruz. Görmezden geldiğimiz dilenciler artık çocuklarımız oldu. Ve bizim çocuklarımıza bile merhametimiz kalmadı.

Psikolojik Apartheid

Weintrobe, apartheid döneminde sosyalleşmiş beyaz bir Güney Afrikalı. Bu dönemde edindiği sosyalleşmenin, ruhsal bir apartheid’a dönüştüğünü yazıyor. Bu bölümü önemsiyorum; çünkü yazdıkları bizim ruh halleri ve sosyalleşmelerimizle benzerlik gösteriyor. Apartheid garip bir gerçeklik yaratıyordu: Beyaz anneler çocuklarına “beyaz ahlakı” öğretirken, aynı çocukları siyah kadın hizmetçilere teslim ediyorlardı. Ruhsal bir karmaşa: İnsanın en sevdiği varlığı, en sevmediği kişiye teslim etmesi… Siyah kadınlar akşamları kendi çocuklarıyla geçirdikleri zamanı çok sınırlı bulabiliyorlardı. Teknik olarak annelik yapıyorlar; yani yemek, temizlik gibi ihtiyaçları karşılıyorlardı ama çocuklarıyla kaliteli duygusal zaman geçiremiyorlardı. Buna karşılık gün boyu beyaz çocukları kucaklarında taşıyor, onlarla parka gidiyor, oyunlar oynuyorlardı. İşte psikolojik apartheid tam da bu: kötü, değersiz, cahil, ilkel olarak imlenen siyah kadınla bu kadar yoğun ilişki kuran beyaz çocuğun, dissosiyasyon olmadan bu durumla baş edemeyeceği gerçeği.

Bir yandan siyahların haklarını gasp etmeyi, onlarla eşitsizliği doğal bir hak sayıyor; diğer yandan en yakın olunan, canını teslim ettiği kişiler yine onlar. Bu yazdıklarımı siz Türk/Kürt ya da Sünni/Alevi ilişkisine tercüme edin. Psikolojik apartheid, insandışılaştırma ve ahlaksız bir dissosiyasyon olmadan mümkün değil. Ruh sömürgeleştirilmesinden kurtarılmadan, insanın kendisiyle sürekli çatışmadan —yani insanın kendiyle uğraşmadan— bu dertten kurtuluş da mümkün değil.

Irkçılıkla ilgili yazılarımda bu duruma dikkat çekmiştim: İnsan ırkçılık konusunda başkasına değil kendine yöneldiğinde, kendi içindeki ırkçılığı deşifre edebiliyor. İçimizdeki Türk/Kürt duvarlarını kaldırmadan iki taraf arasında diyalog da mümkün değil. Benim Kürtlerle reel ilişkilerim var; ayrıca içimde oluşturduğum bir Kürt sureti de var. Psikolojik apartheid’da içeride de bir duvar oluşuyor. Yani Kürtlerle yaptığım reel deneyimler, içimdeki o sureti değiştirmiyor. Gün boyu zaman geçirdiği, yemeğini pişiren ve ona Kürtçe türküler söyleyen kadın, iç dünyada akşam eve gelen anne baba tarafından yasaklanabiliyor. Yabancı ve öteki kalıyor.

Psikanalist Donna M. Orange (2023, „Klimagerechtigkeit und Psychotherapie“) yazısında, iklim krizine dair duyarsızlığın kolonyal bir tutumla bağlantılı olduğunu söyler. Sömürgeci bir geleneğin yarattığı narsistik ve ırkçı ruh halinin bu duyarsızlıkta önemli rol oynadığını anlatır. Bu tutum, dünyayı ve dünya nimetlerini talan etmeye alışkın bir ruh halini içerir. Dünyanın sonuna kadar kirletilmesi, sömürülmesi ve talan edilmesinin suçluluk ya da mahcubiyet yaratmaması da bu sömürgeci ruh haliyle ilişkilidir. Orange, Batı dünyasını ikiyüzlülük ve samimiyetsizlikle suçlar. Ona göre vicdan, insanı ya korkak ya da cesur yapar.

Zor meseleler… Travma çalışanlar bilir: Yaraya bakmadan yara iyileşmez. Yaralara bakmak gerekir. Travmada en önemli olan güvendir: dostlara, arkadaşlara, kurumlara, devlete, dünyaya… İklim krizinde işte bu güven çok kaypak bir zemin üzerinde durmaktadır.

Devam edecek…