Sırrı Süreyya’ya veda: Hayat ve siyaset
Eğer herkes yaşadığı gibi uğurlanır diye bir ‘şiirsel adalet’ varsa, Sırrı Süreyya için adalet yerini buldu: dev ve güzel bir miting gibi yaşadığı hayatının sonunda, dev ve güzel bir mitingle uğurlandı.

Ahmet ERGENÇ
Sırrı Süreyya Önder aramızdan ayrıldı, yoğun bakımda on sekiz gün kaldıktan sonra. Göğsümüze bir ağırlık çöktü, pat diye, aniden. Bu ‘yalnız ve güzel’ ülke çok önemli birini kaybetti, siyasi, kültürel ve insani açıdan yeri doldurulamaz birini. Bu yazı hem o göğse çöken ağırlığı hafifletme çabası, hem de anısına bir saygı duruşudur.
Bu yazıyı 5 Mayıs Pazar akşamı (Bilge Karasu’ya selam göndererek söyleyeyim) ‘uzun sürmüş bir günün akşamı’nda yazıyorum. Sırrı Süreyya’nın önce AKM’de uğurlandığı, sonra Zincirlikuyu’da defnedildiği günün akşamında. Üzerimde bir yorgunluk, kafamda bir yoğunlukla masada otururken, kendimi bir uğurlama ve cenazeye değil, dev bir mitinge katılmış gibi hissediyorum. Evet, buradan başlayabiliriz yazıya. Eğer herkes yaşadığı gibi uğurlanır diye bir ‘şiirsel adalet’ varsa, Sırrı Süreyya için adalet yerini buldu: dev ve güzel bir miting gibi yaşadığı hayatının sonunda, dev ve güzel bir mitingle uğurlandı.
“Sırrı Süreyya Türkiye’dir”
Bu dev ve güzel mitingdeki kalabalığa bakınca, birinin (kim hatırlamıyorum) sosyal medyada yazdığı şu veda notu geliyor aklımda: ‘Sırrı Süreyya Türkiye’dir.” Benzetmeyi bilirsiniz, meşhurdur, zamanında Sartre yargılanırken başlatılan bir kampanyanın adına referanstır bu: “Sartre Fransa’dır.” Onu yargılarsanız bütün ülke yargılanır. Evet, bu ülkede eğer varsa, çok farklı kesimleri bünyesinde toplayan ve ‘hemen hemen herkesle’ konuşabilen birileri, onlardan biri kesinlikle Sırrı Süreyya’ydı. Herkesle konuşmak, herkesin hikayesine açık olmak ve herkese bir ‘çıkış yolu’ gösterebilmek. Bu açıdan Yaşar Kemal, Hrant Dink ve Tahir Elçi gibi birleştirici ve kapsayıcı figürlerin devamıdır kendisi. Ve evet, tıpkı Yaşar Kemal, Hrant Dink ve Tahir Elçi gibi, o da Türkiye’dir. Türkiye’yi his ve düşünce olarak boydan boya kat eder. Uğurlama ve cenazede çok farklı kesimler ve siyasi grupların bir arada olması, onbinlerce kişinin bir araya gelmesi bunun kanıtıydı.
Sırrı Süreyya neşesi
Sırrı Süreyya hayattayken ve uğurlanırken, onunla ilgili en çok söylenen şeylerden biri de ‘ağır’ mevzuları (insan hakları ihlalleri, devlet şiddeti vb) ele alırken bile, müstesna bir muzipliği ve neşeyi hep yanında taşımasıydı. Sanırım herkes Sırrı Süreyya’nın bir konuşmasını dinlerken ‘acı acı’ da olsa gülmüştür. “Gülmek, devrimci bir eylemdir” ya da ‘Kahkaha devrimcidir” gibi lafların canlı haliydi kendisi. Bir programda ironi, alaycılık, sarkazm gibi mevzular açıldığında ‘ironi ile sarkazm’ı birbirinden özenle ayırdığını hatırlıyorum: sarkazmda birilerini küçümseyen bir hal vardır, ironi ise eşit düzeyde bir akıl oyunudur. İlki kibre, ikincisi düşünce keskinliğine işaret eder. Sırrı Süreyya’nın neşesi, elbette sarkastik değil ‘çıkış yolu gösteren’ bir neşeydi.
Sırrı Süreyya ve hayat siyaseti
Bir siyasetçi olarak Sırrı Süreyya’yı özel yapan şey teori ile pratik, fikir ile eylem arasında bir ayrım yapmamasıydı. Hayatın tamamının siyasi olduğunu bilen bir gözle, her davranışta bir ‘siyasi sorumluluk’ etiğiyle hareket ettirdiğini hissettiren bir hali ve tavrı vardı. Bana kalırsa bu sadece hayata dair bir siyaset değil, bir ‘hayat siyaseti’ydi. (Son zamanların daha yaygın ifadesiyle: gündelik hayat siyaseti.) Kürt meselesinden, Ermeni meselesine, azınlık haklarından Cumartesi Anneleri ve Gezi eylemlerine kadar birçok yerde, doğrudan sahada olan Sırrı Süreyya’nın farklı alan ve hassasiyetler arasında ayrım yapmayan bir topyekûn ‘hayat siyaseti’ sürdürdüğünü hissettim hep.
Siyaseti şöyle tanımlayışında da enfes bir şeyler var: “Siyaset bir yol yürümek değil yürümekten vazgeçenlere yeniden yol göstermektir.” Hayatı dönüştürmeye namzet, çok şefkatli bir tanım değil mi bu? Kendi yolunda ısrar edip bir ‘siyasi gidişat’ inşa etmek değil, vazgeçmişlere, kaybetmişlere, ümitsizlere temas etmek ve bir çıkış yolu göstermek. Sırrı Süreyya’nın gerçek bir ‘hayat insanı’ olduğunu ve hayatta böyle (herkesin acısına dokunarak) yürüdüğünü düşünmüşümdür hep. Gezi olaylarının en başında, Gezi parkına giden ilk kişilerden biri olması da bunu gösteriyordu. Sokağa, hayata yakın, korunaklı odalara uzak bir ‘hayat siyasetçisi.’ Yıllarca aynı iki ceketi giymesi ve mülkiyetten uzak durması da bu hayat siyasetini tamamlar. Hayat ve siyaset arasında bir ayrım yoktur, hem haldirler. Hayat ve siyaset iki ayrı kelime değildir.
Sırrı Süreyya iyi bir hikayecidir
Siyasete ‘bulaşmadan’ önce, Sırrı Süreyya evvela yönetmen ve senaristti, bir hikaye anlatıcısıydı. İlk filmi Beynelmilel, Türkiye’nin ‘karanlık’ darbe tarihine, hüzünlü ve komik bir pencere açan, bir 80 darbesi filmiydi. Adıyaman’da geçen film, gevendelerin başına gelenler, otoritenin baskıları, militer düzenin absürd boyutları, devrimci heyecanlar ve (tabii ki) araya sıkışmış bir aşk hikayesiyle bir ‘tatlı-acı’ dönem manzarası sunuyordu. Enternasyonel marşı ‘yerlileşip’ beynelmilel olunca yaşananlar ve yaşanamayanlar. O filmi yıllar sonra tekrar izlediğimde, bütün bu şiddet, trajedi ve abesliğin içine insana (belli etmeden) umut veren bir tonun nasıl eklendiğini görmüş oldum. Sırrı Süreyya hikayeciliği, bence (ve genellikle) absürt ve tatsız bir yerden başlayıp, hafiften umutlu bir yerde biter. Böylece absürd ve tatsız bir ülkeden hafiften umutlu hikayeler çıkar. Hikaye anlatmanın gücü böyle bir şeydir sanırım. Hem filmlerde hem de hayatta.
Velhasıl, iyi ki geçmiş bu dünyadan ve bu ülkeden Sırrı Süreyya Önder. Törende açılan küçük bir pankartla uğurlayalım onu: Oxir be..