Jamal isyandır, düzene başkaldırıdır. Cemal çağımızın İnce Memed’idir

Roman aşkı, dostluğu, aileyi, dayanışmayı, özgürlüğü, ahlakı, ekonomik düzeni yani topyekûn tüm yaşamı sorgulayan ve bunu sokaktaki yaşamı merkezine alarak sıra dışı yolla yapan radikal bir sistem eleştirisi olduğu kadar, bunu güçlü bir felsefi altyapıya da dayandırmaktadır.

Jamal isyandır, düzene başkaldırıdır. Cemal çağımızın İnce Memed’idir

Birten DEMİRTAŞ ÖZBEK

Selahattin Demirtaş, Dad isimli öykü kitabının teşekkür kısmında, “Yazmak benim için bir direnişe dönüştü artık. Yazmasam hayatta olduğuma kendimi ikna edemeyeceğim sanki. Yazabildiğim sürece varım, varsam yazmalıyım” demişti. Jamal da cezaevindeki sekizinci kitabı ve sekiz yıldır kendini yazarak var ediyor. Demirtaş edebiyat alanındaki yetkinliğinin yanında birçok sanat dalında da üretimi olan bir sanatçı. Nitekim, Jamal’ın kapak resmini de kendisi çizmiş. Kitabın ithafını kayıplarımıza adayarak, hatıralarını yaşatması benim açımdan ayrıca çok önemli. Benim için doğrusu sürpriz oldu. Diğer kayıplarımız ile birlikte oğlum Fırat’ın ismini de görmek beni haliyle çok duygulandırdı. Özellikle de romanın kahramanı Jamal’ın anlatıda sıkça hayvanlar ile ilgili ansiklopedik bilgilerden yararlanması ve bu bilgilerin Fırat’ın da ilgi alanını oluşturup, birçoğunu bizimle paylaşması tesadüflerin en güzeli olsa gerek.

Demirtaş’ın, “Kader” isimli öyküsünde, öykünün kahramanının kendini, “bir kayayı yuvarlaya yuvarlaya tepeye çıkarmak zorunda kalan ama her seferinde kayanın elinden kurtulmasıyla tekrar başa dönen yeraltı ülkesinin cezalı kahramanı ve hilebazların piri Sisyphos’a benzetmesi” gibi ben de, Demirtaş’ın barış ve demokrasi mücadelesi verirken yaşadıklarını ona benzetiyorum ve umarın bu kısır döngü en kısa zamanda son bulur. İçimde hissettiğim buruklukla okuduğum ve benim için çok özel bir yeri olan “Kader” öyküsünden sonra Jamal ile sekiz yıldır kaldığı cezaevinden tavanı gökyüzü olan sokağı ve buradaki yaşamı anlatan Demirtaş’ın bu ironisi de bir o kadar içimi burktu. Romanın bu yönü beni çok etkiledi. Belki de tutsak değilken bu romanı yazsaydı, bu kadar yüreğime dokunmayacaktı.

Demirtaş, Jamal’da yetkin bir biçimde olay örgüsünü oluşturmuş ve anlatı sürprizler içeren olaylar zinciriyle ilerliyor. Romanı sürükleyici kılan sadece olay örgüsü değil, bunda romanın dili ve anlatımının da etkisi var. Roman Cemal’in anlatıcılığında aktarılıyor. Cemal karakterinin mürekkep yalamış, solculuğa bulaşmış şekilde kurgulanması; yazarın esprili, samimi, sürükleyici, zekice yapılmış kelime oyunlarıyla ve kıvrak anlatım diliyle birleşince, ironinin hakkını en iyi şekilde verebilen bir edebi dil ortaya çıkmış. Yazar dilin akıcılığı, karakterlerin canlılığıyla romanın evrenini, atmosferini zihinsel dünyamıza geçirebildiği, karakterlerin duygu-düşünce dünyalarına girip ne hissettiklerini duyumsatabildiği için okurken Beyoğlu sokaklarında onlarla birlikte yürüyormuş hissini yaşatıyor. Beyoğlu’nu anlatırken adeta elimizden tutup, sokaklarda gezdiriyor ve biz o sokakları beş duyumuzla algılıyoruz. Sekiz yılı aşkın süredir cezaevinde olan birinin bunu başarabilmesi, Beyoğlu’nu ve sokaklarındaki insanları bu şekilde şiirsel bir dille tasvir etmesi, kuşkusuz yazarın edebi başarısıdır.

“Cadde boyunca adeta yılan gibi tek kütle halinde hareket eden kalabalığa piksel piksel baktığınızda Homo Sapiens türünün çeşitliliği sizi hayrete düşürür. Uzun, beyaz entarileriyle Arap erkekler ve onları bir adım geriden takip eden siyah çarşaflı kadınlar, Evliya Çelebi sakallarıyla Afganlar, Nietzsche bıyıklı üniversiteliler, doldurulmuş memeler, japonbalığı dudaklar, nasırlı eller, yorgun ayaklar, yılların kederiyle Finlandiya kıyılarına dönmüş yüz çizgileri, Karadeniz fındığı burunlar, takma kirpikler, Afrika’nın kara bahtına inat bembeyaz dişler, kel kabak kelleler, permalar, postişler, ekilmiş ama henüz biçilmemiş saçlar, Suriye dövmeli alınlar, İran sürmesi çekilmiş gözler, lensli gözler, yorgun gözler sevdiğini özler…” Jamal sokakta yaşayanların hikâyesi olmakla birlikte satır aralarında ve neyi anlattığını, nasıl anlattığını içine yedirip, ustalıkla örülen diyaloglarla mülkiyetin boyutlarına indirgenen bir dünyaya da sıkı bir eleştiri aynı zamanda. Demirtaş yazar kimliğiyle nitelikli edebi eserler üretmekle sınırlı kalmıyor, eserlerinde düşüncelerinin, felsefesinin de ipuçlarını veriyor. Dad kitabında yer alan “Çöplük” öyküsünün kahramanı şu sözlerle sistem eleştirisi yapmıştı:

“….Bazen çöp tepeciklerinden birinin üzerine dikilip etrafındaki atık yığınlarına bakıyorum. Bunca şeyi ne ara tükettiniz, niye tükettiniz diye hayretler içinde kalıyorum. Daha önemlisi, bunca şeyi niye ürettiniz? Daha daha önemlisi, bunca şeyi üretip tüketebilmek için kölesi olduğunuz sistemi ne diye yarattınız? Sümerlerden daha mı mutlusunuz? İnkalardan daha mı huzurlu veya İndus Vadisinin esmer kabilelerinden daha mı güvendesiniz? Kendinize ne ettiniz böyle Allah billah aşkına? Oturaydınız oturduğunuz yerde. Bu nasıl israf, nasıl bir hoyratlıktır? Yedi milyar insan sadece bir haftalığına abartılı tüketmeyi bıraksanız kapitalizm çöker.” (s. 7 )

Jamal da ise Cemal karakteri, “…kamyonlarla et, tavuk, balık yığılır mekânların mutfaklarına, yine de bitmez insanın ete olan açlığı” (s.17), “İkimiz de sokak canlısıyız, sokakta kimse birbirinin sahibi değildir, herkes özgürdür. Senin o dediğin milliyetçiliktir ve bu, kapitalizmin yutturduğu bir barbarlıktır.” ( s. 9 ) sözleriyle sistem eleştirisine, tüketim toplumuna itirazına devam ediyor.

Cemal’in göçmenler ve mülteciler ile ilgili siyasi saptamaları ve soruna ilişkin çözüm yöntemleri de oldukça keskindir.

“Normalde sokak insanları mecburiyetten de olsa kendi aralarında dayanışmacıdır, kollarlar birbirlerini. Sokakta yaşayan Kürdü, Türkü, Arabı, mezhebi, meşrebi önemli değildir bizim sınırsız, tel örgüsüz dünyamızda. Yoksulluk ve dibe vurmuşluk her sokak insanını sıfırda eşitler. Fakat son zamanlarda sığınmacı düşmanlığı, ırkçılık, göttoşluk falan, sokakta yaşayanlara bile bulaştı. Afrika’dan, Orta Doğu’dan kaçmak zorunda kalmış sığınmacılar sokakta yaşamaya başlayınca “yerlilerce” dövülüyor, kovuluyor. Ulan dik kafalı, senin devletin seni sokağa sıçmış, üstüne sifonu çekmiş, sen halen milliyetçilik, ırkçılık yapıyorsun! Böyle bir tane vardı, adı Tufan, İstiklal Marşını Mazhar Fuat Özkan’ın yazdığından adı gibi emindi. Bir yerlerden üç hilalli yüzük bulmuş onu takıp sığınmacı kovalıyordu. Bir gün henüz hayattayken Halil Abiyle bunu tenha bir köşede kıstırıp komünist yapana kadar dövdük, gidiş o gidiş, bir daha görünmedi.” ( s. 15)

Demirtaş, Jamal’da altını kalın kalın çizmese de siyasi, sınıfsal konulara değinmesinin yanı sıra merkezinde –daha önceki iki romanında olduğu gibi, farklı kurgularla olsa da- özgür iradenin ortadan kaldırılması meselesini tartışıyor.

Leylan kitabında fantastik bir kurgu ile iki insan beyninin, bilincinin birbirine ne kadar yakın olabileceği sorusu üzerinden tartışmıştı. Leylan’da Dr. Sema, Bedirhan’la çoklu bilinç ortamında buluştuğunda:

“İnsanlar birbirinin yaşamına anlam katabilir ama ne anlamın tekelini elinde tutabilirler ne de başkasının adına ve onun yerine bir anlam inşa edebilirler. Her bünye kendinde yaratabilir ancak kendi anlamını.” ( s. 277 ) diyerek özgür iradeye vurgu yapmıştı.

Efsun romanın da ise yine merkezine bu meseleyi almıştı. Bir insan, bir başkasının iyiliğini istese bile, hayallerini şekillendirmek hakkına sahip midir? Bir başkasının hayatına köklü bir müdahale mümkün müdür, mümkünse etik midir? Aşk bir başkasının hayatında dışarıdan müdahaleyle imal edilebilir mi soruları tartışılmıştı.

“Benim için önemli olan şey o aşka avuçlarımın arasından kayıp giden o sarsıcı mucizeye yeniden can vermekti, tıpkı Tanrı gibi. Önemli olan aşkın bizatihi kendisiydi, hangi bedende yaşandığı değil. Kaldı ki, bu muhteşem proje için, bu kutsal dava için en uygun iki bedene de sahiptim artık.” ( s. 119 )

Jamal’da da, kendini kurtarıcı olarak düşünerek başkasının hayatına müdahale eden kişinin öbürünün özgürlüğünü ihlal ettiğini görmezden gelmesinin sonuçlarını görüyoruz. Tanrı rolüne soyunan bazen aileden biri olabildiği gibi bazen de siyasi bir aktör olabiliyor. Sosyal psikoloji araştırmaları günümüzde reklamcılık sektöründe, siyasette kullanılmakta ve algı yönetimi ile kişiler ve toplumlar manipüle edilerek yönetilebilmektedir. Modern toplum Foucault’nun ifade ettiği gibi denetlemeyi her türlü araçla yapmakta ve siyasi mühendislikle sistem aile, okul, kültür, medya aracığıyla bireyin özgürlük alanını daraltmaktadır. Birey özgür olduğu yanılsamasıyla seçim yaptığını zannederken, çoğunlukla seçiminin manipüle edildiğinin bile farkında değildir. The Truman Show filminde, inşa edilmiş bir gerçeklikte yaşadığını keşfeden film kahramanı gibi trajiktir aslında Cemal’in hikâyesi de. Romanda Tanrı rolüne bürünüp birine hayat tasarlamanın işe yaramayacağı anlatılırken, kişinin olmazı oldurmaya çalışmasının beyhudeliğini de en etkili cümleyle romanın müthiş karakterlerinden ‘sokak milletinin tek erkek olmayan karakteri’ Huri Abla, nokta atışı ile özetliyor: “Paymak ayası terliği don niyetine giysen tanga olmas, bunu da unutma!”

Cemal’in sokakta yaşamayı neden seçtiği konusundaki açıklaması ilk anda çok ikna edici gelmese de, Cemal’i psikolojik açıdan ele alınca, romanın olay örgüsünde yaşadıkları da gerçeklik düzleminde yerine oturuyor. Cemal duygularını uçlarda yaşayan bir karakter olduğundan yer yer duygu durum bozukluğu olduğunu düşündürtse de, onun için iç dünyasındaki huzursuzluktan kurtulmak, sokağın kişiyi zorlayan fiziki ve bedeni zorluklarına katlanmaktan daha önemlidir. Cemal’i düzenin oluşturduğu “normal” insan üzerinden düşününce, kararlarını anlayabilmek haliyle okuyucuyu zorlasa da; roman tam da bu nokta da, okuyucuyu düzenin “normal” inden uzaklaşmaya davet etmektedir. Çünkü Cemal düzenin şekil verdiği “normal” in dışında bir karakterdir. Bu nedenle de mevcut düzenin paradigması ile onun kararlarını anlamak haliyle zorlayıcı olacaktır. Yani bu yönüyle okuyucuyu aslında düzeni sorgulamaya, sistemin öğretilmiş kabullerini yıkmaya kışkırtmaktadır.

Romanda özgürlük ve kendin gibi olma sorunsalı ön plana çıkmakta ve hatta aşk da özgürlük kavramı ile birlikte tartışılmaktadır.

“İnsan sokakta hem özgür hem de âşık olabilir mi, abilerin abisi? Aşkla özgürlük arasında ters orantı mı var, doğru orantı mı? Özgürlük vazgeçebilmekse, aşk sahip olmak mıdır? Aşkın kimyası farklı Halil Abi, denkleme girdiği anda hayatın bütün formlarını ve formüllerini alt üst edebiliyor galiba. Aşıkken beynimizin salgıladığı kimyasallar tüm düşünme biçimlerimizi, alışkanlıklarımızı, değerlerimizi ve kararlarımızı etkiliyor, değişime uğratıyor, anlamsız hale getiriyor belki. Geriye anlamı olan tek şeyi bırakıyor; kendini, yani aşkı. Bak, bunları da yeni yeni anlıyorum, eski aşklarım aşk değilmiş meğerse hevesmiş belki tutku, belki arzu biraz gurur ya da heyecan; aşk değil ama. Aşk bunların hepsi ve daha fazlası Halil’im. Sahi sen hiç âşık oldun mu? Olma Abim, olma, tavsiye etmem.” ( 79-80 )

Roman aynı zamanda Cemal’in kendini tanımasının, sokakta yaşamaya başladıktan sonraki dönüşümünün, başına gelenlerle birlikte aşkı ve özgürlüğü kavrayışındaki değişimlerin izini sürmek olarak da okunabilir. Çünkü aşk ve özgürlük konusundaki kafa karışıklığı da yaşadıkları ile birlikte değişip, netleşiyor.

“Belki de aşk vazgeçebilmek, özgürlük sıkı sıkıya sarılmaktır, ilkelere, değerlere, anılara ve geleceğe… Aşk ve özgürlük başka türlü nasıl bir arada olabilir ki? Biri seni dibe çekerken diğeri yukarı mı iter? Ters midir yoksa? Bu çekme itme kuvvetleri bir noktada eşitlenir ve yörüngeye mi oturursun? Aşkın ve özgürlüğün yörüngesine… Aşk kaostur, özgürlük kozmos, bir arada ve sonsuza dek… Öyle mi?” (s.115)

Romanda Cemal’in mucidi olduğu Tarihi Beyoğlu Hapşırtmacısı, Kaş Çattırmacısı, Gece Kelebeği İzlettirmecisi gibi işler okuyucuya absürt gelse de, İngiltere Kralı XIII. Henry’nin kıçını silmekle görevli “Tabure Seyisleri” ni, günümüzde ise trolleri, muktedirlerin etrafındaki kıç yalayıcıları, sistemin kısa zamanda köşeyi dönüp voleyi vurmayı pompalamasıyla tiktok aracılığıyla yapılan saçmalıkları düşününce; Demirtaş’ın mevcut ekonomik düzeni ve bu düzenin mahsulü yaşam tarzlarını mizahı kullanarak eleştirdiğini anlıyorsunuz.

Yaslı insanlara eşlik etme konusunda yas cahiliyiz ve yas kültürümüz daha çok kayıp yaşayan insanın acısını ve yasını sorgulayan, yargılayan, anlamsız, incitici teselli cümlelerinden ibaret maalesef. Ancak romanda yaslı bir insanla konuşurken doğru bir yaklaşımın nasıl olacağı hususu Rüstem ve Düzgün Baba’nın diyalogları yoluyla tasvir edilmiş ve roman bu yönüyle de dikkatle okunmayı hak ediyor.

Roman aşkı, dostluğu, aileyi, dayanışmayı, özgürlüğü, ahlakı, ekonomik düzeni yani topyekûn tüm yaşamı sorgulayan ve bunu sokaktaki yaşamı merkezine alarak sıra dışı yolla yapan radikal bir sistem eleştirisi olduğu kadar, bunu güçlü bir felsefi altyapıya da dayandırmaktadır. Dili ve anlatım tekniği açısından oldukça sürükleyici olduğu için hızla okunabilecek olmasına rağmen, bence her cümlesi üzerinde düşünülmeyi hak ettiğinden, kitabın hızlıca okunup bir kenara bırakılacak bir kitap olmadığını düşünüyorum. Jamal’ın hikâyesi düzene başkaldırının, isyanın hikâyesidir aynı zamanda. Cemal de, çağımızın İnce Memed’idir. Düzene, haksızlığa karşı isyan ederken, yönünü dağlara değil, sokağa dönen; kendine mesken olarak sokağı seçen bu yüzyılın eşkıyasıdır. Jamal yani Cemal, isyanını toplumun en küçük kurumu olan aileden başlatıp, hikâyesinin kaderini değiştirerek, düzene karşı çıkarak ve bunu eline silah almadan yapıp, kahraman olmak için yola çıkmayıp kahramanlaşan bir karakterdir. Belki de Jamal’a, Rüstem gibi “rüzgâra karşı işeyen adam”lar eşlik ettikçe düzen de değişir, belli mi olur? Rüstem tam da böyle biridir:

“…polisi tutuklayan adam ya da hırsızı soyan kişi; cezaevine dışarıdan tünel kazan, otobüse arka kapıdan binip ön kapıdan inen, rakı içince ayıkan, şemsiyeyi ters tutup yağmur biriktiren, kitabı son sayfasından geriye doğru okuyan, arabasında bir ileri altı geri vites olan,

‘teker teker gelin’ yerine ‘hepiniz birden gelin ulan!’ diyen adam. Uzun mu oldu? O zaman en kısası: rüzgara karşı işeyen adam” (s. 18-19 )

Her şeyden önce Jamal bize, Arkadaş Z. Özger dizeleri ile şunu hatırlattı:

anladım nice

olsa da

deniz de

kum, büyük

balıkta pul

birleşince

edemezmiş

küçükleri

kendine kul

Belki de, Düzgün Babanın felsefi değerlendirmeleriyle öğrenilmiş korkularımızı yeneriz ve mevcut paradigmanın değişimi hızlanır. Kim bilir?

“İnsan en çılgınca, en aptalca, en akıllıca, en cesur ve en korkakça, en şerefli ve en haysiyetsizce şeyleri yapacaksa, yalnızca aşk için yapmalı Cemal, dedi. Başka bir şey için değmez zaten. Biliyorsun, insanın doğuştan gelen sadece iki korkusu vardır: Düşme korkusu ve yüksek ses korkusu; geri kalan korkuların tümünü sonradan öğreniriz. Yani iki korkumuz gerçek, geri kalanlar yapaydır. Ne yaparsan yap evlat, tercih de karar da senindir. Sokağı sen seçtin, yeni seçimler yapmak da sana kalmış. Ama asla düşme, düşürme kendini ve hiç kimseden korkma, aşktan da korkma.” ( s. 36 )

Sokak özgürlüktür çünkü, özgürlük sokaktadır.

Ve… Jamal, doğudan gelen çocuğun kulağımıza fısıldamasına yanıttır:

ölmeyi bilmiyoruz henüz sevişmeyi de acemiyiz sabahları dinsiz

uyanıp her gün Cuma’ya giden akşamları İsa’ya yalvarıp

Musa’dan medet uman pezevenklerin çeşmesinden

su içmeyi de petrol mavisi kravatları ve rugan

pabuçlarıyla silah tüccarı yavşaklardan alınmış

namlunun kokusunu da bilmiyoruz henüz, bana

bilmediğim bir küfür söyle doğudan gelen çocuk,

gitmem (s. 146 )