Sol ilahiyatın son müridi, Cansever'in karanfili - Şimdi kayboldu dilimiz. Gözyaşlarımızın sesi geliyor mu oraya

Tek başına şu topraklara sinmiş kanın sesini kesmek için kendini paralayan bir insanı o insanın herkese temas edebilme kudretini de kaybettik.

Sol ilahiyatın son müridi, Cansever'in karanfili - Şimdi kayboldu dilimiz. Gözyaşlarımızın sesi geliyor mu oraya

Murat UTKUCU

“Babaannem öldüğünde acını göstermemiştin bu kadar!”

Şaşırıyorum. İlk anda kötü hissediyorum. Annemin ölümü ile Sırrı’yı karşılaştırmak? Kızıma diyorum ki: “Annem seksen iki yaşındaydı. Yorgun kalbi direnemiyordu artık. İyi kötü uzun bir hayat sürmüştü. Oysa Sırrı çok genç öldü. Gidişinin sebebi yaşadıkları. Hayatı çaldılar ondan. Hayatını çaldılar. Canımı acıtan bu!”

Bir gün sonra sabah uyandığımda bu sözler geldi aklıma. Ve anladım ki cevap bu değil. Acının sebebi bu değil. Çok başka bir yerden geliyor çığlık.

….

2007 yılıydı Sırrı ile ilk tanışmamız. Mülkiye İzmir olarak, yıldızı parlayan Siyasallı yönetmenimizi davet etmiştik. Beynelmilel, yeni vizyona girmiş ve gönülleri fethetmişti. Filme de yönetmenine de hayrandık. Tanıdıktan sonra hayranlık, derin bir sevgi, kalpten hissedilen dostluk duygusuna dönüşecekti. Toplantıda moderatör bendim. Dolayısıyla ilk tanıştığımız andan otele bıraktığım gecenin ikisine kadar bütün bir cumartesi bir arada olma şansını yakalayacaktım onunla. Bir başkası için böyle bir cümle kurmak ihtimal imkânsız. Bir günlük tanışıklık ile resmiyetin ötesinde bir bağ inşa etmek. Kulağa abartı geliyor değil mi? Fakat mevzubahis bizim Sırrı. Ve ona bağlanmak için beş dakika yeter de artar bile. Bu sözün gerçekliğini ispatlamak zorunda olmamak ne güzel. Herkes biliyor bunu. Toplantı sonrası bizim Cumbalı Ev’de yemek için buluştuk. Ve o yemekte Sırrı’yla içerden ve derin bir duygudaşlık oluştu aramızda. Bazen böyle olur: Hiç tanımadığınız ve beş dakika önce size yabancı gelen bir insan ile öyle bir ruha dokunuş, bir yoğunlaşma iç içe geçme yaşarsınız öyle bir karışırsınız ki şaşarsınız. Sonra ayrılır ve bir daha hayatınız boyunca birbirinizi görmezsiniz. Fakat o insani kaynaşma orada tek başına anıt gibi durmaya devam eder. Aşka benzer biraz. O tuhaf coşkulu bağlanma. İstisna ve harika bir insani hâldir. Hissettiğim bu oldu. Ancak bir mızrak gibi kalplerimize saplanan ölüm haberinden sonra hayretle gördüm ki onu seven ve bir şekilde şahsen hayatına giren her millet, din, cins ve yaştan on binlerce insan da meğer aynı teması kurmuş aynı karışma halini yaşamış. Buna hiç şüphem yok çünkü Sırrı için sel olan gözyaşlarımızın müsebbibi tam da bu ruh akışı değil mi aslında: Kendini olduğu gibi sunan bir insanın güzelliği. O yüzden değil mi o faşizan sefil ruhlar ordusu karşısında Sırrı tek başına bin kitapta okuduğumuz ne kadar insanlık değeri varsa hepsini tek başına temsil ediyor. Ve o yüzden değil mi milyonlarca gözden kaybının derin acısı sızıyor.

O akşam çok konuştuk. Direnişin yetmişli yılları ve Eylül karanlığından çıkıp gelen arkadaşlarıyla kucaklaştı. Mutluydu. Çok fotoğrafladım. Fotoğraflardan taşıyordu dingin saadeti. Sokaktaydı masalar ve gelen geçen duruyor, Beynelmilel’in yönetmenine sevgisini sunuyordu. O ise ne kadar mütevazı ve sokağımızdan biriydi. Ona “Üstad” diyordum. Aynı hitapla dönüyordu. Bu sıfatın yaratacağı iktidar alanını yok etmek için yapıyordu bunu. Biliyordum. Eşitlik istiyor ve kuruyordu ilişkide. “Sonraki proje ne Üstad?”demiştim. “Bir roman yazmak istiyorum ama üç kuşağı anlatacak, Cumhuriyet tarihini… Ne yaşandı ve çekildiyse. Adı da “O tozlar bu çamurları getirdi” olacak.” Uzun bir işsizlik sürecinin içinde ve durgundum. İşsizken eğlenmeyi sindirmek güçtür. Lakin dışında kalınca neşenin ruhun kapakları daha bir açılıyor sanki. Kitabın adını söyledi ve ben durmaksızın “Üç İstanbul” gibi dedim. Durdu. Yüzünün rengi değişti. “Çok tuhaf hissettim şu an.” dedi. Bunu kimseye söylememiştim. Tam da bunu yapmak istiyorum. Üç İstanbul gibi bir eser yazmak.”

Sırrı ile o sözünü ettiğim temas burada derine indi. Ruhundaki duygunun adını söylemek. İnsanın kalbindekini bir başkası gördüğünde arada mistik bir çekim oluşuyor. Bir gizi bilmek değil bu sadece. Yaraları dertleri hissetmek, cümleleri tamamlamak ve birinde saklı olan duyguyu ötekinin sırrında bulmak… Sonrasında Lavrion’dan bahsettim ve bir yıllık mülteciliğimi kaleme aldığımı. Yaz dedi ben filmini çekeceğim. Çok merak ediyorum o kampı. O günlerde Meksika Sınırı adlı programa katılıyordu. Popülaritesi bu programa her iştirakinde katlanarak artıyordu. Hitabetindeki aksan ile birleşen sokağın dili ve derviş bilgeliği ile yüklü sol tahayyül ilgi çekiyor, ışık saçıyordu. Onu dinlemek de izlemek de insanı rahatlatan huzur veren ama dirilten doğruluk ve eşitlik adına mücadeleye yönelten dini bir vaaz gibiydi. Lakin bu vaaz hiç ayar çekmiyor, kimseyi incitmiyor uzun kış gecelerindeki öykücü dedelerin anlattığı harika masallardaki gibi insani dersler içeriyor ve bu ilk kez yaşanıyordu. Televizyonlarda hiç böylesini görmemiştik. Gerçek miydi yoksa Show programındaki kurmaca karakter mi? Biz Siyasallı devrimciler gerçek olduğunu biliyorduk. Fakat her nerede olursa olsun sarayda ya da konduda, mutfakta yumurta kırarken ya da protokol önünde konuşurken duruşu, edası, tavrı ile karşımızda tek bir insan olduğunu o gün fark edecektik. İnsana ve mekâna göre değil kalbine göre davranan adam. O yüzden çok sevdik. Sevildi. Ve ne acı ki böyle bir siyasi özne ve sanatçı bunca yıldır bu seviyede görülmedi. Şimdi elimizde avucumuzdakini de yitirdik.

Meksika Sınırı’nı sevdiğimi söyledim ve sordum: “İslamcı çizgiden geliyorlar. Aran nasıl o arkadaşlarla?” “Birbirimizi anlıyoruz. İyi bir ilişkimiz var. Bir sosyalist olarak kendimi anlatıyorum. Duygumu fikirlerimi. Eğer karşı tarafa geçirebiliyorsak duyguyu yeter bu. Gerisi onlara kalmış. İçlerinde Tarık var. Duruş olarak fikir olarak bize yakın. Seviyorum onu.” Hatırladığım kadarıyla böyle söylemişti. Sosyalizm hayalinden söz etmişti o akşam. Bu tahayyülü şahsına münhasırdı ama. Said-i Nursi’nin tüm eserlerini sindirerek okumuş bir münevver olarak çoğu sosyalistten farklı ve şanslıydı. “İçerden” öğrenilmiş derin dini bilgisi vardı ve bu bilgi onu çok daha öne çıkarıyordu. Dinsel ritüele hakimiyeti üstüne halk hikayeleriyle hemhalliği ve üstüne senarist ve yönetmenliği üstüne sonrasında onu bizden koparacak işkencelerle yüklü dehşet bir mücadele geçmişi onu Batının seküler mahallesine hapsolmuş bir sosyalist olmaktan kurtarmakla kalmıyor Doğu’nun taşrasına sıkışmış bir devrimci olmaktan da çıkarıyordu. Batının ve Doğunun devrimcisiydi. Ve bu herhalde çok zor kazanılacak bir meziyetti. O sırada Kuran üzerine bir kitabım yayımlanmıştı. İslam üzerine okumalar yapıyordum. Siyasal İslam’ın yıldızının parladığı dönem. İlahiyatın sol aksı mümkün mü? İslam ile Sosyalizm aynı trende yol alır mı? Üzerine düşünüp duruyordum: Eşitlik ve özgürlükten yana ve mevcudun aksine kadın haklarını yükselten bir İslam Okulu çıkabilir mi? Madem her türlü tarik var neden sosyalist bir İslami yorum olmasın? Bu vesileyle dinsel inancı siyasete endeksleyen kitleyi soldan etkilemek mümkün olur mu? Sorular bu ve benzerleriydi. İhsan Eliaçık Hoca’nın tariki bir anlamda. Birkaç yıl sonra Birikim’in Sol İlahiyat sayısında ikimizin de makaleleri çıkacaktı. Yazımın başlığı tam da yukarıdaki gibiydi. O ise, engin dini bilgisiyle Ebu Zer üzerinden yola çıkıyor ve mülkiyetsiz bir adalet ve hürriyet sistemi olarak İslam üzerine kafa yoruyordu. Bugün ülkede gelinen nokta herkesin malumu. Sekülerizm ve Laisizm’i ıskalayıp dinsel referansları öne çıkaran her yolun despotizmle kavşakta buluşacağını düşünüyorum. Türk tipi Laiklik savunusu değil söylediğim. İnancın özgürce yaşanması önemli. Kimse inancını ötekinin tepesine balta olup indirmedikçe tabi. Görüyoruz ki din, gökyüzündeki Allah adına partileşmeye kalktığı anda ki başka türlüsü bugüne kadar mümkün olmadı, kurulacak olan Klerikalist otokratik bir rejimden başka bir şey değil.

Sırrı bir sosyalist ve ateistti. Ve dinsel referansları kullanırken bir “Mele” gibi Üstad. O dil eğreti durmuyordu, hiçbir sahtelik yoktu anlatısında. İçinden geldiği gibi kullanmakla kalmıyor sosyalist değerleri bu referanslarla birleştirebiliyor ve bu hiç de kulağa batmıyordu. İyi bir hatipti. Dilinin gücü bilmiş bir yerden değil de en alttakilerin ve ezilenlerin-mustazafların kalbinden konuşmasından geliyordu.

Sadece bu değil ama. Ölümü sonrası ona dair anlatılan binlerce hikâyede Sırrı’nın konuştuğu neyse tam da onu yaşıyor olduğunu gördük. Farklı kılan onu buydu işte. Adalet mi diyordu. Dostluktan mı bahsediyordu. Paylaşmak mı diyordu. Mülksüzlerin sesi mi oluyordu. Hepsini kendi hayatında hakikat kılıyor ve düşmanları bile bunu biliyor ona saygı duyuyorlardı. Bugün ortaya saçılan tüm o troll yalan ve iftiralarının neden dönüp kendini vuran kirli bir silaha dönüştüğünü ona düşmanlık edenlerin dahi nasıl boşa kurşun sıkmanın öfkesinde boğulduklarını daha iyi anlayabiliriz bu şekilde.

O günlerde sıklıkla televizyona çıkıyordu. O günlerde haber programları halâ izleniyordu. Ve onu her ekranda gördüğümüzde içimizde bir sevinç, geçiyorduk televizyonun karşısına. Sözünün büyüsü ve ağırlığı vardı. Sırrı söylüyorsa doğruydu, hakikatti, vicdandı, adaletti. Sırrı söylüyorsa vardı bir hikmeti ve sahiden de dinlemesi ne güzeldi. Çünkü o kendisi için bir şey istemiyordu ki? Hakları gasp edilmiş kim varsa artık Kürdü, Ermeni’si, Rum’u, çöp toplayıcısı, Alevi’si, tersane işçisi, fakiri için ses ediyordu. LGBT+ bireyleri için konuşuyordu. Ağacın bitkinin dilsiz hayvanların sesi oluyordu. En bilinmez en unutulmuş en ıstırap çektirilmiş kim varsa Sırrı’nın dili ona değiyor ve herkesi haberdar ediyordu.

Aşk da sevgi de uhrevi bir yükseliştir. Kitlesel sevgi ise hem tehlikeli hem metafizik. Sırrı’ya duyulan sevgi herhalde bu tür bir tehlikeden azadeydi. Çünkü bu sevgi hiçbir çıkar ilişkisiyle lekelenmemiş iktidar ve mülkiyet ile temas etmemiş bir ciğerden nefes alıp veriyordu. Bu sevginin kolektif ruhu o kadar yoğundu ki ölümü sonrası halkların gözyaşlarında görüldü bir kez daha ve onu bir bütün coğrafyaların dervişi mertebesine çıkarabildi. Bu mertebeyi hak eden bir insan olduğuna kim şahitlik etmez.

Herkesle bir projesi, yapılacak bir işi, çekilecek bir filmi, yazılacak senaryosu, demlenecek bir çayı vardı. İnsan kullanmakla ilgisi yoktu bunun. Ya da boş vaatlerin lafazanlığı ile. Beraber iş yapmak, kime temas ettiyse onlarla birlikte yaratmak, dönüşmek ve paylaşmak arzusuydu bu. El veriyor el alıyordu. Kolektif bir inşa içinde başka bir derinlikte yol almak. Cansever’in karanfilli eliydi. Hatta karanfilin kendisi. O kendini karanfilleştirmişti.

O akşam geç vakit araçla otele bıraktım Sırrı’yı. Bir ay sonra İşçi Filmleri Festivali’nde bir kez daha görüştük ayak üstü. Sonra bir iki telefonlaşma. Hikâyesini gönderdiğini hatırlıyorum. Fikrimi merak etmişti. Ve sonrasında o siyasette yoluna devam etti. Kürt Bahçesi’nde sulh ve hürriyet filmini çekmek için çok istediği romanını yazmaktan kendi filmlerini çekmekten vaz geçti. Bu filmin bedelini de ödettiler ona. Tıpkı Eylül Faşizminde olduğu gibi daha önce anayasal hak ve siyaset olan fiiller ceza olup bileklerine kelepçe oldu Sırrı’nın. Şikâyet dahi etmedi. Ettiği görülmemişti zaten ömrünün direniş terekesinde.

Dünya değişir, sokaklar değişir, hayat yenilenir insan da buna dair. Zaman içinde dilinde meziyet olan o dinî jargon giderek etkisini artırdı ve Sırrı’nın anlam dünyasını kuşattı. Öyle düşünüyorum. Hep vardı o etki lakin Sosyalist ruha içkin bir retorik iken retoriğin ruhu sardığını gördük ilerleyen yıllarda. Yazılarına sirayet eden ihata idi bu. Sözlerinin rengini belirleyen bir tonlama. Yazı Tura filmine ilişkin yazıdaki küçük bir paragraf kıyamet koparacaktı. Verdiği bir televizyon mülâkatında “Bana mürteci bile dediler” sözlerindeki ithamın kaynağı ihtimal bu yazıydı. Öncesinde sol değerler ile kültürel dini retorik ile vücut bulurken o yazıda retorik ile değerler sisteminde bir yer değiştirmenin gerçekleştiği görülüyordu. Okuyanlar için şaşkınlık vericiydi. Benim için de: Cumhuriyet ile Allah’ı mukayese ediyor, kuruluş sürecinde Allah’ın “haşa” silinirken devletin kendisini Allah yerine koyduğunu söylüyor ve buradan bir tür ceza felsefesine girerek İslam’da Allah’a karşı işlenen suçların affedilmediği Cumhuriyet rejiminin de aynı mantıkla muhaliflere ebedi ceza kestiğini söylemekteydi. Bu cümle belki kendisi böyle düşünmese dahi bir tür şeriatı mevcut rejime göre önceleme haliydi aslında. Allah’ın hukukunu Cumhuriyet hukukuna öncelemek. Niyeti ne olursa olsun! Kurduğu diskur, sahiden göklerden idare edilen bir dünya varmış gibi algı yaratıyor, Allah’ın Siyasi Partisi- Hizbullah- Allah’ın Hizbi’nin, gerçekte bizzat insan eliyle inşa edildiğini Resmi İslam’ın asırlardır bu inşa sürecinde ortaya koyduğu pratiği es geçiyor bir başka din kurguluyordu. Oysa Maraş’ın Alevi halkı, aynı İslam Hukuku’nu referans alan Sünni faşist cinayet şebekelerince “Allah adına” katledilmişti. Sırrı bunu biliyordu elbet. Hatta bu yüzden daha henüz çocukken işkenceli sorgulardan geçecek ve hapis yatacaktı. Barış sürecine dair katıldığı televizyon programında ise jargonda İslami ton o kadar baskındı ki Sırrı’yı tanımayan biri onun İslami siyasetin içinde olduğunu ikrar edebilirdi. Sorun bildiğimiz Sırrı’nın sevdiğimiz dilindeki renk koyulaşması değil bu renk kaymasının özgürlüklerimiz ve dünya için anlamıydı. Dünya mütemadiyen yıkılıp yeniden kurulurken bu dil Hürriyetimize ne katabilirdi. Bu dil kadın haklarına ne verebilirdi. Üstelik İslamist ortalama şehirli bir genç bile bu jargonun dışında bir yerde kendini konumlandırırken.

Sanki artık bir sünni dindar gibi düşünüyordu Sırrı inanç hususunda. Volkan Konak’a veda yazısında çok az Müslümanın vakıf olduğu gıyabında tek kişilik cenaze namazını uzun uzun anlatması, kendi cenaze namazına ilişkin talebi. Son on yılına baktığımda şahsi görüşüm onun ateizmi bir kenara bırakarak inançlı olmayı tercih ettiği yönünde. Bu hiç söylenmedi lakin bir eylem ve hayat insanı olan Sırrı’yı anlamak için eylem ve sözüne odaklanmak yeterli olabilir.

Peki bu önemli mi? İnanmak ya da inanmamak! Mesele mi bu şimdi? Nasıl olabilir ki? Eşitlik Özgürlük ve Enternasyonal bir dünya için, ağaçlar bitkiler kuşlar böcekler dâhil kimsenin aşağılanmadığı, ezilmediği, hırpalanmadığı bir halklar sofrası için, savaşsız bir coğrafya için hayatını ortaya koymuş emek emek çalışmış ve işkencelerden çıkan yorgun bedenine bakmayı barış için ihmal etmiş bir insanın, inancına bakmak ne sosyalizmin kitabında yazar ne beşerin. Arzuladığı dünya ve inşa ettiği o güzel hayatı önümüzde bir ders gibi dururken. Kadına, çocuğa, yaşlıya, muhtaç olan her kimse o herkese, LGBT+ bireyine, işçisine yoksuluna, hastasına, hayatta zorlanan hayatı zor olan kim varsa hepsine el veren bir insan! Sırrı bizdedir. Biz de Sırrı’da. Varlığı şu dünyayı güzelleştirdi. Bu kadar sarih ve kısa.

Şimdi anlıyorum ki tüm bu hikâyede, var olmasını bir zenginlik ve ezilenler için şans olarak gördüğümüz Sol İlahiyat’ı içselleştirmiş zaman içinde. Sol İlahiyatın kendisi olmuştu yaşarken.

Kimseyi incitmeyen en faşistine helallik veren bildiğimiz o ilahiyatın aksine modern insani değerlerle mücehhez, mülkiyet karşıtı iktidarla kavgalı, zorbaların önüne kılıçsız dikilen, mütevazı, naif iyicil yani muhatap olduğumuz o nobran imandan farklı, mazlumu rengine cinsine dinine milletine göre ayırmayan, kim zalimse karşı duran, halktan, “fakir fukaradan garip gurabadan” yani ezilenden mustazaftan yana ilahiyat.

İman ettiği bu ilahiyattı işte. Son harfindeki çizgisine kadar Merhametli Sosyalizm’e içkin bir ilahiyat! Ve onun son temsilcisi olacaktı dünya üzerinde.

…………….

Kızım o gün bana Annemin vefatında acımı bu kadar göstermediğimi söylemişti. Buna şaşırmış hatta biraz bozulmuş ve açıklarken meseleyi annemin bir hayat yaşadığı ancak Sevgili Sırrı’nın elinden bu hakkın alındığını söylemiştim. Ama böyle değilmiş meğer. Sonra anlayacaktım. Mesele meğer dilimizin öksüz kalması imiş. Bizim ulaşamadığımız ve yüreklerimizi de ötekilerin hadsiz hoyrat nobranlığına kapadığımız bir coğrafyada o bir dil ve yürek köprüsüydü. Ahmet Arif’in deyişiyle yürek işçisi. Birbiriyle arası kopuk ve bozuk milyonlar onun üzerinden birbiriyle temas ediyorlardı. Ve aslında ne kadar düşmanca davransalar da Sırrı’nın dili üzerinden dinginlik ve barış talep ediyorlardı içerde bir yerde. Ölenin arkasından en rezil yalanları selam verir gibi söyleyen o bedhahlar için de söylüyorum bunu. Çünkü onlar bile Sırrı’yı vicdanın sesi olarak dinliyorlardı söylenip dursalar bile. Saygı uyandırıyordu çünkü. İyi ve adil olanı anlatıyordu sesi ve toplumun ortak kanısıydı bu. Bunu Sırrı bizzat eylemiyle sözüyle hayatıyla yaratmıştı. Ona duyulan sevgi bir reklam projesi değil hakikatti ve hayatı buna delil ve şahitti.

Ve işte biz o şahidin dilini kaybettik. O dili kaybettik. O köprü yıkıldı şimdi ve bir benzeri de yok ki çıkıp geçelim karşı kıyıya. Becerimiz yok ki kendimizi koyalım yerine. Kızımın işaret ettiği bedenimden taşan acının sebebi buydu. Sadece güzel bir insanı kaybetmedik. Tek başına şu topraklara sinmiş kanın sesini kesmek için kendini paralayan bir insanı o insanın herkese temas edebilme kudretini de kaybettik.

Eksikliği dolmayacak ve bu ülke için ne büyük talihsizlik.

Yıllar önce Ahmet Kaya için yazdığım cümle ile bitiriyorum. İkisine de ecel kuşları, zor kaderlerinin ustura kesiğiyle kısalan hayatlarına erkenden konuverdi.

Tu di nava dilê gelan de yî hevalê hêja.*

*Sen halkların yüreğindesin değerli yoldaş!

*Kürtçe çeviri için Heval Şeyhmus Diken’e teşekkürler.

sırrı süreyya önder