Normalleş, yumuşa, birlik ol!: E tamam!
Cengiz ÇİÇEK
AKP-MHP iktidarı 31 Mart seçimlerinde ciddi bir darbe aldı. Seçimler sonrası iktidar mahfillerinden yükselen “yumuşama, normalleşme” söylemlerinin, tek başına AKP-MHP blokunu ayakta tutmak için geliştirilmediği her geçen gün daha da netleşiyor. Elbette mevcut iktidarın bir beka sorunu var ve bu aşamaya gelmesinde Kürt mücadelesine dayattığı Çöktürme konseptinin boşa çıkmasının büyük payı var. Rejimin içine düştüğü bu durumdan ulus devlet sisteminin kendisi azade değil. AKP şahsında şekillenen parti-devlet karakteri, doğası gereği sadece partiyi değil devleti de toplumsal, siyasal, ekonomik açıdan ciddi krizlerle baş başa bıraktı.
Doğu Avrupa ve Ortadoğu’da merkezileşen hegemonya ve paylaşım savaşları ortamında, her ulus devlet gibi Türkiye de kendisini ayakta tutmanın yollarını arıyor. Normalleşme ve yumuşamayla başlayan şimdilerde yeni anayasa ve tokalaşmayla muhataplarını genişletmeyi amaçlayan süreç, belli ki Üçüncü Dünya Savaşı koşullarından, devletçi birlik politikasıyla hasar görmeden çıkmayı hedefliyor. Bu birliğe gelmeyenlerin kapsamlı bir şekilde hedef alınacağını ve toplumsal muhalefeti daha kritik günlerin beklediğini söylemek de zor olmasa gerek. Bu yönüyle süreci sadece iktidarın kendisini ayakta tutma manevraları olarak okumak -ki bu da söz konusu- karşı karşıya olduğumuz meseleyi daraltan bir okuma olur.
TERCİH ETTİKLERİ SAVAŞ YÖNTEMLERİ YENİ BİR DÖNEME İŞARET EDİYOR
Verili durumda benzeri tıkanmayı ve tedirginliği, kapitalist-emperyalist güçler ve bölge ulus devletleri bir bütün olarak yaşıyor. İdeolojik-politik okumalarımızdan ve duruşumuzdan bağımsız olarak toplumsal mücadele güçlerinin dikkatini çekmesi gereken gelişmeler de var bu süreçte. Özellikle İsrail’in Filistin ve son olarak Lübnan’daki askeri pratikleri, devletlerin, devlet dışı aktörlerle mücadelede aleni bir şekilde uluslararası hukuku da yok sayarak suç işlemekten imtina etmeyecekleri yeni bir sürece işaret ediyor. Özellikle Kürt sorunu gibi uluslararasılaşan sorunlar karşısında uluslararası sözleşmelerin, hukuk düzeninin içinde bulunduğu tutarsızlık ve iki yüzlülük; devletlerin Rojava’da, Güney Kürdistan’da, Filistin ve Lübnan’da tercih ettikleri savaş yöntemleri ve kullandıkları silahlar hem devletli uygarlık güçleri açısından hem de ezilen halkların özgürlük mücadelesi açısından yeni bir döneme de işaret ediyor. İnsanlığın gözü önünde seyreden katliamlar, soykırımlar ve savaş suçu sayılacak askeri pratikler kapitalist-emperyalist sistemin kendi krizinden çıkış arayışını, yine ezilenlere dayattığı savaşta, katliamda, soykırımda buluyor.
KRİZ ORTAMINDA KÜRT ÖZGÜRLÜK HAREKETİ VE ÇÖZÜM SÜRECİ DİNAMİKLERİ
Türkiye de bu kriz ve savaş ortamına en dezavantajlı giren devletlerden birisi oluyor. İçerde yaşadığı siyasi ve ekonomik krizin boyutları, dışarda Kürt Özgürlük Hareketini tasfiye konseptinde yaşadığı hüsran, Üçüncü Dünya Savaşı koşullarında yeni hesaplar yapmasını da zorunlu kılıyor. Bu hesap güncel tartışmalara atfen “yeni bir çözüm süreci” midir? Tartışma konumuz ve gündemimiz bu değil elbette. Son çözüm süreçlerinin de gösterdiği üzere mevcut iktidarın zihin dünyasına, pratiklerine ve söylemlerine bakıldığında Kürt halkını statüsüz bırakmak ve Kürt Özgürlük Hareketini tasfiye etmek konusunda şüpheye mahal bırakmayacak şekilde kararlı oldukları bir gerçek. Kürt halkı ve Kürt Özgürlük Hareketi barış ve çözüm meselesini stratejik önemde gördüğünden, tasfiye girişimlerine rağmen son iki çözüm sürecini toplumsal ve politik olarak derinleştirmeye çalıştı.
KÜRT SORUNUNUN ÇÖZÜMÜ, DEMOKRATİK CUMHURİYET VE BARIŞ MÜCADELESİNİN ÖNCELİKLERİ
Kürt halk gerçeğini ve onun kolektif haklarını yok sayan bir sisteme karşı mücadele önceliklerinden birisi elbette Sayın Öcalan’ın deyimiyle “Kürtleri hukuk kapısından içeri sokmak” olacaktır. Kürt halkı ve örgütlü mücadelesi açısından yasal ve anayasal düzlemde varlığının tanınması gerek şarttır ve bu konuda muhatap elbette devlet ve onu temsil eden politika kurumudur. Kürtlerin bu konuda kafası oldukça nettir. Bugüne kadar net olmayan devletin ve iktidarların kendisidir. Nasıl ki Kürt halkı sisteme karşı mücadele yürütürken sorunun çözümünde de sistemin muhataplığı konusunda netse aynı netliği karşıdan da beklemektedir. Kürt sorununun çözümünde Kürt siyasetinin ve Sayın Öcalan’ın muhataplığı nettir; bu, iktidarın yaptığı gibi yok sayarak, kriminalize ederek kaçılacak bir olgu değildir. Bu gerçekten kaçılırsa deneyimlerin de gösterdiği üzere çözüm ıskalanır ve çözüm adına yapılanlar da özünde yeni bir tasfiye süreci olur. Dolayısıyla birlik emri vaki devletçi birlik değil, ortak vatanda gönüllü birliktir; cumhuriyetin demokratikleşmesinde sağlanacak olan birliktir, Demokratik Cumhuriyet birliğidir. O nedenle bundan sonraki süreçte de toplumsal muhalefetin öncelikli görevi, iktidarın ve devletçi partilerin Kürt meselesinde inkâr ve imha temelindeki yaklaşımlarına geçit vermemek, son çözüm süreçlerinde olduğu gibi Türkiye ve Kürdistan halklarının toplumsal barış özlemini suistimal edecek komplocu-darbeci yaklaşımları boşa çıkarmak olmalıdır.
Bizler açısından özellikle Türkiyeli mücadele güçlerinin en doğru politik konumlanışı budur. Son yıllarda her türden özel savaş saldırılarına karşı gözümüz gibi üzerine titrediğimiz ittifak politikalarımızın da bir gereğidir bu konumlanış. HDK, DEM Parti ve şimdilerde yeni bir arayışta olan Emek ve Özgürlük İttifakı ve Türkiyeli mücadele güçlerinin önceliği, şimdiden Türkiye’de barışın toplumsallaşmasının mücadelesini yükseltmektir. Bu, sevgili Hayrettin Belli’nin değimiyle “Barışın Türkçesini” yaratmaktır. Batı yakasında Barışın Türkçesinin mücadelesini yürütmek ve öncelemek, anti emperyalist-anti kapitalist bir mücadele olduğu kadar ulusalcı ve siyasal İslamcı egemen iki Türkçü siyasetten Türkiye toplumunun kurtarılması demektir.
BİRLEŞİK MÜCADELE, DEMOKRATİK ÇÖZÜM VE ÖCALAN’A ÖZGÜRLÜK
Buradan hareketle, içinden geçilen tarihsel süreçte ezilenler lehine kazanımlar elde etmek, en az Kürdistan’daki kadar Türkiye sahasındaki çalışmalara yüklenmekle mümkündür. Bu sadece HDK-DEM Parti programımızın bir gereği değildir; mevcut güncel tablo, bu bakış açısını ve hareket tarzını zorunlu kılmaktadır. Türkiye toplumu ulus devletçi milliyetçiliğin ve onun partilerinin akıttıkları zehirden kurtarılmadığı sürece Kürt sorununun demokratik çözümünün ve Türkiye demokrasi mücadelesinin de başarı şansı yoktur. An itibariyle birleşik mücadelemizin en zayıf halkası halen Türkiye sahasıdır. Kürdistan Demokratik Devrimi, belirli bir kuşatma altına alınmış olsa da yürüttüğü mücadele ve Halklar Önderi Öcalan’ın Demokratik Modernite kuramı, bölge ve dünya halklarınca daha fazla sahiplenilmektedir. Bu gelişmeyi en çok da İmralı İşkence ve mutlak tecrit sistemine karşı başlatılan uluslararası “Abdullah Öcalan’a Özgürlük, Kürt Sorununa Çözüm” hamlesinin gelişiminde görüyoruz.
Son olarak Amed’de Özgürlük Mitinginin yasaklanmasına rağmen Türkiye ve Kürdistan’dan on binlerce insanın yollara, sokaklara dökülerek Sayın Öcalan’ın fiziki özgürlüğünü haykırması, 26 yıllık tecrit politikalarına rağmen Kürt halkının duygu ve bilinç dünyasında müstesna bir yere sahip olduğunu tekrardan tüm netliğiyle ifade etmesi, İmralı işkence sistemini geliştiren iktidarı adeta teşhir etmiştir. Halklar Önderinin Kürt halkı nezdindeki karşılığını bir kez daha görenler paniklerken, bu paniğin en net ifadesi, Erdoğan’ın son açıklamalarından birisinde “herkes aklını başına almalı” cümlesinde saklıdır. Oysa aklı başında olan, ödediği bin bir bedele rağmen toplumsal barıştan ve Demokratik Cumhuriyet mücadelesinden milim taviz vermeyen Kürt halkı ve Kürt Özgürlük Hareketidir; aklını başına alması ve bu çıkmaz yoldan dönmesi gerekenler de kendi siyasi ve ekonomik rantı için ülkeyi ateşe atan iktidar ve ortaklarıdır.
KÜRDİSTAN ÖZGÜRLÜK MÜCADELESİ SINIRLARINI AŞMAKTADIR
Tüm bu gelişmelerden hareketle, Türkiye her geçen gün daha fazla yalnızlaşırken Kürdistan Özgürlük mücadelesi, halklar nezdindeki ittifakları ve dostluklarıyla sınırlarını aşmaktadır. Türk egemen sınıflarının da en büyük korkusu budur ve Türkiye sahasında yaşayanların başını kaldırmasına ne pahasına olursa olsun müsaade etmek istemeyeceklerdir. Kürt hareketinin Kürdistan’a hapsedilmek istenmesinin en büyük nedeni de bu korkudur. Kendisi, Kürdistan devrim sahasına savaş, ilhak, insansızlaştırma politikalarını ihraç ederken Kürdistan devriminin başta Türkiye sahası olmak üzere başka coğrafyalara yayılmasını engellemeyi en stratejik görevi olarak görmektedir. O halde işimiz daha fazla Türkiye bölgelerinde demokratik, devrimci mücadelenin emekçisi olmak ve bunun örgütsel sistemini yaratmak ve bunda en az Türk devlet aklı kadar stratejik olarak ısrar etmektir. Yani Kürdistan ve Türkiye açısından günümüzün en büyük öz savunması, Türkiye sahasında toplumsal mücadelenin güncel programını oluşturmak ve bu program etrafında politik hedeflerini netleştirmek ve bunun pratik emekçisi olmaktır. Daha somut ifadeyle stratejik olarak Türkiye’de insanları örgütleyen ve harekete geçirecek olan bir yaklaşıma ve pratiğe ihtiyacımız var.
Barış talebinin toplumsallaşmasını esas alarak toplumun öz gücüne dayanarak barışı inşa etmemiz gerekiyor. Aynı kaygılar ve saiklerden hareketle, Kürt Siyasetinin de bu gerçeği ve ihtiyacı gören bir yerden Türkiye sahasına yönelik politika geliştirmesi ve örgütsel sistemini buna göre yeniden ele alması, düzenlemesi, kritik önemdedir. Karşı karşıya olduğumuz tehlikeler ve önümüzdeki olanaklar, bizlerin yeterli düzeyde politik, toplumsal ve ideolojik bir hazırlık yapmamızı gerekli kılıyor. Dönem bu yönüyle olası her türlü yönelim ve saldırı karşısında özgürlük alanlarımızı koruyacak ve geliştirecek fiili, meşru mücadeleyi ve onun hareket tarzını hayata geçirme dönemidir.
'ÜÇÜNCÜ YOL MÜCADELESİNİ AÇIĞA ÇIKARMAYA İHTİYAÇ VAR'
Özellikle AKP-MHP iktidarının “yumuşama siyasetine” angaje olan yeni CHP liderliğinin, iktidarın despotik yönetim tarzına öfkesini bilemiş milyonların mücadelesini soğurması karşısında Türkiye’deki yurttaşların demokratik iradesine adres olacak bir politikayı geliştirmek, artık kaçınılmaz bir görev olarak önümüzde duruyor. DEM Parti seçmenlerinin ve Türkiyeli demokratların verdiği oylarla yerel yönetimlerde elde ettiği başarıyı ve olanakları, özellikle DEM Parti seçmenlerini CHP’ye örgütlemenin zemini haline getirmeye çalışılmasına karşı, Türkiye’de gerçek anlamda bir Üçüncü Yol mücadelesini açığa çıkarmaya ihtiyaç var. Üçüncü Yol mücadelesinin bir yönü AKP-MHP iktidar zihniyetinin devrilmesidir, diğer yönü ise başta Kürt halkı ve Alevi toplumu olmak üzere demokratları, özgürlükçüleri kendi zeminine örgütlemeye çalışan CHP’ye karşı bir ideolojik-politik mücadeledir. Seçimlerdeki taktiksel adımlar ve seçmenlerin stratejik bir akılla iktidar karşısındaki en güçlü adayların pusulasında buluşmasıyla Üçüncü Yol mücadelesini kendisine angaje etmek isteyenlere karşı ideolojik-politik mücadele yürütülmesi, birbiriyle çelişen şeyler değildir. Bilakis birisi olmadan diğerinin anlamı ve gereği de yoktur. Son yerel seçimlerde CHP’ye oy veren milyonlar, Türkiye’nin demokratikleşmesine oy vermiştir.
AKP-MHP blokunu ikinci parti konumuna düşüren Kürdistan ve Türkiye halklarının demokratik iradesidir. O halde CHP, başta yeni anayasa tartışmaları olmak üzere Cumhuriyetin nasıl demokratikleşeceğine, bunun önündeki en büyük sorun olan Kürt meselesinin nasıl çözüleceğine dair sözü ve programı olmalıdır. Asgari bir demokrasi programını bile açıklamaktan imtina eden CHP yönetimi, bu haliyle AKP-MHP iktidarına nefes aldırmaktadır. Oysa dönem, bu iktidara nefes aldırma dönemi değil; emekçilerin, kadınların, gençlerin, Kürtlerin, Alevilerin, doğanın, hayvanların nefesini kesmek isteyen iktidara nefes aldırmama dönemidir. Sonuçta AKP-MHP iktidarının en küçük bir fırsatı, kendi lehine, toplum aleyhine çevireceğinin deneyimine fazlasıyla sahibiz. Filistin halkının dramını iç siyaset malzemesi yapan, “bölgedeki ateş bize yaklaşıyor” diyerek yeni bir “Yenikapı ruhunu” hortlatmaya çalışan, Orta Vadeli Programla sermaye düzenini sürdürmeyi planlayan, Kürt halkının kültürel ve siyasal değerlerine katıksız düşmanlık yapan bu iktidar karşısında Türkiye ve Kürdistan halkları, ezilenleri olarak aynı gemideyiz. Onca fırtınaya rağmen bu gemi yoluna devam ediyor. Belki o limana yanaşamadı daha, ancak iktidarın gemisinde büyük gedikler açtı ve şimdi onların gemisi su alıyor. Yeni Yaşam’ın yolcuları olarak bizler de batmaya yüz tutmuş bir çete gemisini arkamızda bırakıyor, tüm zorlukları aşacağımızın inancıyla limana yol alıyoruz…
HDK EŞ SÖZCÜSÜ CENGİZ ÇİÇEK