Ortadoğu’nun Kürt çıkmazı aşılırken
Suriye ve İran’daki gelişmeleri göz önüne aldığımızda bile, Türkiye’nin neden bu aşamada Öcalan ile bir diyalog geliştirip, onun ideolojik ve politik önderliğini kabul eden tüm yapılarla ilişki kurmak istediği daha anlaşılır hale gelmektedir.

Jan Yasin SUNCA
Süreç başladığından beri kullanılan temel argümanlardan biri, hükümet ve devlet kanadında "terör" parantezini kapatmak, demokratik güçler kanadında ise devletin "terör" argümanını onların elinden almak olarak tanımlanıyor. İçinden geçtiğimiz süreci mümkün kılan temel dönüşümlerin başında ise öyle görünüyor ki PKK öncülüğündeki Kürt hareketinin buna ikna olmuş olması gerçeği geliyor. Zira on yıllar boyunca devletin birey, toplum, doğa ve siyaset üzerinde uygulamış olduğu kolonyal hukuk, "terör" heyulası içerisinde mümkün oluyordu. Ancak bir egemen söylem ve onun pratiği olarak “devletin terör argümanını elinden alma” yaklaşımı, ne Kürt siyasal hareketi tarafından ne de bu konu hakkında haklar ve özgürlüklerden yana dönüşüm isteyen veya bu konuda fikir yürüten kişiler tarafından kabul gören bir yaklaşım değildi. Şimdi öyle görünüyor ki "terör" parantezini kapatmak, bu süreci mümkün kılan en temel düşünsel mekanizmalardan biri. Bunun yöntemi olarak da "iç cepheyi tahkim etme" veya “tarihsel Kürt-Türk ittifakı” paradigması işlevsel kılınmış görünüyor.
Peki bugüne nasıl gelindi? Yani iç cephenin tahkimi ihtiyacı neden sık sık tekrarlandığı gibi bir yıl öncesine tarihlendi? Kürtler ve Türkler kardeşliklerini ittifaka dönüştürme ihtiyacını niye şimdi duydular? Bu ve benzeri soruları cevaplamak, sanırım 7 Ekim 2022’den bu yana dönüşen bölge ve bu dönüşümün Kürt sorununun yüz yıllık tarihi içinde oluşmuş dinamikleri nasıl yeniden şekillendirdiğini anlamaktan geçiyor.
Kürt Çıkmazı: Bir Kolonyal Tarih Zorbalığı
Kürt sorununun bölgedeki tarihsel derinliği ve bu derinliğin oluşturduğu jeopolitik çıkmazlar toplamı, Öcalan, Bahçeli ve Erdoğan merkezli gelişen sürecin yapıtaşlarını anlamlandırma bakımından zaruri. Ancak bu detaylardan önce, bundan sonraki tartışmalara da zemin olması için Kürt sorununu tanımlamak gerek: tarihsel teorik kökeni itibariyle en geniş anlamda Kürt sorunu, Kürtlerin kendi kendini yönetme hakkının dört devlet tarafından gasp edilmesi ve bu gaspın uluslararası siyasal ve hukuki düzlemde meşru kabul edilmesiyle ilgilidir. İkinci Dünya Savaşı ile beraber, küresel sistemde eski Avrupa sömürgelerinin bağımsızlığını kazanmasıyla, görünürde devletlerin egemen eşitliğine dayalı bir postkolonyal dünya düzeni inşa edildi. Bunun sonucunda çözülemeyen ulusal kurtuluş sorunları, devletlerin iç meselesi olarak algılanır hale geldi ve özellikle karşı-ayaklanma ve anti-terör güvenlik mekanizmaları aracılığıyla bastırılmaya çalışıldı. Bu, yalnızca Kürtlerin dört ülkede yaşadığı bir sorun değil, neredeyse dünyanın tamamına yayılmış sistematik bir mesele olarak belirdi. Thomas Sankara gibi sınırlı sayıda devrimci lider, bu farkındalıkla postkolonyal milliyetçiliğin çukuruna düşmemek için çaba gösterdiyse de, nihayetinde ortaya çıkan küresel kolonyal düzen, bu tür direnişlerin yaşama şansını fazlasıyla sınırladı.
Ancak dört devletin içine hapsedilmiş Kürtler, kolonyal milliyetçi bir perspektifle baskı altına alındıktan sonra artık sadece Kürtleri değil, aynı zamanda bu devletleri de içinden kolay kolay çıkamayacakları bir en temelde jeopolitik çıkmaza sürükledi. Bu mekanizma kolonyal ve milliyetçidir, çünkü kolonyalizm ve milliyetçilik esaslarına göre büyümüş Avrupa-merkezli bir toplumsal ve siyasal model olan ulus-devlet esasına göre ve homojenleştirme siyaseti üzerine kuruludur. Bunu daha da detaylandırmak mümkün, ancak şimdilik şununla yetinebiliriz: Kürt sorunu, bu kolonyal milliyetçi modelin Ortadoğu’da zorbaca işletilmesinin doğrudan ürünüdür. Bu çerçevede, Kürt çıkmazını en geniş anlamda şöyle ifade etmek mümkündür: Kürtlerin kendi kendini yönetme hakkını sağlama mücadelesine karşı, devletlerin kendi bekaları için bunu bastırma mücadelesi. Bu bağlamda bölgesel düzeydeki Kürt sorunu, hem (1) tek tek devletler hem (2) Kürt siyasal örgütleri hem de (3) küresel jeopolitik süreçler açısından bir jeopolitik çıkmaza dönüşmüştür.
(1) Devletler açısından da durum oldukça sorunluydu aslında. Modern egemenlik anlayışı ve kolonyal milliyetçi perspektifle inşa edilmiş devletlerin en temel kaygısı, özellikle varoluş sebepleri olan toplumsal hiyerarşik güç ilişkilerini sürdürebilmek için varlıklarını olduğu gibi devam ettirmekti. Ancak Kürtlerin olası bir özgürleşme çabaları devletlerin üstüne bina olduğu hiyerarşik güç ilişkilerini ve bu güç ilişkilerinin gerçekleşme alanı olan teritoryal bütünlüğü tehdit ettiği için bu konu devletlerin ontolojik güvensizliğinin merkezinde yer alan bir konu olageldi. Bununla bağlantılı olarak, Kürt sorunu olan devletlerden herhangi birinde, Kürtlerin hakları veya statüleri bağlamında herhangi bir iyileşme, dönüşüm ya da değişimin yaşanması, diğer devletlerin kendi Kürt sorunları nedeniyle buraya doğrudan ya da dolaylı biçimde müdahalede bulunmalarına zemin hazırlıyordu. Bunun en somut örneklerine 21. yüzyılda bolca şahit olduk. Örneğin, Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin bağımsızlık referandumuna İran ile Türkiye’nin neredeyse koordineli bir şekilde karşı çıkışı ya da Rojava’daki Türkiye işgali, bu dinamiği örneklemektedir. Devletler açısından ikinci bir dinamik ise, devletlerin diğer ülkelerdeki Kürt sorununu jeopolitik çıkarları doğrultusunda kullanabilmeleridir. Bu durum, içinde bulunduğu coğrafyanın çelişkilerinden yararlanarak kendi ajandasını ilerletmeyi hedefleyen Kürt siyasal ve askeri aktörlerin de çıkarına işledi bazen. Bunun en somut örnekleri arasında, Hafız Esad’ın El Muhabarat aracılığıyla Öcalan ile kurduğu ilişki gösterilebilir.
(2) Kürt siyasal ve toplumsal aktörleri açısından en temel öğeyi, direniş-asimilasyon denklemi içinde tanımlamak mümkündür. Kürt siyasal mücadeleleri ya direnerek kendi varlıklarını gerçekleştirmek ya da en azından bu çaba içinde olmak zorundadır. Aksi takdirde, verili siyasal, askeri, politik, ekonomik ve kültürel hegemonya içinde erimekle yüz yüze kalacaklardır. Kürtler açısından bir başka durum ise, moderniteyi parçalara ayrılarak ve farklı kültürel, sosyal ve politik hegemonyalara karşı mücadele ederek, ancak zaman içinde onlara benzeyerek deneyimlemiş olmalarıdır. Diğer bir deyişle, modernitenin homojenleştirici küresel dinamiklerine rağmen, Kürt modernitesi kültürel, siyasal, ekonomik ve sosyal bir parçalanma hikayesi olarak gelişti. Bugünkü siyasal parçalılığın temelinde, Kürtlerin her parçada farklı devletler ve halklarla farklı biçimlerde gerçekleşen tarihsel sosyalizasyonu yatmaktadır ve bu, muhtemelen tek tek Kürt partilerinin aşabileceğinden çok daha derinlikli dinamiklerle inşa olmuştur.
(3) Küresel jeopolitik mücadeleler bakımından Kürdistan coğrafyası, hem tarihsel olarak hem de günümüz koşulları altında birçok jeopolitik ve jeososyal kamplaşmanın tam ortasında, bir tampon bölge olarak yer almaktadır. Örneğin, Kürdistan tarih boyunca Şiilik ile Sünnilik arasında bir tampon bölge olmuştur. Sykes-Picot Antlaşması en temelde Kürtleri böldü. Ortadoğu’nun Arap ve Arap olmayan nüfusları arasında bir tampon bölge işlevi görmesi ve günümüz koşullarında Rusya ile Batı’nın hegemonik çelişkilerinin mücadele sahası haline gelmesi, bunun en temel örneklerindendir. Bu küresel jeopolitik bölünmelerin oyun sahası olarak Kürt siyasal alanının, hem Kürtler hem de bölgedeki devletler açısından doğrudan sonuçları bulunmaktadır. Kürtler açısından bakıldığında, zayıf olan Kürt siyasal hareketleri tarih boyunca bölge dışı emperyalist güçlerin araçsallaştırma çabalarına ve pratiklerine maruz kalmıştır. Tarihsel olarak ABD ile Güneyli Kürt partileri arasındaki ilişkiler bunun en temel örneklerinden biridir. Bunun yanı sıra, küresel güçler Kürt siyasal alanında, devletlerin Kürt sorunundan kaynaklanan zaaflarını kullanarak bölgesel düzeyde kendi çıkarlarını ilerletmenin yollarını sürekli aramıştır. Örneğin, Saddam Hüseyin’in Enfal Kampanyası ve Halepçe Katliamı, Irak’a 2003’te yapılan müdahalenin, kozmopolit insan hakları söylemi çerçevesinde sunulan gerekçelerinden biri olmuştu.
Abdullah Öcalan’ın yaptığı çağrıyı ve bu çağrının arka planını oluşturan “paradigmayı” (ya da Öcalan, Bahçeli ve Erdoğan arasındaki anlayış birliğini) bu dinamikler açısından ele aldığımızda, iki temel konuyu öne çıkarabiliriz. Birincisi, Kürtlerin ve devletlerin, bütün bu güç ilişkilerinden kaynaklanan bir denge içinde bulunmaları ve bu nedenle birbirlerini yenememeleridir. Kürt silahlı güçleri, Kürt sorununu dünyanın ve doğal olarak Ortadoğu’nun gündemine geri dönülemez bir biçimde taşımıştır. Artık hiç kimse Kürt sorunu yokmuş gibi davranamaz. Nitekim örneğin Almanya’nin ve Britanya’nın son zamanlarda Rojava’ya yaptıkları üst düzey diplomatik ziyaretler, bir taraftan Kürtlerin örgütlenme kapasitesinin ve silahlı güçlerinin mümkün kıldığı bir jeopolitik zorunluluğun sonucuyken, diğer taraftan da Kürt gerçekliğinin ve onun öncülük ettiği toplumsal örgütlenme modelinin geri dönülemez bir biçimde tanınması anlamına geliyor. Ancak şu bir gerçek ki, verili güç ilişkileri içinde –Kürtlerin bölünmüşlüğünü de dikkate aldığımızda– bir yenişememe durumu ve herkesin kaybettiği bir çatışma dinamiği sürmektedir.
İkincisi ise, Kürt sorununun devletler açısından birer boyun bağına dönüşmesi ve bu durumun, tarihsel süreç boyunca hem bölge içindeki hem de bölge dışındaki emperyal güçlerin dolaylı veya doğrudan, şiddetli veya şiddet dışı müdahalelerine sürekli olarak zemin hazırlaması gerçeğidir. Bu perspektiften bakıldığında, Öcalan’ın çağrısı ve Erdoğan ile Bahçeli ikilisinin bütün milliyetçi hezeyanlarına rağmen PKK ve Öcalan ile yeniden görüşme noktasına gelmesi daha anlaşılır hale gelmektedir.
Ancak bu görüşmeyi anlamlandırmak için yalnızca bu tarihsel perspektif tek başına yeterli değil. Zira bu dinamikler, çeşitli değişimlere uğramakla birlikte, yüz yıldır mevcuttur. Hem PKK öncülüğündeki Kürt hareketi açısından hem de Türkiye açısından yeni olan şey, bölgede 7 Ekim’den itibaren yaşanan akıl almaz hızdaki dönüşümlerdir.
Drone-Kalaşnikof Denklemi: Filistin, 7 Ekim ve Kürt Özgürlük Mücadelesi
Filistin’de, Hamas’ın en belirgin güç olduğu ancak diğer birçok Filistinli örgütün de doğrudan katıldığı, 7 Ekim’de başlayan eylemler tüm dünyada bir şok etkisi yarattı. Bu şokun temel sebebi, İsrail’in yüz yıllık bir süreçte inşa ettiği güvenlik devleti, bunun doğrudan sonucu olan Demir Kubbe ve aşılamaz denilen güvenlik duvarlarının, daha önce hayal bile edilemeyecek bir biçimde –bir kereliğine de olsa– aşılmış olmasıydı. O dönemde çeşitli sol, demokrat ve anarşist çevrelerde yapılan yorumlar büyük ölçüde şu yöndeydi: Bu eylem biçimi, devletlerin ve güvenlik sistemlerinin ne kadar kırılgan olduğunu gösterdi. Ancak bu aceleci değerlendirmenin sınırlarını, Gazze’deki soykırım çok net bir şekilde ortaya koydu. Zira paramotorlarla yapılan Filistinli güçlerin indirmeleri, dünyanın en gelişmiş savaş uçağı olan F-35 bombardımanlarıyla karşılık buldu. Bu durum, gerilla mücadelesinin teknoloji karşısındaki sınırlarını ve bunun sonucu olarak Gazze soykırımıyla ortaya çıkan insani dramı bir kez daha gözler önüne serdi. Bununla beraber, kolonyal devlet sistemlerinin geçmişte olduğu gibi bugün de insan öldürme konusunda hiçbir ahlaki ve politik sınır tanımadığını net bir biçimde ortaya koydu. Küresel liberal düzenin, uluslararası hukuk normlarıyla şekillendirilmiş yapısının hiçbir anlamının olmadığının da açık bir göstergesiydi. Bu noktaya birazdan geri döneceğim.
Bu sürecin belki yürütülme biçimi farklı olsa da, arkasındaki kolonyal milliyetçi zihniyetin aynı olduğu benzer bir örnek, özellikle Kuzeyli Kürtlerin asla unutamayacağı sivil katliamlarla sonuçlanan şehir savaşları ya da kent direnişleriyle de kendini gösterdi. (Bu sürecin daha detaylı yorumlanması kesinlikle gereklidir, ancak bu ayrı bir konu.) Bununla beraber, drone teknolojilerinin özellikle Güney Kürdistan sınırları içindeki PKK’nin üs edindiği (genellikle "Kandil" olarak kodlanan, ancak gerçekte çok daha geniş bir alana yayılan) bölgelerdeki etkinliği ve Türkiye’nin bu alanlarda inşa ettiği askeri üslerin kuruluş aşamasında drone teknolojilerinin oynadığı rol de göz önünde tutulmalı. Ayrıca, aynı drone’ların Rojava’da hedefi son derece net bir biçimde tek tek sivilleri katletmek için kullanılması, Türkiye’nin savaş uçakları ve topçu bombardımanlarıyla Rojava’daki sivil yapıları yok etmesi ve insanları aç ve susuz bırakma pahasına bu bölgeleri yerle bir etmesi de, yine benzer bir kolonyal milliyetçi mantığın sonuçlarıdır.
Bununla beraber, bütün bu süreçleri ve burada sayamadığımız daha birçok katliamı ve soykırım girişimini (örneğin Kongo) mümkün kılan, Michael Hardt ve Sandro Mezzadra’nın tanımlamasıyla Küresel Savaş Rejimini de değerlendirmek gerekir. İnsanlığa karşı suçların cezasını seçmeli bir şekilde küresel hegemonik ayrıcalıklara göre belirleyen, bu anlamda fazlasıyla iki yüzlü bir liberal küresel düzen gerçekliği her zaman mevcuttu. Liberal küresel düzenin ayrıcalıklı küresel hukukunun kolonyal ikiyüzlülüğünü daha iyi anlamak için meraklıları Ugandalı düşünür Mahmood Mamdani’nin yazdıklarını inceleyebilirler. Ancak günümüz koşullarında, bu sistemin yarattığı sınırlı küresel kurumsallaşma da tamamen anlam yitimine uğramış durumda. Başta Çin olmak üzere Asya’nın yükselişi ve bunun ortaya çıkardığı ticaret savaşları, küresel iklim krizinin neredeyse tamamen gündemden düşmesine, tek tek devletlerin daha da pervasızlaşarak iç baskıyı artırmasına, liberal demokrasinin kurucu gücü olan ülkelerde ırkçı, eril ve kapitalist-elitist şiddetin neredeyse norma dönüşmesine ve geleceğin devasa bir karanlık bulutun içine itilmesine neden olmaktadır.
Bütün bu süreçleri hem yakından takip eden hem de küresel, bölgesel ve Kürt siyasal alanındaki gelişmelere hem fikirleriyle hem de siyasal müdahaleleriyle sınırlı da olsa yön veren Abdullah Öcalan gibi bir insanın, bu süreçlerin vahametini ve bunun hem Kürtler hem de demokratikleşme çabası içindeki diğer tüm güçler açısından yaratacağı sonuçları çok daha derinlemesine okuyor olması su götürmez bir gerçektir. “Değiş(e)meyen aşılır” gibi bir söylem ve bunun gereği olan birçok siyasal pratikle liderliğini yaptığı örgütü bugüne kadar getiren Abdullah Öcalan, bu analiz bağlamında ortaya çıkan sorunları kendisi için bir dönüşüm gerekçesi olarak gördüğünü iddia etmek bu çerçevede fazlasıyla mümkündür. Bu bağlamda, Kürt siyasal hareketinin hem demokratik hem de askeri kanatlarının ısrarla dile getirdiği gibi, bu yeni süreç mücadelenin terk edilmesi değil, yeniden tanımlanması ve farklı araçlarla yürütülmesi gerekliliğini öne çıkarıyor. Bunu anlamlandırmak o kadar da zor değil aslında: Dronlara ve son teknoloji ürünü savaş uçaklarına karşı kalaşnikofla yürütülen özgürlük mücadelesinin sınırları. Zira bu noktada, Öcalan’ın PKK’nin bugüne kadar sürdürdüğü mücadele biçiminin zamanının geçtiğini defalarca dile getirmiş olması ve bu son çağrısında da bunu tekrar deklare etmesi tesadüf değildir.
Son olarak, başta Rojava olmak üzere, Öcalan’ın ideolojik öncülüğünü yürüttüğü geniş Kürt hareketinin kazanımlarını koruma motivasyonundan da bahsetmek mümkündür. Burada, bugüne kadar süregelen direniş tarzlarının, Kuzey’de özellikle 2015 öncesine tarihlendirdiğimiz kazanımları korumada ve Rojava’nın bir umut vahası olarak kalmasını sağlamadaki kısıtlarını görmek gerekir. Devasa direnişler ve büyük bedeller sonucu elde edilen bu kazanımların korunması için belki de başka yöntemler düşünülmelidir. İşte tam bu noktada, yeni siyasi ittifakların önemi belirgin hale gelmektedir. Siyasal ittifaklar, bir yandan toplumsal mücadeleler üzerindeki baskıyı azaltmak, diğer yandan ise elde edilmiş kazanımları korumak açısından vazgeçilmez bir konumdadır. Ancak, Türkiye ile PKK arasındaki görüşme süreçlerine baktığımızda, bugüne kadar bunun için gerekli şartlar ve imkânlar oluşmamıştı.
Bu nedenle, Filistin’deki soykırımın ve nihayetinde ABD ile Avrupa destekli İsrail’in askeri üstünlüğünün yeniden kanıtlanmasının, bölgesel Kürt sorununun jeopolitik dinamiklerini dönüştürme bağlamında ortaya çıkardığı sonuçlara bakmak ve bunları devletler açısından değerlendirmek gerekmektedir. Diğer bir deyişle 7 Ekim sonrası oluşan bölgesel düzen aynı zamanda Türkiye’yi de bu ittifak yoluna zorluyordu.
7 Ekim, Değişen Jeopolitik Denklem ve Türk-Kürt “Kardeşlik paktı”
7 Ekim’den itibaren değişen bölgesel jeopolitik dinamikler, Kürt sorunu bağlamında temelde iki büyük dönüşüm ortaya çıkardı.
Birincisi ve muhtemelen Türkiye kamuoyunda nispeten çok daha az tartışılan kısmı, İran’ın bölgesel bağlarının kesilmiş olmasıdır. İran, geleneksel olarak iç savunma hatlarını ülke dışında ve ağırlıklı olarak da Levant bölgesinde kurgulamıştı. Suriye’deki Esad rejimi, Lübnan Hizbullahı ve son yıllarda Hamas’a olan desteği, muhtemelen bunun en görünür örneklerindendi. Ancak Güney Kürdistan’da YNK ile olan tarihsel bağları, Yemen’de izlediği siyaset ve diğer birçok yapıyla derinlemesine ilişkileri de mevcuttu. Yalnız, bu ilişkileri birer vekil güç bağlantısı olarak değil, çıkar birliği çerçevesinde tanımlamak daha gerçekçidir. Zira "vekil güç" söylemi, mevcut güç ilişkilerini sabitleyen ve devletlerden farklı siyasal gündemleri olan hareketlerin öznelliğini ortadan kaldıran bir boş-gösterendir. İçerideki ceberrut molla rejimi, kendi taraftarları nezdinde meşruiyetini kalıcı kılmak için bu bağlantılara ihtiyaç duyuyordu. Dışarıda savaştıkça içeriyi tahkim etme kabiliyeti artan bir rejim gerçeği vardı. Bu yolla, bölgesel bağlantılar sayesinde ekonomik ve politik ambargoları da kısmen aşabiliyordu. Ancak İsrail’in soykırım siyasetinin doğrudan sonucu olarak Hamas’ı ve Hizbullah’ı tarihlerinde hiç olmadığı kadar zayıflatması, İran’ın kendi iç sorunlarını sınırları dışında çözme siyasetine de bir sınır çizmiş oldu.
İçeride, verili rejime karşı öncelikle 2000’li yıllarda reformcular, 2010’lu yıllarda merkezinde halkın ekonomik krizinin olduğu birçok toplumsal hareketlenme ve 2020’li yıllarda Jin, Jiyan, Azadî sloganıyla ruh bulan, kadın öncülüğündeki toplumsal mücadeleler rejimi fazlasıyla zorluyordu. Ancak, devasa bir devlet şiddeti ve kısmi geri adımlar sayesinde rejim, bu hareketlenmeleri belirli ölçüde kontrol altına almayı başardı. Bu son süreçte, dışarıda bu kadar zayıflayan bir rejimin içeride ne kadar ayakta kalabileceği sorusu, son bir yılın en temel meselelerinden biri haline dönüştü. Zira, özellikle Trump’ın Çin ve İran’dan uzaklaşması karşılığında Ukrayna’da Rusya’yı kollayacak bir siyaset izleyeceğine dair işaretler ve bununla beraber İran’a yönelik tam baskının devam etmesi ihtimalleri, rejimin iç tahkimini daha da zorlaştıracak jeopolitik dinamikler olarak gün geçtikçe belirginleşmektedir.
Tam bu noktada, Rojava’dan sonra bir Rojhilat devrimi de bir ihtimal olarak beliriyor. Zira, diğer Kürt partilerini zaman içerisinde Güney Kürdistan sınırları içinde eriten rejim, Rojava ve Kuzey’deki gelişmelerle ilintili olarak gelişip büyüyen PJAK’ın, toplumsal düzeyde güç kazanmasını engelleyemedi ve denebilir ki PJAK Rojhilat’da zamanla en güçlü ve en örgütlü Kürt gücüne dönüştü. Bu gücün yalnızca İran değil, başta Türkiye olmak üzere tüm bölgesel güçler ve ayrıca ABD başta olmak üzere bölge dışındaki emperyal çıkarları olan aktörler tarafından da yakından takip edildiği açıktır. Buradaki iddiam, İran’da kesinlikle yeni bir Rojava pratiğinin gerçekleşeceğine dair bir müneccimlik yapmak değil; aksine, hem toplumsal hem de gerilla gücü anlamında örgütlü bir yapının, potansiyel olarak bölgesel dönüşümlere yapacağı etkinin, bölgede siyaset yapan herkes tarafından fazlasıyla farkında olunan bir gerçeklik olduğunun altını çizmektir. Bir başka deyişle, bu gücün varlığının kendisi, sonuç doğuran bir olgudur. Doğal olarak, her aktör bir biçimde bu güçle bir bağlantı kurmak ve zamanı geldiğinde potansiyelini kendi lehine kullanmak hedefiyle hareket etmektedir. (Türkiye’deki sürecin ışık hızında ilerliyor olmasının doğrudan İran’la da ilgili olduğunu varsaymak mümkün, ancak buna dair elimizde çok fazla veri yok.)
Daha gözle görünür olan diğer boyut ise doğal olarak Suriye ve Rojava’dır. 2015 yılının Eylül ayında Rusya’nın, IŞİD’e karşı mücadele gerekçesiyle ve Esad rejiminin daveti üzerine Suriye’ye gelişi, ülkenin fiili olarak Fırat’ın batısı ve doğusu biçiminde iki nüfuz alanına bölünmesiyle sonuçlandı. Bu süreçte, en temelde Kürt sorunundan kaynaklı olarak Rusya, NATO içine nifak tohumları ekme fırsatı da yakaladı. Bunun yansımasını, özellikle S-400 füzeleri meselesinde ve Biden döneminde Türkiye ile ABD arasındaki soğuk diplomatik ilişkilerde net bir şekilde gördük. O dönemde, birçok diplomatik konuda yazılar yazan kişiler, Türk-Kürt barışının getireceği yeniliklerden bahsediyordu. Ancak bu gerçekleşmedi. Çünkü o dönemde Türkiye’nin içindeki iktidar şekillenmesi, Suriye sahasında ABD ile Rusya arasında bir dengeleme mekanizması kurarak kendi varsayılan çıkarlarını ilerletme yolunu tercih etti ve Biden yönetiminin soğukluğu da bunu perçinledi. Ancak, bu stratejinin sınırlarını özellikle yeni enerji nakil yolları belirledi ve sonuç olarak dışlanan taraf Türkiye oldu. Bununla beraber, 7 Ekim’in yol açtığı gelişmeler, bölgesel askeri dengeleri İsrail lehine değiştirmeye başladı. İçeride fazlasıyla zayıflamış olan Esad rejimi, iktidarı kimseyle paylaşmama inadının kaynaklık ettiği bir süreç içinde çözüldü ve beklenmedik bir şekilde dağıldı. Yerini ise, Türkiye’nin desteğiyle ve Batı’nın bilgisi ve muhtemelen izni dahilinde, zaman içinde dallanıp budaklanmış olan El Kaide’nin Suriye kolu HTŞ aldı.
Detaylarda boğulmamak adına Rojava açısından şunu belirtebiliriz ki, 2015’ten itibaren artık Batı’da Rusya, doğuda ise ABD hem cari hem de diplomatik hava sahalarını kontrol eder hale geldi. Afrin’in işgali Rusya’nın, Serêkaniyê’nin işgali ise Trump yönetimindeki ABD’nin izniyle gerçekleşti. Ancak içeride ambargo ve blokajlardan kaynaklanan birçok soruna rağmen, Rojava 2012 yılından beri varlığını sürdürdü. Aşama aşama kendi varlığını hem bölgeye hem de dünyaya kabul ettirdi. Ayrıca, ABD’nin Suriye’deki temel dayanağı haline dönüştü. Askeri gücü, hem ABD’nin silah desteği hem de kendi iç organizasyon sayesinde ciddi oranda arttı. Duruma göre değişmekle birlikte, teçhizatlı 70 ila 100 bin arasında bir savaşçı gücünden bahsediyoruz. Bunun dışında, hem dış hem de iç kaynaklı kışkırtmalara ve dehşet dengesi üzerine kurulmuş farklı halklar, dinler ve mezhepler arasındaki gerilimlere rağmen, bugüne kadar demokratik özerklik ve demokratik ulus tezlerine dayanan bir siyasal sistem inşa edildi. Şu anda hem bölgesel hem de kısmi anlamda küresel düzeyde, bazen şiddetli bazen barışçıl bir biçimde müzakeresi yürütülen temel mesele, aslında bu yapının yeni Suriye’ye nasıl entegre edileceğidir.
Türkiye bu anlamda elbette bir rol sahibi olacaktır. Ancak, tıpkı 2005 (Irak Anayasası’nın onaylanması ve Kürtlerin otonom bölgesinin resmen tanınması) ile 2007 (Türkiye’nin ilk diplomatik temsilciliğini açması) arasında Güney Kürdistan’da olduğu gibi, bunu aşamalı olarak kabul etme biçiminde de gerçekleştirebilir. Ancak, tüm bu süreçleri dışarıdan izleyen ve sonrasında da onaylayan bir güç olmak yerine, sürece doğrudan dahil olup kendi kısmi kontrolü altında gelişen bir yapı kurgulamak, Türkiye’nin tercih edeceği bir senaryodur. Özellikle İsrail’in Suriye’nin güneyini işgal etmiş olması ve kendi nüfuzunu kalıcı hale getirme isteği (ve Suriye’nin yeni cihatçı liderinin bu konuda tek kelime etmemesi), bununla beraber çeşitli Arap devletlerinin Suriye’nin geleceğini Türkiye’nin eline bırakma konusundaki çekinceleri ve bundan doğan çabaları, Türkiye’nin ekonomik çıkmazları ve darboğazlarıyla birleşince, Türkiye’nin Suriye sahasında önünde ciddi engeller beliriyor. İşte Abdullah Öcalan ile müzakere, tam da bu çerçevede hem anlaşılır hem de Bahçeli'nin deyimiyle “değerli” hale geliyor.
Daha birçok dinamikten bahsetmek mümkün, ancak sadece Suriye ve İran’daki bu iki gelişmeyi göz önüne aldığımızda bile, Türkiye’nin neden bu aşamada Öcalan ile bir diyalog geliştirip, onun ideolojik ve politik önderliğini kabul eden tüm yapılarla ilişki kurmak istediği daha anlaşılır hale gelmektedir.
Bu bağlamda, Türkiye’nin hem Suriye sahasındaki dönüşümlerde daha etkin ve söz sahibi bir rol oynamak, hem İran’daki dönüşümlerde daha aktif bir konum almak hem de Irak sahasındaki değişimlere etkisini sürdürmek için Kürtlerle bir ittifak kurma gerekliliği kendisini dayatan bir durum olarak ortaya çıkmaktadır. Bununla beraber, Ortadoğu’daki dönüşümlerde –özellikle Rusya’nın bölgedeki etkisinin gözle görülür bir biçimde azalması nedeniyle– Türkiye tamamen Batı yanlısı bir pozisyon almış durumda ve bu pozisyonun gereği olarak Kürtlerle bir ittifak kurmak temel bir stratejik mekanizma olarak belirginleşmekte.
Ancak altını kalınca çizmek gerekir ki, burada bahsettiğimiz şey bir negatif barışın mümkün olmasıdır; ancak bu, bir pozitif barış inşa edileceği anlamına gelmemektedir. Zira Türk-Kürt bölgesel paktı, mevcut koşullar altında her iki taraf için de neredeyse bir zorunluluk olarak belirirken, demokratik bir toplumu inşa etme ve siyasal-toplumsal hiyerarşilerden azade bir yaşam kurma meselesi, en temelde bir mücadele konusu olmaya devam etmekte. Bu da aslında geçmiş çözüm sürecinin göz ardı edilen dengesinin yeniden hatırlanmasını gerektiriyor: Müzakere ve mücadele dengesi. Mücadele, müzakerenin kapısını açar ve müzakere, mücadelenin kazanımlarını garanti altına almayı sağlar.
Bununla beraber yine belirtmek gerekir ki, bu süreç pürüzsüz olmanın çok çok uzağında, içinde birçok tehlike barındıran bir süreç. Konuları yakından takip eden bir arkadaşımın da dediği gibi, bir zamanlar Sri Lanka tecrübesini uygulamada beis görmeyen hükümet, neden Kolombiya’daki “öldüren barış” tecrübesini uygulamasın? Bunun önünde hiçbir engel yok. Ancak bu başlı başına başka bir tartışma konusu.