Yeni diyalog süreci üzerine birkaç not
Peki bir ulus kendi kaderini tayin etmek isterken neden bir başka ulusun demokratikleşme sorununu kendine dert etsin? Çünkü ulusal sorun ile demokratik sorun, Kürt halkının kendi kaderini Türkiye halklarıyla birlikte tayin etme yönündeki kararı neticesinde birbirine bağlanmıştır.

Azad AKTAY
İçinden geçtiğimiz dönemin Türkiye siyasi tarihi açısından kritik bir öneme sahip olduğunu belirtmiş ve Meclis tutanaklarına bakarak TBMM’nin bu süreçte üzerine düşen rolü oynamadığını vurgulamıştık. Ayrıca bu dönemin tarihi bir öneme sahip olmasının nedeninin, eğer süreç selametle neticelenirse, Kürt Sorunu bağlamında Türkiye siyasal yapısında önemli bir kırılmanın meydana gelmesi olduğunu söylemiştik. Kürt Sorununun çözümü için artık “çatışma ve şiddet zemininden hukuki ve siyasal zemine” geçiş ve demokratik bir toplumun inşası için çalışma önerisi en yetkili (birincil muhatap) kişi tarafından Türkiye halklarıyla paylaşılmıştı. Lakin hukuki ve siyasal zemine geçiş ne yazık ki hâlâ mümkün olamadı. Bunun nedeni ise görüldüğü kadarıyla Kürt Sorununun çözümü için inisiyatif alacak aktörlerin rollerinin ve bu aktörlerin ne tür bir sorunu (“Ulusal Sorun” mu yoksa “Demokratikleşme Sorunu” mu?) çözmek için müzakere ettiğinin netleşmemesinden kaynaklanmaktadır.
Süreç şimdiye kadar bildiğiniz üzere iki aktör üzerinden yürüyor: PKK lideri Abdullah Öcalan/PKK ve Türk devleti. Ama birçok farklı aktörün kısmi katılımıyla “ilerliyor”: DEM Parti, AKP, MHP… Ve tabi bu aktörler bu süreçte belli düzeylerde inisiyatif almakta, sorumluluk üstlenmekteyken süreçteki en kritik aktörlerden biri olan HALK(LAR) henüz ufukta görünmemektedir.
Kürt Sorununun demokratik çözümü açısından gerek devlet tarafında gerekse de Kürt tarafında aktörlerin rolüne dair açıklığa kavuşturulması gereken bazı noktaların olduğu aşikâr. Bu noktalar açıklığa kavuşturulmadığı taktirde de anlaşılan demokratik bir çözüm gerçekleşmeyecek ve barış toplumsallaşmayacaktır. Böylesi bir senaryoda ise müzakereler en fazla (eğer devam ederse ve eğer bu şekilde ilerlerse) yukarıdan aşağıya dayatılmış olan bir “negatif barış” ile sonuçlanacaktır. Barış toplumsallaşmadığı için de toplumsal kutuplaşmalar ortadan kalkmış olmayacak ve bu durum ırkçı/faşist partiler tarafından suistimal edilmeye uygun bir siyasal iklim yaratacaktır. Bu tür risk ve olasılıklar önümüzde durmakla birlikte bu yazıda, özellikle son haftalarda yaşanan gelişmeleri dikkate alarak, sürecin selameti ve Türkiye’nin demokratikleşmesi için dikkat çekilmesi gerektiğini düşündüğümüz birkaç noktaya işaret etmeye çalışacağız:
Ulusal Sorun (Kürt Sorunu) ile Demokratikleşme Sorunu (Türkiye’nin sorunlu sosyo-politik düzeni) arasındaki fark ve ilişkiye dair,
Halk(lar)ın rolüne dair,
DEM Parti’nin rolüne dair,
PKK ve lideri Abdullah Öcalan bağlamında roller ve sorumluluklar, medyaya yansıdığı kadarıyla, net olduğu için tartışılacak pek bir husus yoktur. Başından beri PKK, Abdullah Öcalan’ın çağrısına mutlak anlamda uyacaklarını yani kendisiyle uyum içinde olacaklarını belirtmiş, ayrıca daha hızlı kararlar almak için Abdullah Öcalan’ın koşullarının düzeltilmesi gerektiğine dair de açıklamalar yapmışlardır. Bunun dışında, lider-örgüt arasındaki ilişki veya rollerin dağılımında bir sorun varsa da tespit etmemiz mümkün değildir çünkü Abdullah Öcalan’ın dışarısıyla ve örgütüyle kuracağı ilişki (Kandil’e gönderilen mektuplar) tümüyle devletin izni dahilinde “kamuya” kapalı olarak gerçekleştirilmektedir. Ne yazık ki hem halkların bilgilendirilmesi hem de bu aktörlerin rol dağılımının açığa kavuşması bakımından kritik öneme sahip olan sivil toplum örgütleri ve gazeteciler (1) sürecin uzağında tutulmaktadır. Bu tür yapısal engellerden ötürü Abdullah Öcalan ve lideri olduğu örgüt arasındaki ilişkiye dair yorum yapacak veriden yoksunuz. Öte taraftan, işin Türkiye tarafında ise roller pek net değil. Şimdi müsaadenizle bu rollere dair önemli gördüğüm birkaç not düşeyim.
Ulusal sorun ve demokratikleşme sorunu arasındaki metodolojik fark
Siyasi partilerin çoğu ve bazı yazar çizerler, süreç başladığından beri çoğunlukla sürece dair endişe ve kaygılarını dile getirerek Kürtlere AKP/MHP tarafından kandırılmamaları için akıl vermekle meşguller. Halbuki bir önceki çözüm sürecinde de aynı şeyi yapmışlardı. Sonrasında süreç bitmiş, ulusal sorun olarak Kürt Sorunu tekrar rafa kaldırılmış ve gündem yine sadece Demokratikleşme Sorunu (Türkiye’nin sorunlu sosyo-politik düzeni) olmuştu. Kürtler de bu iktidar sorununun çözümü için Erdoğan’la anlaşmaktan ziyade sonraki seçimlerde “bağrına taş basmış”, demokrasi mücadelesini büyütmek için elini taşın altına koyarak demokratikleşme sorununu çözmeye ve Kürt Sorununu tekrar raftan indirmeye çalışmıştı. Ama Kürtlerin hemen tepesinde muhalifler sürekli olarak (gerek yerel veya genel seçimlerde gerekse de Kürt Sorununa yönelik herhangi bir gelişme vuku bulduğunda) Demokles’in kılıcı gibi işbirlikçi, ihanetçi türünden söylemleri sallamaya devam etmişti ve ediyor.
Yukarıda da belirttiğim üzere bu yeni süreçte de Kürt Sorunu başından beri Türkiye’deki Demokratikleşme Sorunu ile haklı olarak bir şekilde ilişkilendirildi. Ama burada sorunlu olan nokta bazı “muhaliflerin” Türkiye’nin demokratikleşmesi ile Kürt Sorunu arasında kurmuş oldukları tezat ilişki. Bu kesimlere göre Kürt Sorununun çözümü amacıyla Kürtlerin devletle müzakere etmesi Türkiye’deki mevcut anti-demokratik düzeni daha da pekiştirecektir. Siyasal alana bakıldığında bu tezi farklı nedenlerle savunan farklı kesimler olduğu görülecektir. Mesela bu kesimlerden bazıları ya Kürt hareketini siyasal birikim açısından yeterli görmemektedirler ve bu yüzden Kürtlere güvenmemektedirler ya da Kürt hareketiyle aralarında varsaydıkları ideolojik-siyasal farklılıktan ötürü Kürt hareketine güvenmemektedirler. Irkçılar ise bir başka ulusla eşitlenmeye kökten karşı oldukları için bu eşitliği örmeye yönelik olan bu sürece doğrudan karşı çıkmaktadırlar. Zaten sürece karşıt olduklarını ve süreci sabote etmek için ellerinden geleni yapacaklarını açık açık söylemektedirler.(2) Bütün bu kesimler yaptıkları değerlendirmeler neticesinde Kürtlere veya Kürt hareketine farkı farklı sıfatlar yakıştırmayı uygun görüyor.
Kürtlerin geçmiş diyalog ve müzakere süreçlerinde ortaya koymuş oldukları ilkeli siyasal duruş ortadayken ve bu ilkeli siyasal duruş neticesinde hâlâ binlerce Kürt cezaevlerinde yıllardır bedel ödemeye devam ediyorken bu kesimlerin hâlâ Kürtlere bir türlü güvenememesini, Kürtlerin siyasal aklını küçümsemesini (3) (şüphe etmesi değil küçümsemesi yani pederşahi bir yerden Kürt siyasal aklına yaklaşması) sanırım Kürt hareketine veya genel olarak Kürtlere olan bilinçli veya bilinçsiz ilgisizliğin, uzaklığın, mesafeli duruşun bir göstergesi olarak okumak yerinde olacaktır.
Ulusal sorun ile sınıf sorununun kesiştiği coğrafyalarda sol/sosyalist mücadelenin nasıl bir yol izlemesi gerektiği, bu sorunlardan hangisinin çözümünün siyasal strateji açısından daha acil ve doğru olduğu (öncelik-sonralık sorgulaması) türünden tartışmalar ezen ve ezilen ulusun sosyalistlerinin içindeki/arasındaki bölünmelerin temel nedenlerinden biri olagelmiştir. Aynı hedefi kendine amaç edinmiş olup o hedefe ulaşmak için tarihsel-toplumsal analizler yaparak farklı yollar öneren sosyalistler ya birbirlerini kimlik körü olmakla (sınıfa kaçmak) ya da sınıf körü olmakla (sınıftan kaçmak) itham etmişlerdir.(4) Kürt sorununun çözümü de böylesi bir tartışmaya konu olmuş ve özellikle 1960’ların sonu- 70’lerin başında yapılan tartışmalar Kürt sosyalist solunun ayrı örgütlenmesiyle sonuçlanmıştır. Bu tartışmalar ara ara kıyıda köşede cılız bir şekilde nüksetse de gündemde pek yer edinemediği için kısa sürede sönüp gitmektedir. Öyle anlaşılıyordu ki taraflar yazısız bir anlaşmayla “kim önce hedefe ulaşırsa onun dediği olsun” demiş ve birbirlerinin yakasından ellerini çekmişlerdi.
Bugünkü müzakere sürecinde ise her iki tarafın da gündeminde ön plana çıkan ortak bir başka kaygıdan bahsetmek mümkün: Türkiye’nin demokratikleşmesi. Birbirlerine ayak bağı olmamaları kaydıyla farklı kulvarlarda demokratik sosyalizm mücadelesini sürdürmek bu gündem maddesinin ön plana çıkmasıyla sekteye uğramış gözüküyor. Çünkü yukarıda bahsi edilen kesimler Kürt Sorununun çözümüne yönelik Kürtler ve devlet müzakere etmeye başladığı anda hükumetin Kürt Sorununu kendi çıkarları doğrultusunda araçsallaştırmaması için Kürtlere çeşitli uyarılarda bulunmaya, onları tembihlemeye veya sürece dair bazı şerhler düşmeye başladılar.(5) İşin özü o yazısız anlaşma tekrar bozulmuşa ve bu tartışmalar tekrar raflardan indirilmişe benziyor.
Bu durum hem Kürt Sorununun çözümünde hem de Türkiye’de demokratik bir düzenin oluşmasının önünde engel teşkil etmektedir. Farklılıkları, muhalifleri, devrimcileri birbirine kırdırarak, düşmanlaştırarak yol almanın egemenler tarafından siyasal bir strateji olarak kullanıldığı bir dönemde bu tür yaklaşımlar egemenler dışında hiç kimsenin yararına olmayacaktır.
Hükümetin yaptığı herhangi bir anti-demokratik hamle neticesinde hemen bazı kişi, kurum veya partilerin yönünü Kürtlere çevirmesi ve Kürtleri süreci bitirmeye yönelik hamleler yapmaya zorlaması ve hatta bir samimiyet göstergesi olarak süreci sonlandırmayı Kürtlerin önüne koyması siyasal strateji açısından mantıklı değildir. Onun yerine hem demokratik bir toplumsal muhalefet örgütlemek hem de Kürtlerle dayanışarak Kürt sorununun çözümüne yönelik devleti adım atmaya zorlayacak bir siyasal strateji esas alınabilir. Dolayısıyla, ulusal sorun ile Türkiye’nin demokratikleşme sorunu arasında metodolojik bir ayrım yapmak belki işimizi biraz da olsa kolaylaştırabilir. Kürt sorununda muhatap devletken, Türkiye’nin demokratikleştirilmesinde muhatap hükümettir. Birincisi için diyalog ve müzakere ile Kürtlerin “sözde vatandaşlık” (6) statüsünden “eşit yurttaşlık” statüsüne kavuşması amaçlanırken; ikincisinde legal zeminde ideolojik-siyasal mücadele ile daha iyi bir sosyo-ekonomik ve politik düzenin inşası için iktidarı elde etmek esastır.
Peki bir ulus kendi kaderini tayin etmek isterken neden bir başka ulusun demokratikleşme sorununu kendine dert etsin? Çünkü ulusal sorun ile demokratik sorun, Kürt halkının kendi kaderini Türkiye halklarıyla birlikte tayin etme yönündeki kararı neticesinde birbirine bağlanmıştır. Kürtleri temsil eden hemen hemen bütün Kürt siyasal partileri ve sivil toplum kuruluşları bu süreci desteklediğini veya olumlu bulduğunu beyan ederek Türkiye’de Kürtlerin kendi kaderini “ortak yaşam”dan yana kullanmasına onay vermiştir. Bu kararla birlikte Kürt Sorununun çözümü ile Türkiye’deki demokratikleşeme sorunu arasındaki ilişki de kurulmuş oluyor.
Halk(lar)a dair
Bu barış sürecinin kendisini özgürleşmeye doğru atılacak bir adım olarak görmek yerine barışırken özgürleşeceğimiz (yani hem barışıp hem özgürleştiğimiz) bir şekilde örmek belki de en doğru stratejik yaklaşım olacaktır. Bunun için aktörler arası toplumsal ilişkinin sürekli gözden geçirilmesi ve bir başka toplumsal ilişki biçiminin süreçle beraber inşa edilmesi önemlidir. Jacques Ranciere seyirci bağlamında özgürleşmeyi şu şekilde tarif ediyordu; “Eylemde bulunan ile izleyenler arasındaki, birey ile kolektif bir yapının mensupları arasındaki sınırın belirsizleşmesi (s. 23).” (7) Bu yaklaşımı siyasal aktörler arasındaki ilişkiye de uyarlamak mümkün. Süreç boyunca mevcut toplumsal ve siyasal ilişkilerde ısrar eden aktörleri başka bir dünyanın inşası doğrultusunda zorlamak ve bunun için demokratik toplumsal mekanizmalar inşa etmek gerekmektedir. Tam bu noktada ismi olan ama cismen henüz var olmayan bir aktör olarak HALK(LAR)A bakalım.
Pierre Bourdieu’ya referansla siyaseti bir alan olarak düşünecek olursak; bu alanda oynanan oyunda halklar ne sahada oyun kuran oyuncudur ne de statta tezahüratlarıyla takımına destek olurken rakibini demoralize eden taraftardır. Halklar evinde, iş yerinde veya kahvehanede oyunu TV’den izleyen pasif izleyicilerdir. Öfkesi de kendisinedir; sevinci de kendisinedir. Burada bu duygulanımların anlamsız veya gereksiz olduğunu söylemiyorum. Fakat bu duygulanımlardan ne sahadaki oyuncuların ne de stattaki taraftarların etkilenmediğini söylemeye çalışıyorum. Bir diğer ifadeyle, izleyicinin siyasal alanda oynanan oyuna olan etkisi çarpımda 1, toplamda 0’dır. O zaman izleyici, taraftar ve oyuncu arasında inşa edilmiş olan katı görev dağılımını daha da billurlaştıracak olan temsili demokraside ısrar etmek yerine; bu sınırları buğulaştırarak herkesin (aktörlerin) herkese (aktörlere) öğrettiği ve herkesten (aktörlerden) öğrendiği bir toplumsal ilişki biçimini örmek hem “pozitif barışı” inşa etmemizi hem de birbirimizle barışırken özgürleşmemizi de sağlayacaktır.(8) Ranciere’in belirttiği üzere: “Zira bütün icralarda söz konusu olan, bildiğimiz şeyle bilmediğimiz şeyi birbirine bağlamak; hem yeteneklerini sergileyen icracılar olmak hem de bu yeteneklerin yeni bir bağlamda, yani başka seyirciler nezdinde neler yaratabileceğini inceleyen seyirciler olmaktır (s. 25).”
DEM Parti’ye dair
Görünürdeki “halk için halka rağmen” anlayışı yerine halkların bir parçası olduğumuzu bilerek halklara inanarak(9) hep beraber bu süreci örgütlemek ve ilerletmek değerli, başarılı ve de en demokratik sonuca ulaşmamızı sağlayacak bir siyasal strateji olacaktır. Tam bu noktada Hardt ve Negri’nin temsil ve demokrasi arasındaki zıt ilişkiye dair yaptıkları bir saptamayı hatırlatmak da yerinde olacaktır: “İktidarımız [Çokluk’un iktidarı kast edilmekte] bir yönetici grubuna aktarıldığı zaman, hepimizin idaresi artık söz konusu değildir, iktidardan ve yönetimden ayrılmış oluruz (2011: 261).”(10) Halkların “yönetimde” olmadığı bir sürecin demokratik olmayacağı ve demokratikleşmeyle sonuçlanmayacağı da en başından bellidir. Temsil edilenler ile temsilciler arasındaki açının kapanarak muğlaklaşması Kürt Sorununun demokratik çözümü açısından kritik bir öneme sahiptir. Bu açıdan DEM Parti’nin barışı toplumsallaştırmak amacıyla 28 büyük şehir, 25 il merkezi ve 86 ilçede “Barış ve Demokratik Toplum İçin Halk Buluşmaları”(11) adıyla yürütmüş olduğu halk buluşmaları kıymetli olmakla birlikte bu tür çalışmaların sürecin selameti ve demokratik çözümü için daha fazla büyütülmesi ve çeşitlendirilmesi gerekmektedir. Tabi halkın kendi öz örgütlülüğüne dayalı organlar/kurumlar/konseyler kurulmadıkça DEM Parti’nin bu tür değerli çalışmaları halkla görüş alış-verişinin ve hesap verilebilirliğinin ötesine geçmeyecektir. Dolayısıyla DEM Parti’nin çalışmalarının bununla sınırlı kalması elbette ki yeterli olmayacak ve yöneten-yönetilen ilişkisini radikal anlamda değiştirmeyecektir. Bunun başarılması hükümeti de toplumsal barış için adım atmaya zorlayacak demokratik siyaset mekanizmalarının icat edilmesine büyük katkı sağlayacaktır.
DEM Parti ile ilgili bir diğer kritik nokta ise birbirinin içine girerek girift bir hâl almış olan Kürt Sorunu ile Türkiye’nin demokratikleşme sorununun çözümünü eşzamanlı olarak yapmak zorunda olmanın getirdiği zorluktur. DEM Parti bir taraftan Kürt sorununun demokratik çözümü için devlet ile müzakere yürütürken, öbür taraftan da Kürtler, Türkiye halklarıyla “kader ortaklığı” yapmayı tercih ettikleri için Türkiye’nin daha fazla demokratikleşmesi amacıyla demokratik siyasal mücadele vermeye devam edecektir. Ulusal sorunun çözümüyle “eşit kardeşlik hukukunu” (karşılıklı eşitlenme) ve demokratikleşme sorununun çözümüyle de “demokratik toplumu” (birlikte kurtuluş) yaratmaya çalışacaktır. Bu iki sorunun çözümünü yukarıda belirttiğim üzere eşzamanlı olarak götürmek zorlayıcı olacaktır.
Ekrem İmamoğlu örneği bu zorlayıcı süreçlerden belki ilkiydi (umarız sonuncu olur). Üç dönemdir bir devlet politikası olarak Kürt şehirlerinde HDP’li, DBP’li ve DEM Partili belediye eşbaşkanlarının yerine yapılan kayyum atamaları artık yönünü Batı’ya (şimdilik İstanbul’a) çevirdi. Buna paralel olarak süreç başladığından beri (haklı veya haksız; iyi niyetli ve art niyetli fark etmeksizin) şüphelerini, endişelerini ve kaygılarını dile getirenler de gözlerini DEM Parti’ye çevirdi. Bu aşamada DEM Parti’nin nasıl bir hamle yapacağı merak konusu olurken; DEM Parti Ekrem İmamoğlu’nun gözaltına alınmasını aynı gün “toplumsal muhalefeti engelleyen açık bir ‘yargı ve iktidar yapımı’ ortak sivil darbe” olarak nitelendiren bir açıklama yaptı. Bu “sivil darbeye” karşı toplumsal muhalefetle dayanışmak amacıyla İstanbul’daki Newroz kutlamasından hemen sonra DEM Parti Eş Genel Başkanı Tuncer Bakırhan, Saraçhane’de CHP Genel Başkanı Özgür Özel’le ortak bir açıklama yaptı. Türkiye’deki demokratikleşme sorununun çözümüne yönelik yaptığı bu ve diğer hamlelerde bir önceki çözüm sürecinden farklı olarak sorunu bir “şahsa” indirgemek yerine bu sivil darbenin Kürt Sorunuyla olan ilişkisine dikkat çekti. Bir diğer ifadeyle “Kurtuluş yok tek başına ya hep beraber ya hiçbirimiz” dedi. Böylece meseleyi bir şahıs sorunundan ziyade sistemik/yapısal bir sorun olarak formüle etti.
Bir üçüncü siyasal hattı örmeye çalışan DEM Parti, AKP/MHP iktidarının anti-demokratik politikalarına muhalefet edecek, güncel siyasal gelişmeler doğrultusunda halkla birlikte tavır belirleyecek, pozisyon alacak ve bir yol işaret edecektir. Lakin DEM Parti Kürt Sorununun çözümünde de aktif rol alan bir siyasal parti olarak bunu yaparken ipin üstünde yürümeye çalışan bir akrobat gibi çok dikkatli hareket etmelidir. Ulusal sorun ile demokratikleşme sorununun muhataplarını (sorunlar arasında olduğu gibi muhataplar arasında da mutlak bir ayrım yapmak mümkün olmamakla beraber en azından metodolojik bir ayrım yapmak meseleyi daha anlaşılır kılacaktır) birbirine karıştırmamalıdır. İkisi arasındaki dengeyi korumalı ve birini diğerinin uğruna feda etmemelidir. Barışın ve demokratik toplumun ilkelerini belirlemeli ve sürekli halkın hakemliğinde ve katılımında süreci selamete erdirmek için çalışmalıdır. Sanırım tarihi bir sorumluluk üstlenmiş olan DEM Parti’nin böylesi bir sorumluluğu taşıyabilecek siyasal yetenek ve tarihsel birikime sahip olduğunu varsayabiliriz. Bu açıdan DEM Parti’nin kendisini 100 yılı aşkın bir politik sorunun çözümünde “postacı” olmaktan ziyade inisiyatif alarak sorunun çözümüne yönelik politik hamleler yapan bir oyun kurucu olarak konumlandırması hem kendine duyduğu inancın hem de bu yetkinliğin bir göstergesi olarak okunabilir.
Özcesi, demokratik bir toplumsal düzen ile Kürt Sorununun demokratik çözümü birbirine göbekten bağlıdır. Bundan dolayı DEM Parti bir taraftan Kürt Sorununun çözümü için meseleyi toplumsallaştırmaya çalışırken öbür taraftan da Türkiye’de demokratik bir toplumun inşası için mücadele yürütmektedir. Bu süreçte Kürtler Türkiye’nin demokratikleşme sorununun çözümü için Türkiye halklarıyla yoldaşlığını devam ettirirken; kendi ulusal sorununun çatışma ve savaş zemininden hukuki ve siyasal zemine geçişini sağlamak için diğer halkların dahili ve şahitliğinde devletle müzakere masasına oturmaktadırlar.
(1) İrfan Aktan kendisi dahil birçok gazetecinin Abdullah Öcalan’la röportaj yapmak için İçişleri Bakanlığına başvuru yaptığını ama henüz bir sonuç alamadığını belirtmektedir. İlgili yazı için bakınız: https://artigercek.com/yazarlar/irfan-aktan/ocalanla-roportaj-335003
(2) Eşitlenmeye dair açık ve net bir şekilde itiraz eden ırkçı yaklaşımların bu yazıda analizini yapmaya çalışmanın manasız olacağını düşündüğüm için bu ırkı yaklaşımlara dair söyleyeceklerimi bu tartışma özelinde bu cümleyle noktalıyorum.
(3) Anlaşılan bu pederşahi yaklaşım Kürtlerin siyasal aklıyla sınırlı değil. Tanıl Bora verdiği bir röportajda Kürtlere “yüksek teori” reva görülmüyor diyerek Kürt entelektüellerinin kendi ulusal meseleleri dışında başka konular hakkında konuşmalarının yadırgandığı bir eğilimden bahsediyordu. Röportajda bu mesele üzerine pek durulmamış ama yine de ilgili röportaj için bkz: https://kurdarastirmalari.com/yazi-detay-oku-88
(4) Tabi burada anakronizme düşmemek için şu kısa notu düşelim: Eskiden yapılmış olan tartışmalarda sosyalistler birbirlerini “sınıftan kaçtın” veya “sınıfa kaçtın” gibi terimlerle eleştirmiyordu ama birbirlerini eleştirirken kullandıkları kavramların (revizyonist, reformist, sosyal-şoven vs.) temelden bu iki ayrım üzerinden türetildiğini kast ediyoruz.
(5) Bu kesimlerden bazıları hakkında ilginç olan önemli bir nokta ise Kürtleri devleti değil iktidarı işaret ederek uyarmalarıdır.
(6) Yeğen, M. (2014). Müstakbel Türk'ten Sözde Vatandaşa: Cumhuriyet ve Kürtler. İstanbul: İletişim Yayınları.
(7) Ranciere, J. (2009). Özgürleşen Seyirci. İstanbul: Metis Yayıncılık.
(8) Tam bu noktada belki barış ve siyaset arasındaki ilişkiye dair kısa bir not düşmek yerinde olacaktır: Barış kavramıyla bütün çelişkilerin ortadan kalktığı bir toplumsal düzeni kast etmiyoruz. Barış ile siyasal alandan (“çatışma şiddet zemininden”) siyaset alanına (“hukuk ve siyaset zeminine”) geçişi kast ediyoruz. Kapitalist düzende mutlak bir barışın (sınıflar arası mutlak uzlaşının) mümkün olmayacağının farkında olmalıyız. Lakin bu durum mevcut koşullarda halklar arası barış arayışının gereksiz olduğu anlamına gelmemelidir. Dolayısıyla mevcut koşullarda barışı düşünmenin naif, romantik veya hümanist bir yaklaşım olduğunu savunanların halklar arası barış çabalarını ve arayışlarını önemsizleştirmesinin, gereksizleştirmesinin ve böylece halkları daimî bir savaşa mahkûm etmesinin hatalı olduğu belirtilmelidir. Kapitalist düzende mutlak barışın mümkün olmadığının farkında olmalı ama halklar arası barışı örmenin başka bir dünyanın (Sosyalist Dünyanın) mümkün koşullarından biri olduğu da asla unutulmamalıdır.
(9) Nemi (Erdoğan) Hocanın “başka bir dünyanın” kurucu Öznesi olarak tahayyül ettiği ama şimdilik “kayıp” olduğunu belirttiği “Halk”a dair kıymetli tartışması için bakınız: https://www.birgun.net/haber/kayip-halk-317297
Artık neredeyse bütünüyle unutulmuş olan bu siyasal Öznenin önemli bir parçası olan yoksulların bugünkü hallerine dair bkz.: Erdoğan, N. (2023). Kayıp Halk: Günümüzde Yoksulluk Halleri. İstanbul: İletişim Yayınları.
(10) Hardt ve Negri’nin de “başka bir dünyanın” kurucu Öznesi olarak tahayyül ettikleri Çokluk’a dair bkz.: Hardt, M., & Negri, A. (2004). Çokluk: İmparatorluk Çağında Savaş ve Demokrasi. İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
Azad AKTAY kimdir?
1992 Muş doğumlu. ODTÜ Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi mezunu. Aynı üniversitede Medya ve Kültürel Çalışmalar adlı programda yüksek lisans eğitimini tamamladı. Siyasal şiddet, göç, demokrasi ve Kürt sineması ilgi alanlarıdır.