Umut Sen Sözcüsü Başaran Aksu: Yoksullaşanların bir kıvılcımla sarayları, gökdelenleri yakması ihtimal dışı değil
Osman ÇAKLI
İSTANBUL - Türkiye son dönemde küçük ama yaygın şekilde işçi hareketliliklerine sahne oluyor. Pandemi sonrasıyla seyreden yüksek enflasyonla birikim süreci, işçi sınıfı içerisindeki yoksullaşmayı dalga dalga büyüttü. Bu dönemin kendi öznel koşullarının sanayi bölgelerinde, fabrikalarda, madenlerde genel bir memnuniyetsizlik yaratarak tepkiye dönüştüğünü söyleşinin üçüncü ve son bölümünde Umut Sen Sözcüsü Başaran Aksu’dan dinliyoruz. Aksu’ya göre işçilerin memnuniyetsizliği tek başına düşük ücret değil, mobbing, hakaret ve ağır çalışma şartları altında bir türden “haysiyet” refleksi de mevcut.
Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’in ifade ettiği orta vadeli ekonomi planı, yeni Anayasa tartışmalarıyla işçi sınıfının başta kıdem tazminatı hakkının ortadan kaldırılmasına dönük hummalı çalışmalar olduğunu, yerel seçimi kaybetmek istemeyen iktidarın kıskaca alınma potansiyelinin bulunduğunu anlatan Aksu, emekçi kesimlerin iş yerlerinde süreci kendi yararlarına çevirmeyi konuştuklarını söyledi. Söz Başaran Aksu’nun…
‘BİR VARLIK OLARAK DIŞLANMA KARŞISINDA DİRENÇ VAR’
Doğudan batıya, kuzeyden güneye küçük ama yaygın işçi hareketlerini görüyoruz, bu ne anlama geliyor, değişen ne?
2015’te ‘Metal Fırtına’ sonrası Metal işçilerinin MESS sözleşmesi sonrası bir fabrikadaki yüksek ücreti gerekçe göstererek büyük isyan başlatmışlardı. Onun öncesinde de 2008’de Tekel direnişini olmuştu. 2009 krizi ve krizin ülkeye yansımasıyla beraber fatura emekçi kesimlere yıkıldı. Ekonomideki çıkışsızlığın yükü emekçilerin üstüne bırakıldı. Bu küresel düzeydeki bir yaklaşımdı. İşçilerin bu yansımalara tepkileri oluyor. Uluslararası Sendikalar Konfederasyonu’nun açıkladığı verilere göre dünyadaki en kötü çalışma koşullarına sahip işçiler (ITUC) kölelik düzeninde çalıştırılıyor. Hukuki düzeyde de sermaye çevrelerince karşılanmış.
Bu ne demek?
İşveren örgütleri siyasi iktidarla birlikte muhalefeti de yatıştırarak kendi çıkarına uygun olan yasaları özellikle AKP döneminde hayata geçirdi. Bunun olduğu yerde işçiler, fiili grev ve direnişlerle haklarını arıyorlar. İş yerlerinde sistematik hale gelen mobbing, taciz, hakaret gibi uygulamalar karşısında ve düşük ücretlere karşı yurdun farklı yerlerinde dönem dönem hızlı, büyük parlamalar görüyoruz. İşçilerin hem siyaseten hem de toplumsal olarak bir varlık olarak dışlanma süreçleri karşısında gösterdikleri bir direnç var. En son Trendyol işçilerinin polis tarafından gözaltına alındığında ifade ettiği “kimsesiz işçiler” sloganının altını dolduracak biçimde işçiler kölelik dayatmasını görüyorlar. Bunun içerisinde yalnız olduklarını da biliyorlar. Ancak yalnızlığa rağmen, küçük ya da büyük, güçlü ya da zayıf kendi birlikleriyle haysiyetsizlik dayatması karşısında teslim olmayacaklarına dair irade gösteriyorlar.
Bu irade önümüzdeki dönemde hangi gelişmeleri doğurur?
Bir kehanette bulunmak zor.
‘OLAĞAN TEPKİ’
Peki, hangi potansiyelleri taşıyor?
Önümüzdeki aylarda MESS süreci var, görüşmeler başladı. Fabrikalarda işçiler, kendi taleplerini dile getirdikleri eylemler yapacaklar. Orta vadeli programla birlikte yeniden kıdem tazminatının gaspına yönelik hummalı çalışma var. İş yerlerinde buna karşı yükselen bir duyarlılık var. Yüksek vergi dilimleriyle ilgili sıkıntı var. İşçilerde buna karşı biriken bir öfke var. EYT sonrası iş yerlerinde çoğu işyerinde özellikle kamuda erken emeklilik dayatması var. Emeklilerin yaşadığı sorunlar var. Aralık ayının başıyla ilgili asgari ücretin tespit süreci var. Bütün bunlar süreç içerisinde belirli bir politizasyonu işçi topluluğu arasında yükseltiyor.
Ocak, şubat, mart aylarında bir yansımanın olması olağan bir durum olur. Bunun yanında bir de seçim süreci var. Yerel seçimlerin de oluşturduğu talepler olacak. Buradaki arayışın elini kuvvetlendiren bir durum söz konusu. İktidar ya da muhalefetin işçilerin sesini duymak gibi zorunluluğu var. İktidar açısından bir açmaz söz konusu. Talepleri karşılayacak mı, karşılamayacak mı? Para aradıkları emperyalist merkezlere orta vadeli programı uygulamakla ilgili tavizsiz davranacaklarını önerecekler. İktidar, işçinin talebini karşılayacak bir davranış düzeyinde olamaz ama seçimi kaybetmemek için olmak da istiyor. Bu da belli gerilimler, çatlamalar yaratacak ve işçi hareketinin belli parlamalarına neden olacak gibi görünüyor.
ENFLASYON YOLUYLA BİRİKİM POLİTİKASI VE SERMAYE TRANSFERİ
Aslında işçi sınıfının mevcut ahvalinin bu anlamda daha eski olduğu yazılıp çiziliyor. Bugünün öznel yanı ne?
Emekçi kesimler üzerinde, özellikle pandemi ve sonrasında uygulanan enflasyon yoluyla birikim politikası, oldukça korkunç sermaye transferine sahne oldu. Normalde 50 yılda yapılacak birikim transferi bu dönemde yapıldı. Sistem, bundan 5 yıl öncesine kadar bir ev ya da araba alabilme umudunu “somutlayabilme” koşullarını hissettirebiliyordu. Bugün bu da yok. Geleceksizlik, bütün işçi sınıfının üzerine binmiş durumda. İşçiler, çok çalıştıkça yoksullaştığı bir hakikat evreni içerisinde yuvarlanıyor. Bunu da görüyorlar ve çok yaygın. Özellikle beyaz yakalı kesimleri de rahatsız eden bir durum var. Mavi yakalılar alışkındı ancak emekçi kesimlerin tamamını geleceğe dair hayal kuramayan bir cendereye sıkıştırdılar. Bu cendereyi parçalayacak, kıracak eylemlerin ve direnişlerin zeminleri var. Mehmet Şimşek tekrar dünya turuna çıkacak, para arıyorlar. Emekçi kesimler süreci kendi lehlerine çevirmenin yollarını düşünecekler. Başka çıkış yolu olmadığı iş yerlerinde konuşuluyor. Ne olacaksa bu moment içerisinde olacak. 15-16 Haziran gibi bir süreç beklemiyorum ama imkânsız da değil.
‘İŞÇİLER İZLİYOR, NEREYE BAŞVURACAĞINI BİLİYOR’
İşçiler arasında bir mutsuzluktan ve memnuniyetsizlikten bahsediyorsunuz. Güncelde devam eden küçük ama yaygın grevler, bu alanda çalışan akademisyenlerin, sendikaların ilgi odağında oluyor. Toplumun geniş kesimlerinin ilgisine neden mazhar olamıyor?
Düzenin kendi muhalefet dizaynı, seçimlerde verili tablonun değişebileceğini emekçi kesimlere sattı. Görüldü ki buradan çıkış yok. Muhalefeti ve iktidarıyla, Korkut (Boratav) hocanın “tüm egemen sınıflar ittifakı” dediği şey bu. Yani muhalefeti ve iktidarıyla bir egemen sınıflar ittifakı var. Sermayenin büyük ve orta sınıfları arasında gerilim olmadığı, alt kesimler tarafından giderek fark ediliyor. Özellikle son 5-6 yıllık dönem emekçi kesimler tarafından siyasetin izlendiği bir dönem oluyor. Yakıcılık hissedildikçe kendi iş yerlerindeki insanlarla daha çok konuşuyor ve etrafta olup bitene daha fazla bakıyorlar. Bu elbette sübjektif bir gözlem. İşçi direnişleri kendi havzalarında çok daha fazla izleniyor. İş yerlerinde öncü işçi diyebileceğimiz bu insanlar tarafından izleniyor ve etraflarına aktarılıyor. Anadolu’da gezdiğimizde bunu görüyoruz. İzleyen işçiler, daha önce direniş yapmış işçiler bir tür networke sahipler. Bir kalkışma halinde nereye başvuracaklarını biliyorlar. Bunun izleri var. Bu direncin ve parlamanın kısa sürede işçiler tarafından koordine edileceğini düşünüyorum.
‘YOKSULDAN ALIP ZENGİNE VERMENİN FAİLİNİN KENDİLERİ OLDUĞUNU BİLİYORLAR’
Bu kavramayı ‘egemen’ güçler de yapıyorlar ve bir dizi önlemler alıyorlar. Agrobay’da, Trendyol’da Antep’teki tekstil işçilerinin eylemlerinde gördüğümüz dikkat çekici pratikler oldu. Asker, polis, belediye başkanı ya da milletvekili işçilerin isyanı sona ersin diye çaba gösteriyor. Bunun nedeni sizce ne?
Egemenlerin son dönemdeki direnişlere dair bir reaksiyonları var. Ermenek’te maden işçilerini yargılayıp ceza verdiler. Soma’da işçilere yurt dışı çıkış yasakları verdiler. Agrobay’da sendikalı işçilere iş yerine 500 metre yaklaşmama cezası verdiler. Düzce’de işçilerin çadırı her gün yıkılıyor ve iş yerine yaklaşmama cezası verdiler. Bu tutum, bir yasayla, mafyayla, kolluk eliyle korkutma işi. Çok hassas bir dönemden geçildiğini biliyorlar. Yoksuldan alıp zengine aktarma işinin faili olduğunu bildikleri için Şireci’de Eskişehir’de hemen devreye girip olayın diğer işçilere sirayet etmeden yalıtma ya da korkutma taktiğine başvuruyor. Egemenlerin, patronların ve iktidarın en büyük kozlarından biri de sarı sendikal düzen. Kriz döneminde de bu dönemde de Türk-İş’in, Hak-İş’in ve DİSK’in belli sendikalarıyla kurmuş oldukları düzen var. Her yerde ve metal fabrikalarında göreceğiz. Hatta Türk Metal Sendikası’nın birkaç gün önce yaptığı bir açıklama vardı. “Karıştıranlar var” diyor. İşçilerden bahsediyor. İşçiler mevcut taslağı beğenmiyor ve kabul etmiyor. Yoksa dışardan kimsenin süreci karıştırma ihtimali yok.
Bu sendikal sürecin de hiçbir işe yaramayacağı bir moment oluşabilir. Sarı sendikaların yapı olarak şiddetli dayaklar yiyebileceği manzaralar ortaya çıkabilir. İçine girdiğimiz dönem bunları da içerisinde barındırıyor. Seçime kadar sus payı verilse bile hiç kimsenin geçinemeyeceği tabloyu ortaya çıkacak. Türk-İş’in kendi açlık sınırı 13 bin 500 lira. Türk-İş’in toplu iş sözleşmelerinin yüzde 50’si 12 bin lira civarında. Açlık sınırının altında toplu sözleşme yapıyor, tablo bu. Seçim dönemlerinde ne muhalefet ne iktidar “işçi sınıfı, kölelik düzeni, sarı sendika” demediler. İşçiler kendileriyle ilgili konuşan kimseyi görmediler. İktidar emekçi toplulukları ne kadar yoksullaştırırsa onların iktidara olan politik bağımlılığının o kadar artacağını düşünüyorlar. Bu genel ama tehlikeli ve riskli sonuçtur.
Yoksullaşanların bir kıvılcımla sarayları, gökdelenleri tutuşturmayacağı ihtimal dışı değildir. Tarihte böyle örnekler var, korktukları da budur. Yargılama, şiddet, işkence etme, ceza verme işleri işçileri korkutmaya dönüp bir hamle. Bu hamlenin de işçiler arasında ters duygulanım oluşturduğu açık. Agrobay’da hem Binali Yıldırım’ın, Tuncay Özkan’ın patronla kanka olduğunu biliyor işçiler. İYİ Parti Genel Başkan Yardımcısı Sedat Aksakallı’nın Agrobay’ın avukatı olduğunu da biliyorlar. Bütün bunların kendisi politik bilinç doğuruyor. Yerellerde iktidar ve muhalefet yapılarının iç içe geçtiğini bunun da sömürü düzeyini artırdığını büyün işçiler görüyorlar.
‘SENDİKALAR İŞÇİNİN İTMESİYLE EYLEME ÇIKMAK ZORUNDA KALDI’
Bir de son dönemde bağımsız sendikaların ya da konfederasyonlar içerisinde az sayıdaki mücadeleci sendikanın domine ettiği işçi eylemlerini görüyoruz. Aynı zamanda işçilerin tazyikiyle eylem yapmak zorunda kalan sendikaları da gördük. İşçiler önündeki engellerden biri de sendikal bürokrasi mi?
Uzun yıllar sonra, 1994’den sonra Hak-İş’in İstanbul’da yapmış olduğu bir eylem yoktu. Bayrampaşa, Esenler, Sultanbeyli gibi AKP’li belediyelerde hem de İBB’de Hak-İş, eyleme çıkmak zorunda kaldı. Harb-İş Sendikası da uzun yıllardır eylem yapmıyordu. Gölcük’te, İstanbul Taksim’de eylemler yapmak zorunda kaldılar. Toplu sözleşmeli iş yerlerindeki durum bu iken barut fıçısı durumunu iyi düşünmek lazım. Öte yandan DİSK var. DİSK bir kulüp. Orada bir sendikal düzenden söz etmek mümkün değil. Sendika sayılabilecek Birleşik Metal var. DİSK’in sembolik bir önemi vardı, 10-15 yılda bunu çok hoyrat harcadılar. Kemal Türkler’in katilleriyle karşısında sınıf onuru gütmeden, sendikanın bütün değerlerini sarsarak fotoğraf verdiler. İşçiler böyle tercih ettiği için bağımsız sendikalarla yürüyorlar. Hantallaşmış konfederal yapılarla yürüdükleri zaman satılacaklarını biliyorlar. Bunun sonu olmadığını, daha atletik ve daha amatör davranan sendikalarla yürümeyi daha doğru buluyorlar diye düşünüyorum.
‘KIDEM TAZMİNATINA ÇÖKME PLANI YAPIYORLAR’
Orta vadeli ekonomik program ve yeni Anayasa tartışmaları daha çetin bir kapının aralandığını mı anlatıyor?
Din millet, iman, cemaat vs. gibi rıza mekanizmaları üzerinden yürüyen bir süreç vardı. Arabuluculuk ve mahkemeye başvuran 16 yıllık Agrobay işçisine 50 bin lira tazminat teklif ettiler. Mahkemeye gidince 3-4 yıl sürünüyorsun. Şimdi de kıdem tazminatına çökme planları yapıyorlar. Kıdem tazminatı fonunda birikecek parayı da holdinglere aktarmanın aracı olarak kullanacaklar. İşçi sınıfı açısından bu kırmızı çizgi. Yasal düzeyde Türkiye’de zaten mevcut haldeki sendikalar kanunu işlevsiz. On binlerce işçi işten atılıyor ama bakan, akşam sabah işveren örgütleriyle istişare içerisinde olmak dışında bir şey yapmıyor. Ortada sendikal hak kullanımı diye bir şey de yok. PTT-Sen yöneticilerinin tamamı işten atıldı. Fiilen Anayasa zaten yok. İşveren yasalara uymuyor. Yasa varmış gibi mücadele etmenin bir anlamı yok. İşçi sınıfının kendi açısından çıkarı neyse onu yasa olarak belirleyip mücadele etmekten başka şansı yok. Başka türlü yasa varmış gibi davranmak sahtekârlık anlamına geliyor.
-BİTTİ-
‘Bu sadece 54 Trendyol işçisinin değil, Türkiye’deki milyonlarca işçinin sorunu’