6-7 Eylül’ü görüp yaşayanlar anlatıyor

6-7 Eylül’ü görüp yaşayanlar anlatıyor
‘Yağmacılar motorlu kayıklarla, mavnalarla karşı yakadan Büyükada’ya gelmiş, kırıp yıkıp yağmalayıp ellerini kolların sallaya sallaya çekip gitmişlerdi.’

6-7 Eylül 1955 olaylarını yaşamış olanlar görüp yaşadıklarını aynen şöyle anlatmışlardı…

SIRPAZAN KAREKİN BEKÇİYAN ANLATIYOR

İstanbul Üniversitesi Tarih ve Sosyoloji Bölümü’nde hiç Ermeni yoktu. Arkadaşlarımın hemen hemen hepsi Türktü. Aramızda hiçbir sorun çıkmadı. Benim ders notlarımı alıp kopye çekerlerdi. Ayrıca İstanbul’daki Türk komşularımızla, yanında çalıştığım Türk parfümeri dükkanı sahibiyle iyi geçiniyorduk. İçimde Türklere karşı hiçbir kin yoktu.

Fakat geçmişten gelen acı hatıralar; annemden duyduklarım, atalarımın başlarına gelenler içimde bir tedirginlik, bir korku yaratmıştı. Babamın Aşkale’ye gönderilmesi, çocukluğumun babasız geçmesi bu tedirginliği artırmıştı.

Benim Almanya’ya gelme, Türkiye’den ayrılma kararımı vermeye iki olay neden oldu diyebilirim. Bunlardan biri, 6-7 Eylül 1955’de yaşadığım olayların korkusudur.

6-7 Eylül 1955 günü Büyükada’da yaşadıklarım

Ailemizin yoksul olduğunu söylemiştim. Babamın ayakkabıcılığı, annemin temizlikçiliği dört kişilik ailemizi geçindirmeye yetmiyordu. Bu nedenle, aile bütçesine katkıda bulunabilmek için ilkokuldan sonra, okul tatillerinde çalışmaya başladım. Önce evimizin yakınındaki bir berberde çıraklık yaptım. Çok iyi bir insandı. Ama fazla para veremiyordu. Ayrıldım. Evimizin yakınındaki bir parfümeri dükkânında iş buldum. Burada bir yıl kadar çalıştım. Patronumuz cimriydi, parası olduğu halde az para veriyordu. Buradan da ayrıldım. Başka bir iş aramaya başladım. Bir gazetede "Parfümeride çalışacak çırak aranıyor!" ilanını gördüm. Verilen adrese gittim. Karşıma bir eczane çıktı. Kafam karıştı. Eczacı bir Türktü. Adımı sordu. Çekinerek "Dikran" dedim.

"Çok iyi! Demek sen Ermenisin. Bak burada Ermeni kalfalarım var. Çok memnunum. Ama sen burada değil, Büyükada’daki parfümeri dükkânımda çalışacaksın. Dükkânda kalacaksın, yemekleri bizde yersin! Haftalığın seksen lira olacak! Kabul ediyor musun?" dedi. O zaman için iyi paraydı bu. Kabul ettim.

Evimizin sahibi ve babamın işvereni olan İbrahim Beyler de Büyükada’da kalıyorlardı. İbrahim Bey iyi bir insandı. Zaten onlara güvenerek işi kabul ettim. Kararımı akşam evdekilere söyledim. Memnun oldular. Ama tedirginlik içindeydiler. Annem, nasıl çalışacağımı, nasıl yaşayacağımı, nelere dikkat edeceğimi uzun uzun anlattı; öğütler verdi.

Ertesi gün Büyükada’da işe başladım. Dükkân sahibi bana işimi ayrıntılı bir şekilde açıkladı. Kalfaya, bana yardımcı olmasını, her şeyi öğretmesini söyledi. "Haydi bakalım! Hayırlı olsun!" diyerek anahtarları teslim etti.

Kısa zamanda işi kavradım. Zaten daha önce çalıştığım parfümericide işi öğrenmiştim. Bu dükkân sahibi, eski bir yüzbaşıymış. Askerlikten ayrılıp eczahane ve parfümeri dükkânı açmış.

Oğlu Haluk’la yakın arkadaş olmuştuk; ailesi çok anlayışlı insanlardı.

Çok iyi hatırlıyorum. Şimdiymiş gibi aynen gözümün önünde. 6 Eylül’ü 7’ye bağlayan gece, İbrahim Beyler’de kalmıştım. Genellikle onlarda kalmaya başlamıştım.

7 Eylül 1955 sabahı, İbrahim Bey beni yanına çağırdı:

"Bugün aşağıya inmeyeceksin. Dükkânı açmayacaksın. İskeleye falan gitmeyeceksin! Bana patronunun telefonunu ver. Ben onunla konuşurum!" dedi.

İbrahim Bey, çok tedirgindi. Yüzü hiç gülmüyordu. Tepedeki evden aşağıya neden inmeyeceğimi merak ettim.

"Ne oldu? Bir şey mi var?" diyebildim.

"Sen dediğimi yap. Bugün evden dışarı hiç çıkmayacaksın!"

Dediğini yaptım. Haluk ile beraber düşünmeye başladık. Bir yandan iyi bir gün geçireceğiz, kaçamak yapacağız diye seviniyor; bir yandan da "Acaba aşağıda, İskele’de ne var, ne oluyor?" diye merak ediyorduk.

Akşama doğru hem canımız sıkıldı, hem de merakımız arttı. Beraberce evden çıktık, İskele’ye doğru aşağı indik. Gördüklerimiz karşısında donup kaldık. Ne kadar Rum dükkânı, lokantası varsa yerle bir edilmiş, lokantaların masaları, sandalyeleri denize atılmıştı. Bu arada bir iki Türkün dükkânı da harap olmuştu.

Kim kırıp yıkmıştı? Rumların suçu neydi? Anlayamadık. Haluk birlikte hemen eve döndük. Çok korktuk. İstanbul’da olup biten korkunç olayları akşam eve dönebilen İbrahim Bey’den öğrendik. Korkum daha da arttı.

Yağmacılar motorlu kayıklarla, mavnalarla karşı yakadaki yerlerden, İstanbul’dan Büyükada’ya gelmiş, kırıp yıkıp, yağmalayıp ellerini kolların sallaya sallaya çekip gitmişlerdi.

Ertesi gün annemlerden haber aldım. Çok korkmuşlar. İstanbul’daki Rumların evleri, işyerleri, kiliseleri vb. yağmalanmış, kırıp dökülmüştü. Ermeniler de bu felaketten paylarını almışlardı. Daha önce çalıştığım berber dükkânı da saldırıya uğramış, yağmalanmış, her şey parçalanmıştı. Bir daha dükkânını açmadı. Bir zaman sonra kahrından öldüğünü öğrendim.

6-7 Eylül felaketinden sonra birçok Rum ve Ermeni Türkiye’yi terk etmek zorunda kaldı. Yolunu bulan kaçıyor, kendisi kaçamıyorsa çocuğunu, evladını kaçırmaya çalışıyordu. Benim de Almanya’ya gitmemde bu olaylar etkili oldu.

HOPALI RESSAM AYDIN KARAHASAN ANLATIYOR

6-7 Eylül 1955 olayları...

İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’nde öğrenime başladıktan sonra siyasi olayları gazetelerden takip etmeye çalışıyordum. Akademideki öğrencilerin, hocaların çoğu gibi ben de Menderes hükümetine karşıydım.

Kıbrıs meselesi alevlenmeye başladı. Yaşım 18 olmuştu. Delikanlı çağındayım. Dünyayı değiştireceğim! Ressam olacağım! Çevremi dikatle gözlüyorum.

Kıbrıs mitingleri yapılmaya başladı. Atılan slogan aynıydı:

"Kıbrıs Türktür, Türk kalacaktır!"

Bir gün yolum Taksim’e düştü. Büyük bir kalabalığın içinde buldum kendimi. İnsanları izliyorum. Birsi koluma girdi:

"Yahu sen Türk değil misin? Niye bağırmıyorsun?"

"Türküm!"

"Bağırsana!"

Yavaşça bağırdım.

"Yahu yüksek sesle bağırsana!"

Başımı zor kurtardım. Ne oluyordu? Türkiye nereye gidiyordu?

Daha sonraki mitinglerde "Ya taksim, ya ölüm!" diye bağırtılmaya başlandı insanlar.

Aydan aya, günden güne insanlar Rumlara, Yunanlılara, gayrimüslimlere karşı kışkırtılıyordu. O zamanlarda İstanbul’da yüzbin kadar Rum yaşıyordu. Bir o kadar da Ermeni, Yahudi yaşıyordu. Bütün bu insanlar korku içindeydi.

6-7 Eylül 1955 olayları öncesi geniş kitleleri kışkırtmak için çeşitli komplolar yapılıyordu. Daha sonra ortaya çıktığı gibi, Menderes Hükümeti’nin bilgisi dahilinde Selanik’teki Atatürk’ün evine gizli ajanlar tarafında bomba atılmış.

Gazeteler, "Yunanlılar Atatürk’ün evini bombaladı!" diye manşet atmıştı.

Çok büyük bir komplo düzenlenmişti. Rumların dükkânları, işyerleri, evleri birkaç gün önceden işaretlenmişti.

Beyoğlu’nda, Taksim’de, Karaköy’de, İstiklal Caddesi’nde yağmalanan dükkânları, evleri, işyerlerini gözlerimle gördüm! O demir kapılar, kepenkler nasıl kırılmış, içerilerdeki mallar buzdolapları, kumaş topları, elbiseler... Her şey, ama her şey kırıp yığılmış, yağmalanmış, sokaklara atılmıştı.

Sadece yağmalama, yakıp yıkma değil, yakalanan papazların sünnet edilmesi, kadınlara sarkıntılık edilmesi, kiliselerin, sinagogların, okulların yakılması gibi olaylar da vardı.

Olanları görünce insanlığımdan utandım! İnsanlar nasıl bu kadar barbarlaşabiliyordu? Şaşıp kaldım.

O günlerde Fuat Köprülü bir lâf etti:

"Biz bunun olacağını biliyorduk, ama bu kadar olacağını bilmiyorduk!"

Yani "olayı biz düzenlemiştik, ama ipin ucunu kaçırdık!" demek istemişti.

6-7 Eylül olaylarının hemen ardından sıkıyönetim ilan edildi.

Menderes Hükümeti, bu olaylardan sonra daha da sertleşmeye, muhalif sesleri kısmaya, basına sansür uygulamaya başladı.

Benim öğrencilik yıllarımda 236 gazeteci hapisteydi. Bunlar arasında Ahmet Emin Yalman, Hüseyin Cahit Yalçın gibi ünlü gazeteciler de vardı. Siyasi çelişkiler iyice artmış, iktidarla muhalefet arasındaki ipler iyice gerilmişti.

Muhalefet lideri İnönü’nün mitingleri engelleniyordu.

OHANNES GARAVARYAN ANLATIYOR

6-7 Eylül 1955 hadiseleri

Yaşım 18 olmuştu. Kapalıçarşı’da, Kalpakçılar Caddesi’nde, Beyazıt Kapısı’na yakın Büyük Çeşme’nin tam karşısındaki düğmeci dükkanında çalışıyordum. Ustamın adı Hagop’tu. Ağabeyim ise o günlerde, Mahmutpaşa’da trikotaj yün imalatında çalışıyordu.

Hagop Usta’nın "Hasan" isminde bir ahbabı vardı. Çeşmenin önünde eski elbise alıp satar, etrafımızda olup bitenlerden bizi haberdar eder, bizi korurdu. Ustam ona belli bir maaş da bağlamıştı. Her ay düzenli öderdi. Ben ona "Hasan Abi" derdim. İçi dışı temiz bir insandı.

O yıllarda çıkan bir kanuna göre, her esnaf dükkânının kapısına adı ve soyadının yazılı olduğu bir tabelâ asmak mecburiyetindeydi. Genellikle isimler Ermenice, Rumca; soyadlar ise Türkçe olduğundan, Müslüman müşterilerin görmemesi için Hagop, Artin, Mardiros gibi isimlerin üstü sabah erkenden çeşitli eşyalarda örtülürdü. Bizim tabelanın üstünü örtme görevini ustam, uzun boylu olan Hasan Abi’ye vermişti. Hasan Abi, daha biz gelmeden tabelanın üstünü örterdi.

Ustamın hanımı rahatsız olduğundan, senede birkaç sefer Yalova Kaplıcaları’na gider, 15-20 gün kalırlardı. Bu müddet zarfında dükkânı ben idare ederdim. Mesuliyetim büyüktü.

Ustam eylül ayının başında gene eşiyle birlikte Yalova Kaplıcaları’na gitmişti. Dükkânı ben açıp kapatıyordum. Hasan Abi de bana göz kulak oluyordu. Altı Eylül günü öğleden sonra, saat iki sularında Hasan Abi yanıma geldi. Telaşlı, tedirgin bir hali vardı. Müşteriler gidince, "Onnik, dükkânı derhal kapat ve doğru evine git!" dedi.

"Hasan Abi, bu saatte dükkânı kapatmak olmaz. Ustam her gün saat altıya kadar açık tutmamı söyledi!"

"Ben ne diyorsam, onu yap! Dükkânı derhal kapat ve eve git!"

"Neden? Bir şey mi oldu?"

"Sonra anlatırım. Sen hiç oyalanma, elini çabuk tut! Ben sonra ustanla konuşurum. Haydi çabuk ol! Ağabeyine de telefon et. O da dükkânını kapasın, eve gitsin!"

Ben hâlâ kararsızım. Ustamın bana kızmasından korkuyorum. Mahmutpaşa’da çalışan ağabeyime telefon ettim. Hasan Abi’nin dediklerini söyledim.

"Burada da bir anormallik var. Büyük mağazalar kapılarını kapayıp, kepenklerini indirip evlerine gidiyorlar. Sen Hasan Abi’nin dediğini yap. Derhal eve git. Ben de ustama söyleyeceğim. Dükkânı kapayıp eve gideceğim!"

Korku ve tedirginlik içinde dükkânı kapattım. Beyazıt Kapısı’ndan çıkmamla, korkunun beni sarması bir oldu. Gördüğüm manzara korkunçtu. Koskoca Beyazıt Meydanı’nda her gün gördüğümüz, alışa geldiğimiz hiçbir şey yoktu. Ne tramvaylar çalışıyordu, ne otobüsler! Taksi, dolmuş da yoktu. Meydanı ve yolları onlarca kamyon doldurmuştu. Kamyonların kasaları ellerinde sopalar, baltalar, demir çubuklar, kırıcı, kesici aletler bulunan hamal kılıklı insanlarla doluydu.

Ne yapacağımı şaşırdım. Bir müddet sağa sola koşturdum. Kurtuluş’taki evimize gitmek için taksi, otobüs aradım. Bulamadım. Aklım başıma geldi. Hemen Beyazıt’tan Eminönü’ne inen yokuştan aşağıya doğru koşmaya başladım. Kan ter içinde Eminönü’ne vardığımda, gördüğüm manzara beni daha da korkuttu! Galata Köprüsü açılmıştı! Karaköy’e geçmek imkânsızdı. Birçok insan benim gibi oradan oraya koşturuyor, karşıya geçmenin yollarını arıyordu. Haliç yönüne giden tek tük taksiler üst üste insan doluydu. Yer bulup binmek imkânsızdı. Geçen her dakika, sanki beni ölüme yaklaştırıyordu. İnsanlar köprünün başında korku ve telaş içinde bekleşiyordu. Bir müddet sonra kayıkçılar Karaköy’e insan taşımaya başladılar. Sekiz on kişilik kayıklara on beş yirmi kişi doluyordu. Tehlikeyi göze alarak bir kayığa bindim. Normal zamanlarda 3,5 lira olan geçiş ücreti hemen yirmi liraya çıkmıştı. Parayı pulu düşünecek zaman değildi. Battık, batıyoruz derken Karaköy iskelesine ayak bastım. Hemen Yüksek Kaldırım’a doğru koşturdum. Bir an evvel Kurtuluş’taki evimize ulaşmak istiyordum.

Gördüğüm manzara korkunçtu! Ellerinde baltalar, balyozlar, büyük büyük sopa ve demir çubuklar olan gözü dönmüş insanlar, grup grup dükkânlara, mağazalara saldırıyor. Kepenkleri, camları, kapıları kırıyor, içindekileri yağmalıyor ya da sokağa atıyordu.

Yoldan yürümek imkânsızdı. Korkumdan bir grubun içine girdim. Onlarla birlikte yürümeye başladım. Her grubun başında emir veren bir kişi vardı. Yağmacılar başkanlarının emrine uyuyor, her dükkânı değil, önceden işaretlenmiş belli dükkânları, mağazaları kırıp yığıyor, içindekileri yağmalıyorlardı. Bazı gruplar ise sadece kepenkleri, camları kırıp döküyor, ama yağma yapmıyordu. Ben gruptan gruba geçerek Tünel’e kadar varabildim.

Tünel çıkışının önündeki meydanda askerler sıra sıra, ellerinde silahlarla bekliyorlardı. Gözlerinin önünde dükkânları kırıp yığan, malları yağmalayanlara hiç karışmıyorlardı.

"Ne bekliyorsunuz? Bu yağmacılara, bu çapulculara neden engel olmuyorsunuz?" diye soranlara;

"Henüz bize durdurun emri gelmedi!" cevabını veriyorlardı.

Duracak zaman değildi. Tünel’den Taksim’e doğru, İstiklal Caddesi’ndeki işaretli tüm dükkânları, mağazaları, işyerlerini, kuyumcuları, beyaz eşya satan mağazaları grup grup olmuş binlerce yağmacı kırıp yığıyordu. İstiklal Caddesi’nde yerleri top top kumaşlar, elbiseler, sokağa atılmış mallar kaplamıştı. Ben gene gruptan gruba geçerek, yağma, küfür, kırma, yıkma sesleri içinde yürüyerek Taksim’e ulaşabildim.

Taksim Atatürk Heykeli’nin civarında, sıra sıra elleri silahlı askerler bekliyor, yağmayı, yıkımı sessizce seyrediyorlardı. İnsanlar askerlere "Niye duruyorsunuz? Ne bekliyorsunuz? Yağmacıları, çapulcuları niye durdurmuyorsunuz?" diye soruyor, bağırıp çağırıyorlardı.

Askerlerin verdiği cevap hep aynıydı:

"Bize henüz durdurun emri gelmedi!"

Bizim evimiz o yıllarda Kurtuluş Mahallesi, Türkbey Sokağı, 5 numaradaydı. Taksim’den Kurtuluş’a doğru yürümeye başladım. Buralar biraz daha sakindi. Pangaltı’ya varınca, durumun İstiklal Caddesi’ne benzediğini gördüm. Çapulcular burada da görev başındaydı.

Nihayet evimize ulaşabildim. Korkudan, heyecandan kan ter içinde kalmıştım. Bizim evin karşısında büyük bir mezarlık vardı. Mezarlık duvarı, sokak boyunca uzanırdı. Askerler ellerinde silahlarla bu davarın önüne dizilmiş, bekliyorlardı. Canı yanmış insanlar, korku içinde Bağırıp çağırıyor; "Ne bekliyorsunuz? Dükkânlar yağmalanıyor, evler, kiliseler yakılıyor, insanlar yaralanıyor. Ne can güvenliğimiz kaldı, ne de mal... Neden durdurmuyorsunuz?" diye soruyorlardı.

Askerlerin cevabı hep aynıydı:

"Henüz olayları durdurun emri gelmedi!"

Hıristiyanlar büyük bir korku içinde kendi başlarının çaresine bakıyorlardı.

Eve varınca annem boynuma sarıldı. "Yavrum iyi ki gelebildin! Başına bir iş gelmiştir diye meraktan öldüm!" diye ağlamaya başladı. Ablam korku içindeydi.

Benden sonra ağabeyim ve babam geldi.

Annem apartmanın üçüncü katındaki evimizde dörtlü gaz ocağını açmış, üzerlerine büyük tencerelerimizi koymuş su kaynatıyordu. Apartmanın bodrum katındaki çamaşırhanenin mermer havuzunu temizlemede kullandığımız kezzap şişelerini yukarı çıkarmış, merdiven başına dizmişti.

"Bunlar ne anne?" dedim.

"Oğlum, evde kız var. Ablan var! Bak askerler öğlenden beri mezarlık duvarının dibinde silah elde bekliyor. Vuranlara, kıranlara hiç karışmıyor. Belli olmaz, çapulcular buraya da gelebilir. Namusumuzu, malımızı, canımızı korumak için silahımız yok. Kaynar sulara, kezzap şişelerine kaldı işimiz!" dedi.

Babam gelir gelmez, "Bütün ışıkları yakın! Türk Bayrağını çıkarın, balkondan aşağı sarkıtın! Bütün pencereleri açın!" dedi.

Annem hemen bayrağı balkona astı. Babam balkona çıktı, bayrağın arkasına oturdu. Dışarıda olup bitenleri dikkatle izlemeye başladı.

Ben de ağabeyim ile birlikte evin çatısına çıktık. Sabaha kadar yanan evlerin, kiliselerin alevlerini, dumanlarını seyrettik. Alevler İstanbul’un gecesini kızıla çeviriyordu. Etraftan insan çığlıkları geliyordu.

Sabah olunca, merak ve korku içinde işyerlerimizi görmeye gittik.

Tramvaylar, otobüsler çalışmıyordu. Caddeler, tramvay yolları kırık camlar, kumaş parçaları, elbiseler, kırık buzdolapları, ev eşyaları vs. ile doluydu.

Yürüyerek Karaköy’e vardım. Ortalık sessizdi. Bir dükkân yağmalanmış, kırıp yıkılmış, ama bitişiğindekine hiç dokunulmamıştı! Galata Köprüsü kapanmış, üstünden rahatça geçiliyordu. Köprü’yü geçtim, Eminönü’nden yürüyerek Beyazıt’a çıktım. Kapalıçarşı açılmıştı. Dükkânımız aynen duruyordu. Hasan Abi, ben gelinceye kadar levhamızı iyice kapatmıştı. Dükkânı açar açmaz yanıma geldi. "Geçmiş olsun! Annen baban, ağabeyin sağsınız değil mi? Başınıza, malınıza, canınıza bir zarar gelmedi değil mi?" diye sordu.

Kendisine çok teşekkür ettim. "Korkma!" dedi, "Yapacaklarını yaptılar, artık bir müddet sessizlik olur!" dedi.

Bekçiler, Kapalıçarşı’nın kalın demir kapılarını zamanında kapamışlar, kimseyi içeriye sokmamışlardı. Babamın işyeri ise hanın üçüncü katında olduğundan, zarar görmemişti. Fakat birçok yakın akrabamız, tanıdığımız tüm varlıklarını kaybettiler.

İZMİT BAHÇEŞEHİRLİ HRANT TORUNYAN ANLATIYOR

Baba tarafımdan İzmit Bahçecik’teniz. Babamın adı Penyamin’di. 1890’da Bahçecik’te doğmuş. 1915 felaketinde 25 yaşındaymış. Babam başından geçen olayları katiyen hiç anlatmadı. Ölümden nasıl kurtulduğunu bilmiyorum. Amerikan kolejine gitmiş. Bana bir kız kardeşiyle bir erkek kardeşini kurtarıp, Amerika’ya gönderdiğini söylemişti. Babamın küçük erkek kardeşi Bahçecik’de faytoncuymuş. „Deh deh!" der dururmuş!

Babam daha sonra İstanbul’a gelmiş. Matbaacılık öğrenmiş. Eminönü’nde, Yeni Postane Caddesi’nde bir küçük matbaası vardı. Fatura, mektup zarfı, kartvizit gibi küçük çaplı baskı işleri yapardı. Çevresinde „Penik Usta" olarak tanınırdı. Hayırsever, insaniyetli, vicdan sahibi bir insandı. Fakir bir insan gördü mü mutlaka yardım ederdi.

Annemin adı Beatris idi. Anne tarafım İstanbul’dan. Annem Samatya’da doğup büyümüş.

1953 yılında askere gittim. Acemi birliğim Sivas’ta idi. Sonra Malatya’ya sevk edildim. Malatya’da Alay Karargah Bölüğü’nde yazıcı olarak Yüzbaşı Ahmet Çolpan’ın yanında vatani görevimi başarıyla tamamladım.

İki yıl yüzbaşımın yanında alayın her türlü yazı işlerini iftiharla ifa etmiş ve başarısı fevkalade olan erler için verilen „Askerlik Belgesi" ile 1 Ağustos 1955 günü terhis olmuştum. Derhal İstanbul’a dönerek matbaamın başına geçtim.

6-7 Eylül 1955 hadisleri

Çok iyi hatırlıyorum, günlerden Salı idi. Çok işimiz vardı. Mesai saatinden sonra, kepenkleri indirdik. Erol’la birlikte çalışıyorduk. Hava kararmıştı. Dışarıdan korkunç sesler, uğultular gelmeye başladı. Erol ne olduğunu anlamak için, hemen kepengi kaldırıp dışarı çıktı. Fakat anında geri geldi. Kepengi kapattı. İçeriden sürgüledi. Rengi solmuştu; heyecandan, korkudan titriyordu.

„Ne oldu Erol?" dedim.

„Aman Hrant Abi, dışarıda korkunç şeyler oluyor. Babıâli yönünden kalabalık geliyor, her tarafı kırıp döküyorlar!" cevabını verdi.

Derhal ne yapmam gerektiğini düşündüm. Kendimi toparladım. Askerlikte böyle durumlarda sakin olmayı öğrenmiştim.

„Korkma Erol! Makinaları durdur, ışıkları söndür, bayrağı al, derhal dükkânı terkedelim!" dedim.

Hemen dükkândaki bayrağı alıp dışarı çıktık. Bayrağı dükkânın önüne astık. Kepengi kapatıp, kilitledik. Korkunç sesler geliyordu. Şaşkın bir halde etrafımıza bakıyorduk ki, bizim caddedeki Halk Bankası ile Ziraat Bankası’nın bekçilerini gördüm. Ellerindeki tabancaları kırıp yıkmaya gelen kalabalığa çevirmişler: „Bu caddede gâvur yok! Bu caddede sizin aradıklarınızdan yok! Dokunmayın! Gidin burdan!" diye bağırıyorlardı. Banka bekçileri bizim caddeyi müdafaa ettiler.

Bu bekçiler gibi insanlar İstanbul’da, Türkiye’de her zaman var olmuştur. 1915 felaketi sırasında bile kendi hayatlarını tehlikeye atıp, sürgün edilmiş birçok Ermeniyi korumuş melek ruhlu insanlar olmuştur.

6 Eylül 1955 akşamı, eğer o banka bekçileri olmasaydı benim dükkânım da kırıp yıkılır, belki Erol’la birlikte dükkânımızın içinde öldürülürdük. Bizi banka bekçileri kurtardı.

Dükkânımın önünde şaskın bir halde dikilirken, önümüzden ellerinde demir çubuklar, baltalar, kazmalar, sopalar bulunan güruhlar kimi yaya, kimi kamyonlara bindirilmiş vaziyette bağırıp çağırarak geçiyordu. Kamyonların, otomobillerin arkasına, kumaş toplarını bağlamışlardı. Kamyon kasalarına doldurdukları kumaş toplarını yere atıyorlar, kamyonlar giderken kumaş topları döne döne açılarak yerleri örtüyordu. Caddeler kumaşlarla kaplanmıştı. Korkunç bir şey! Bu insanları ilk görüyordum. Bunlar ne üniversite talebesine, ne de bildiğimiz İstanbul hamallarına benziyordu. Bu insanların İstanbul dışından kamyonlarla getirildikleri belliydi.

"Dur!" diyen yoktu. Yakınımızda ünlü "Sanasaryan Han"da İstanbul İkinci Şube Müdürlüğü vardı. Yağmacılar, saldırganlar polislerin önünden geçiyor, caddeler yağmalanmış kumaşlarla kaplanıyor, ama polisler, güvenlik güçleri „Durun! Yapmayın!" demiyordu. Ortalıkta tek bir asker yoktu. Meydan yağmacılara bırakılmış gibiydi. Gözlerimle gördüm; bazı polisler şapkalarını koltuklarının altına alarak kendilerini kalabalıklardan gizlemeye çalışıyordu. Belki de „Karışmayın, dokunmayın!" emri verilmişti kendilerine. Bilemiyorum. Ben dükkânımın önünde, Yeni Postane Caddesi’nde Erol’la birlikte dikilip kalmıştım.

Gece yarısına doğru sokaklarda, caddelerde askerler görülmeye başladı. "Herkes evlerine girsin! Derhal sokakları boşaltın!" diye emir veriyorlardı.

Benim evim Üsküdar Bağlarbaşı muhitinde idi. Eminönü’ne vardığımda köprülerin açıldığını, trafiğin durduğunu, vapurların seferden alındığını gördüm.

Eminönü’nden Karaköy’e sadece sandallarla geçilebiliyordu. Sandallar gece yarısında dolmuş usulü, adam başı bir liraya yolcu taşıyorlardı. 6-7 kişilik sandallara 10-15 kişi dolduruyorlar, insanlar ayakta dikilerek, her an alabora olma tehlikesini göze alarak karşıya geçmeye çalışıyordu.

Çapulcularla birlikte sandala bindik. Ayaktayız! Ha battık, ha batıyoruz, derken Haliç’in ortasına kadar geldik. Çapulculardan biri sandalcıya „Durdur kürekleri! Aramızda gâvur varsa, öldürüp Haliç’e atalım!" diye bağırdı. Askerden yeni gelmiştim. Emir alıp vermesini öğrenmiştim. "Ne durduruyorsun sandalı? Bir an evvel varalım karşıya! Karaköy’de daha kırıp yıkılacak çok dükkân var! Durulacak, denize adam atılacak zaman mı şimdi?" diye gürledim!

"Haklısın abi! İşimiz daha bitmedi!" dedi çapulculardan biri. Sonra elindeki ağzı kırık votka şişesini bana uzattı. „İşimiz daha bitmedi abi! İçelim!" dedi. Şişeyi kaptım, kırık tarafından votkayı ağzıma dolduruyordum!

"Hepsini içme abi, bize de kalsın!" dedi başka bir talancı genç! "Buyur gerisini sen iç!" diyerek kırık şişeyi ona uzattım.

Karaköy’e ayak basınca, bir oh çektim. Ölümü atlatmıştım. Gördüğüm manzara korkunçtu! Tanrım bu ne böyle? Bomba mı yağmış buralara?

Taksim’e vardığımda sıra sıra askerler ellerinde silahlarıyla bekliyor, bazı askerler de ortalıktaki insanlara ne yaptıkları soruyordu.

Neydi bu başımıza gelenler?

Neydi bizim suçumuz?

Haydi diyelim ki, 1915 felaketini planlayanlar, insanları katledenler bilinemiyordu! Ya bunlar kimdi? Ellerini kollarını sallaya sallaya, talan naraları ata ata gayrimüslimlerin mallarını, mülklerini yağmalayanlar, canlarına kıyanlar, namuslarına tecavüz edenler apaçık meydandaydı.

Ben gözlerimle gördüm. Hadiselerin canlı şahidiyim. 6-7 Eylül hadiselerini yapanlar niye cezalandırılmadı? Her şey yapanın yanına kâr kaldı.

Ben bu hadiseleri yaşadıktan sonra, „Artık bu memlekette bize huzur yok! Bu memleket artık bizi istemiyor! Bu memlekette esir gibi, rehine gibi yaşamaktansa, terk edip gideyim buralardan!" kararına vardım.

Her şeyimi kaybetmiştim. Artık İstanbul’da, kendi yurdumda hayat bize zindan olmuştu. Birçok zorluklardan sonra, Amerika’ya gidebilme imkânı bulduk. 29 Ekim 1974 günü çok sevdiğimiz yurdumuzdan ayrılmak zorunda kaldık.

Elimde bir imkânım olsa da Türkiye’deki tüm insanlara seslenebilsem, "Hepinizi çok seviyorum. Hepinizi çok özledim." derim. Başka ne diyebilirim Türklere? Türkiye benim doğduğum, büyüdüğüm ülkedir, Türk milleti benim içinde var olduğum bir millettir. Türkler benim birlikte askerlik yaptığım, yiyip içtiğim, birlikte gülüp, birlikte ağladığım kardeşlerimdir. Sevgili kardeşlerim özledim sizleri! Beni duyuyor musunuz?"

TOKATLI VEDAT ARKUN’UN ANLATTIKLARI...

Ben 1924 senesinde Tokat’ta dünyaya geldim. Adımın da Türkçe olması bundandır. Benden sonra 1929’da kız kardeşim Pervin doğdu. İlk ve orta mektebe Tokat’ta gittim. Bilahare 1939-1940 ders yılında İstanbul’da St. George Avusturya Lisesi’ne başladım. Yatılı bir okuldu. 1944’te Türkiye, Almanya’ya harp ilan edince, bizim okul da Alman Lisesi ile birlikte kapatıldı.

Toplam 50 ay askerlik yaptım. 1951 senesinde terhis oldum, teskeremi alıp, sağ salim Tokat’a döndüm.

Tokat’ta ya da İstanbul’da hayatımı devam ettirecektim. Zamanla Tokat bana dar gelmeye başladı. Dükkânımı sattım. Babamın onayını alarak İstanbul’a, Park Otel Baş Muhasebecisi olan Ohannes Timaksiyan adlı dayımın yanına geldim. Dayım bana otelde iş verdi. Otel’in sahibi, zengin bir Türktü; işletmecisi ise Aram Hıdır adlı Tokatlı bir Ermeniydi.

Taksim yakınındaki Parmakkapı Tel Sokak’da ev kiraladım. İşim gücüm, keyfim iyiydi. Yengemle belli günlerde sinemaya giderdik. Dayım sinemayı sevmezdi. Çevrem yeni yeni genişliyordu.

Park Otel’de Başvekil Adnan Menderes’in kaldığı özel bir odası vardı. Çok iyi hatırlıyorum. 6 Eylül 1955 günü Menderes, Park Otel’de bulunuyordu. Fakat neden özellikle o gün Park Otel’de kaldığını ve neden büyük olayların Menderes İstanbul’dan ayrıldıktan hemen sonra başladığını bilmiyordum. Bunlar çok sonraları anlaşılacaktı. Ben, Başbakan Menderes’in saat 19.30’da otelden ayrıldığını gözlerimle gördüm. Aram Hıdır, Adnan Menderes’i saygıyla uğurlamıştı.

6 Eylül 1955 akşamı...

O günü çok iyi hatırlıyorum. Aynen gözümün önünde.

6 Eylül 1955 akşam matinesi için Melek Sineması’ndan iki kişilik bilet almıştım. Dayım, İstanbul’daki gelişmeleri yakından izlediği için tehlikeyi sezmiş, yengeme "Bu akşam sinemaya falan gitmeyin, evden çıkmayın, Vedat biletleri geri versin!" demiş. Bunun üzerine biletleri geri vermek için, saat tam 19.30’da Park Otel’den ayrıldım. Taksim’e geldim. Sular İdaresi’nin önünde, Taksim Atatürk Anıtı’nın ardında, askerler dizi dizi bekliyordu. Ortalıkta gerilimli bir hava vardı. Herkes telaş içindeydi. Beyoğlu’na Melek Sineması’na doğru yürümeye başladım. Sinemaya uğrayıp biletleri geri vereceğim! Tam Melek Sineması’nın önüne gelmiştim ki, Galatasaray Lisesi tarafından büyük bir inilti, gürültü duydum. Baktım ki, büyük bir insan seli etrafı kırıp yığarak, dükkanların camlarını baltalarla kırarak Taksim’e doğru geliyor! Dükkanları yağmalıyor, içindeki eşyaları sokağa atıyorlardı. Hatta yukarı katlardan eşyaları sokağa atıyorlardı.

Müthiş korktum! Bileti falan unuttum. Canımı kurtarmak için Melek Sineması yanında yeni yapılan dükkanların bulunduğu sokağa, pasaja girdim. İnci Sineması mı ne vardı orada. İnanılır gibi değil! Köylü tipli, başı kasketli, eli baltalı, gözü dönmüş insanlar, vahşi bir canavar gibi o güzelim dükkanların vitrinlerini parçalıyor, içindekileri talan ediyor, yağmaladıkları malları sokaklara atıyor, sürüyor, kimisi de çaldığı malı sırtlamış götürüyordu.

Kimse, ne asker, ne polis bu barbarlara bir şey demiyordu. Kırıp yığdıktan, yağma ve talan tamamlandıktan sonra asker, polis gelip talan edilmiş dükkanların önünde duruyordu. Çok korktum! Hayatımda hiç bu kadar korkmamıştım! Böyle bir barbarlığı hiç düşünmemiş, aklıma bile getirmemiştim.

Çapulcular, yağmacılar, soyguncular, hırsızlar İstanbul insanına pek benzemiyordu. Çoğu İstanbul dışından, köylerden getirilmiş gibiydi. Askerler, yağma ve talan bitinceye kadar, sıra sıra, Taksim’de, Tünel’de bekletildi. Asker ve polis, gözünün önünde dükkânları talan edenlere hiçbir müdahalede bulunmuyordu! Ben gözlerimle gördüm Taksim’de bekleyen askerleri. Neyi bekliyorlardı? Anlayamadım!

Bilahare korka korka, Galatasaray Lisesi’nin yanından Tarlabaşı’a çıktım. Oradan tekrar Taksim’e vardım. Geç saatlerde dayımın evine ulaşabildim. Dayım, yengem çok korkmuşlardı. Kızlarını karyolanın altına saklamışlardı. Yengem tir tir titriyordu.

Ben o gün, 6 Eylül 1955 akşamı, barbarlığı, yağmayı, talanı, vahşeti, polis ve askerin tutumunu gördükten sonra; "Vedat oğlum, artık bu memlekette sana hayat yok! Bugün canını kurtardın, ama yarın ne olacağı belli değil! Ne yap yap, başını kurtar, bu memleketi terk et!’ dedim.

Polis, 6-7 Eylül hadiselerinin sorumlusu olarak, Aziz Nesin, Kemal Tahir gibi birkaç solcu yazarı gösterdi. O gece İstanbul’da önceden işaretlenmiş 5000 kadar gayrimüslimlere ait dükkân, işyeri yağmalanmış, talan edilmiş, onlarca kilise, okul yakılmış, yüzlerce eve saldırılmıştı. Bilahare, Yassı Ada’da Menderes yargılanırken, 6-7 Eylül hadiselerinin hükümetin bilgisi dahilinde cereyan ettiği açıklanmıştı. Zaten Türk halkı, devlet yapın demedikçe kılını bile kıpırdatmaz! Açıklandı da ne oldu? Bu gerçekler tarih kitaplarına mı girdi? Okullarda mı anlatıldı? Hayır, bunun da üstü örtüldü, unutturuldu. 2008 yılında kaç tane Türk bu gerçekleri biliyor acaba?

ŞINORİK ÇETİNEL ANLATIYOR:

6-7 Eylül 1955 hadiseleri

Babamla annemin hayatları hiç dümdüz olmamış. Hep çıkmazlar, hep yokuşlar hayat yollarını zorlaştırmış. Bu zorluklardan biri de "20 Kura gayrimüslim ihtiyat askerliği" idi. Babam askerlik diye, kahverengi çöpçü elbisesiyle, yol yapımında çalışmış. İhtiyat askerliğine giderken küçük kızını bir daha görebileceğini hiç ummuyormuş. Babam nadir olarak o günleri andığında, yaşadığı üzüntülerin izlerini o maviş gözlerinde hissederdim.

"Bizi Mareşal Fevzi Çakmak kurtardı!" derdi.

İhtiyat askerliği belasından sonra "Varlık Vergisi" darbesi gelmiş. Gerçi babam makul bir vergi ödeyerek Aşkale’ye gitmekten kurtulmuş, ama tanıdıklarından birçoğu o kabuslu günleri yaşamışlar.

Benim asıl sizlerle paylaşmak istediğim, 6-7 Eylül 1955 hadiselerinde yaşamış olduklarımızdır. Zira bundan evvel olanlar hep işittiğim şeylerdi. 6-7 Eylül hadiselerini ise ben bizzat yaşadım.

Biz o tarihte 17-15-13 ve 2 yaşlarında dört kız kardeş, Kumkapı’daki evimizde yaşıyorduk. Ben evin ikinci büyük kızıydım. Hiç unutmam babam o gece iş icabı geç gelecekti. Akşamın yedisine doğru evimizin balkonundan sokağı seyrediyorduk. Yolun sonunda sel gibi gelen insan kalabalığını gördük. Ellerinde sopalar, taşlar vardı. "Kıbrıs Türktür, Türk kalacak!" diye bağırarak, marşlar söyleyerek geliyorlardı. Annemin yüzünde o an gördüğüm korkuyu hayatım boyunca hiç unutamadım.

"Kızlarıma bir şey yapacaklar!" diye dövünmeye başladı. "Bağırsaklarıma indi!" diyerek iki üç dakikada bir lavaboya koşuyordu. Babam da aksi gibi evde değildi. Bütün sorumluluk annemin üzerindeydi. Sokaktaki uğultu giderek artıyordu. Gözleri dönmüş, canileşmiş güruhlar camları kırılıp döküyor, daha önceden işaretlenmiş, belirlenmiş evlere saldırıyor, zorla içeri girip, ta en üst katlardan eşyaları sokağa atıyorlardı.

Evlerin önü kırılmış dökülmüş eşyalarla dolmuştu. Ben dosya kâğıtlarına, büyük harflerle "Kıbrıs Türktür!" diye yazarak evlerinin kapılarına yapıştırmaları için komşulara veriyordum.

Babam, akşam saat dokuza doğru, ta Taksim’den yürüyerek kan ter içinde evimize gelebildi. Hemen bütün evlerin ışıklarını yaktırdı. Sokak kapısına bir sandalye atarak oturdu. Bir ara baktık birkaç kişiyle münakaşa ediyor!

"Bak oğlum, burası Rum evi değil! Ben Ermeniyim. Bugün sana Rumlar için emir verilmiş, sen bugün git onlarla hesaplaş! Yarın Ermeniler için de bir emir gelirse, bak benim evim burası, gel o zaman ne yapacaksan yap! Ama şimdi dokunma, yoluna devam et!" dedi.

Allahtan kuzu kuzu çekip gittiler. Biz yukarıda heyecandan, korkudan donup kalmıştık. Babama sonradan sormuştum.

"Baba, o adamların yakasına yapışmaktan hiç korkmadın mı?"

"Ne korkacağım, ben öyle korkular yaşadım ki, onların yanında bu korku hiç kalır!" demişti.

Annem 45 yaşında öldü! Yani bu hadiseden yaklaşık 2 sene sonra. Barsak kanseri teşhisiyle. Hastalık anneme 6-7 Eylül armağanıydı.

Bütün bu acılara, bu korkulara rağmen ailem bize kin aşılamadı. Biz çocukluğumuzda bu olayları dinleyerek büyümedik. Bunlar çocuklara anlatılmazdı. Bildiğim, hissettiğim bir şey vardı. Annemin ve babamın hayatında daima bir korku hâkimdi. Karakoldan, adliyeden çekinirlerdi. Polisten, askerden, jandarmadan korkarlardı. Sık sık, "İsmimiz bile bize kabahat!" oldu diyerek kahrederlerdi. Bu sözün anlamını da zamanla anladım!

İSTANBULLU SETA AĞACAN ANLATIYOR

6-7 Eylül 1955 hadiseleri

Ailecek güzel bir noel bayramı geçirdik. Yeni yıl mutlu ve huzurlu başlamıştı. Avrupa’da gördüklerimizi kendimize örnek alacak, işlerimizi daha çok geliştirecektik.

Günlerimiz güzel geçiyordu. Yeşilyurt’ta çok güzel bir yazlık villa kiralamıştık. Biz birinci katta, bir paşa hanımı da gelini ve torunuyla birlikte ikinci katta oturuyordu. Çok iyi komşuluk ilişkilerimiz vardı. Varujan, saat altı sularında eve gelir, mayosunu giyer, Çınar Oteli’nden denize girer gelirdi.

Ağustos’ta ağabeyim ve karısı Beyrut’tan ziyaretimize gelmişlerdi. Annem de bizde kalıyordu. Hayatımızın en mutlu günlerini yaşıyorduk.

6 Eylül 1955 akşamı kocamın kardeşi bize telefon etti. Varujan’a olanları bildirdi. "Yarın sabah erkenden dükkâna git!" dedi. Ben derhal dükkâna telefon açtım. Meşgul çalıyordu.

Annem, ağabeyim, karısı, ben ve kocam hepimiz camın arkasından karşı arsaya bakıyorduk. İleride inşaat vardı. İşçiler ellerinde kazma ve küreklerle toplanmış kendi aralarında konuşuyorlardı. Eve girerler diye çok korkuyorduk. O gece nasıl sabah ettik, hatırlamıyorum!

Sabah çok erken kocam arkadaşı Orhan’la birlikte Sirkeci’ye indiler. Köprüyü geçip dükkâna varıyorlar. Demir kepenk yarı açık, camlar kırık... Zavallı Türk bekçi ağlıyor.

"Yapmayın, etmeyin! Ben bu dükkândan ekmek yiyorum!" demiş, fakat "Git şuradan! Şimdi kafanı kırarız!" demişler. Dükkânımıza girmişler. Elektrikler kesik olduğundan lambaları yakamamışlar. Karanlıkta kendilerine yarayacak bir şey bulamamışlar. Rafları kırıp yığmışlar. Masanın çekmecesini açamadıklarından ayaklarından tutup ters çevirmişler, kırmışlar. Bozuk paralar yerlere saçılmış. Karanlıkta bulamamışlar. Sonra üst kata çıkmışlar. Hırslarından sekreterlerin giydikleri elbiseleri yırtmışlar. Para kasasının şifre yerine vurup durmuşlar. Kilidi kıracaklarına vurdukça daha da açılmaz hale getirmişler. Kasayı açamayınca bırakıp gitmişler.

Kocam derdi ki; bir kasanın zayıf yeri arkasıdır. Şayet açabilselerdi piyasadaki öbür tüccarların paraları da gidecekti. Kocam işçilerinden birine evvela bir kahve getirtiyor. "Hafif atlattık!" diyerek sabah kahvesini içiyor. Sonra işçilerden birini camcıya, diğerini demirciye yolluyor. Sabah erkenden kırılmış kepengi yaptırıyor, camları taktırıyor. Öğleye doğru dükkânlarına gelen komşu esnaflar; "Ağacan sana bir şey olmamış!" diyorlar.

6-7 Eylül 1955 günü dükkânları kıranlar çapulcular değildi, köylülerdi. Anadolu’da köylerde camilerde imamlar halkı ayaklandırıyor, "Gâvurlar Atamıza küfür ediyorlar, gidelim, haklarından gelelim!" diyorlardı. İstanbul’a yakın köylerde yaşayan bazı köylüler ellerinde kazmalar, ayaklarında çarıklarla kamyonlarla, trenlerle İstanbul’a taşınmışlardı.

Bunların birçoğu saat 17.00-18.00 sularında Taksim’de başlayan mitinge getirilmişlerdi. Miting sırasında "Selanik’te Atatürk’ün evine bomba atıldı!" haberini yaydılar. İnsanları galeyana getirdiler. "Biz de gidelim, onların hadlerini bildirelim!" dediler. Kışkırtılmış, gözleri dönmüş kalabalıklar Taksim’den başlayıp Beyoğlu’na doğru kırıp yığmaya, yağmalamaya başladılar. Şalvarlarını pantolonlarla, çarıklarını ayakkabılarla değiştirerek Karaköy’e, oradan da başka semtlere gittiler. Tabii bu arada çapulcular da istifade ettiler.

Bizim dükkân, hırdavatçı dükkânı idi. Duvarlarda, raflarda kalorifer ve su tesisatı işlerinde kullanılan "rakor", "te" gibi küçük parçalar vardı. Müşterilerle görüşmek için bir yazıhane masası vardı. Çekmecede bir miktar bozuk para olurdu. 6 metrelik borular falan depoda olurdu. Üst kat yazıhane idi. Orada büyük bir kasa vardı. Her gün kocam saat 6.00’da dükkânı kapatır ve trenle Yeşilköy’e gelirdi. Piyasadaki tüccarlar o saatte açık banka olmadığından paralarını bizim kasaya koymak için kocama verirlerdi. Kocama "Jan" ya da "Jano" derlerdi. Kocam dükkânı kapatırken yangın olmaması için elektrikleri tamamen kapatırdı. Yaşlı Türk bekçimiz geceleri dükkânımızı beklerdi.

6-7 Eylül hadiselerinden sonra örfi idare geldi. Haberlere sansür konmuştu. Fakat Paris Match mecmuası resimlerle bütün olanları yazmıştı. Adadaki Rum papazı eşeğin üstündeki sepetin içinde kaçırıp gizlemişler. Gerideki feci vakaları görmedik ama işittik.

6-7 Eylül hadiseleri, bizim için bardağı taşıran son damla oldu. Her şeyi bırakıp Türkiye’den, doğduğumuz, büyüdüğümüz vatanımızdan gitmeye karar verdik.

 

Öne Çıkanlar