Atlas’ın Yükü

Atlas’ın Yükü
"Kucağında bir beyaz torba…Onun yükü başka. Koca bir dünyayı taşıyor gerçekte. İçine giremediği, içinde olduğumuz dünyayı taşıyor."

Abdurrahman Aydın


Diyarbakır Adliyesi'nden bir adam çıkıyor. Kucağında bir beyaz torba… Bizim dünyamızla tek bağı o elinde tuttuğu torba. O da kayıp giderse… Taşıdığı şeyin nicel ağırlığı değil onu zorlayan. Taşıdığı şeye parmak ucuyla ilişmiş gibi. Onun yükü başka. Koca bir dünyayı taşıyor gerçekte. İçine giremediği, içinde olduğumuz dünyayı taşıyor. Dünyamız mümkünse Ali Rıza Beyin yüzü suyu hürmetine… Ali Rıza Bey sayesindedir gök tepemizde, yer altımızda duruyorsa.

Mekân homojen niteliğini kaybediyorsa Ali Rıza Bey araya girdiği, göğü sırtladığı için. Gök ile yer ayrı duruyorsa, arasında bizler duruyorsak, bir dünya mümkün hale geliyorsa, bu Ali Rıza Beyin altına girdiği bu yük nedeniyledir. İnsana yüklenir yük değil ki bu antik dönem insanları bir Atlas icat etmişler de bir tanrıya yüklemişler bunu. Bu yükü taşımaya en yakın insan, sonradan tanrılar katına çekilen Herakles olmuş ya, o da hileyle hurdayla, birkaç saatliğine. Üstelik zaten bir yarı-tanrı kendisi…

Ali Rıza Bey, Diyarbakır'ın Sur ilçesindeki çatışmalarda 7 sene önce hayatını kaybeden 28 yaşındaki oğlu Hakan Arslan’ın kemiklerinin olduğu kutuyu taşıyordu. Ölümle yaşam arasındaki sınırları, gök ile yerin birbirinden ayrı duruşunu, dünya olmayan ile dünya arasındaki ayrımı taşıyordu. "Kutuyu teslim eden personel de mahcuptu. 'Bu yapılan insanlığa sığmaz' diyebileceğim hiçbir yetkili yoktu orada. Personele bir şey söylemeye de kıyamadım" diyecekti sonradan. Yine bizlere de kıyamamış olacak ki durumun alışılmış ifadesi olan "Dünya başıma yıkıldı" ifadesini kullanmayacak, "Sanki o an tüm Diyarbakır başıma yıkıldı" diyecekti. "Gene de dünya dursun, yıkılmasın, yazıktır" der gibi… İşte bir erdem arıyorsak, Platon’dan Aydınlanmaya bir ‘virtu’nun peşinde koşmaya gerek yok; Ali Rıza Beyin, yükünün bütün ağırlığına rağmen bir ortaklaşalık-zeminini gözetmesinde aramak gerekiyor bunu. Bu halde bile başkasını gözetebilmek… Eh, üzerinde tepinilen dünya işte böylece mümkün hale geliyor; birileri tepinmelerini sürdürseler de.

Sivrilme, başkalaşma, sözü en geçerli olan, en değerli olan olma eğilimi değil de bir düzlemde buluşma eğilimi, bir ortaklaşalık arayışı, hatta bunun neredeyse kendiliğinden bulunması, İbrahim’den Hakan’a olduğu kadar Ali’den Ali’ye uzanan bir hat daha koyuyor önümüze. Malum, İbrahim Kaypakkaya’nın cenazesi de yine Diyarbakır’da teslim edilmişti babası Ali Bey’e. Ali Bey Diyarbakır’da yaşadıklarını anlatırken şöyle diyordu: "Oradan bir hamal tuttum. O adam da öylece baktı. Ondan sonra ‘Ne bu?’ dedi, ‘Öğrenciydi’ dedim, ‘İşte burada işkenceyle öldürdüler’ dedim, ‘Çorum’a götüreceğim’ dedim. Adam ağladı, ‘Ben almıyorum o beş lirayı’ dedi, ‘Helal olsun’ dedi, ağladı, yürüdü, gitti." Kalpten kalbe yol vardır gizli gizli ya hani, Ali Bey’in o adamı ne kadar sevmiş olduğunu, hala da sevmekte olduğunu gözlerine yayılan bir anlık muhabbet ışıltısında görüyoruz. İnsanlık duruyorsa bu ışıltı üzere duruyor zaten.

Çorumlu Aşık Haydar Öztürk bir deyişinde "Arzuhalim sana ey kaşı keman / Dara düştüm kerem eyle al beni" diyordu. Kerem eylemiyorlar genelde, bağışlamak çok zor, ama iki Ali’nin keremi, yolu yine de dost köyüne çıkarır cinsten. Biz yolunu kaybetmişlere bir kılavuz ışığı… Ali Rıza Bey’in kıyamadığı personel, Çorumlu Ali Bey’in bir daha hiç görmediği hamalla zamanı ve mekânı aşan dostluğu… Ali Rıza Bey’in dünyamızın başına yıkılmasına bir set çekmesi, "Diyarbakır yıkılsın, onu taşırım, ama dünyaya gücüm yetmez" demesi belki… Ya da belki, üzerine titrediği başkasını-gözetme durumunu, bir ortaklaşalık temelini tam da Diyarbakır’da tesis etmesi… Kucağında oğlunun kemiklerini, sırtında bütün sembolik ve tarihsel yüküyle Diyarbakır’ı taşırken, kerem eyleyenlerden olması; göğü üstümüzde, yeri altımızda tutarak bizlere içinde yaşayabileceğimiz bir dünya bahşetmesi… Tıpkı Yunan mitlerinde önce Kronos’un, yani zamanın müdahalesiyle mekânın açılmasında ve ardından da eski tanrılar kuşağının üzerine kozmik düzenin yükünün bindirilmesinde olduğu gibi… Atlas’tır göğü ya da Uranos’u yukarıda tutarak, Gaia’yla, yani yeryüzüyle onu birbirinden ayrı tutan. 

Maalesef mitlerin işlevi çokça yanlış yorumlanıyor. Bu yanlış yorumlamaların altında ise modern ve bilimsel bilgimiz ile mitsel anlatılarda içerildiği varsayılan bilimsellik öncesi açıklamaları karşıtlaştırmak yoluyla kendisini biricik yorum olarak öne süren örtük bir strateji yatıyor. Yorumun bu en kolaycı biçimine göre arkaik zamanların insanları kendileri için açıklanamaz olan şeyleri mitler aracılığıyla açıklamaya yönelmişlerdir. Ama elbette bu karşıtlaştırma modern insanın bizzat kendi benliğini bir tapınağa dönüştürmesi yönündeki benlik stratejisinin hizmetindeki bir söylem olarak beliriyor. "Bilimsel bilgiyle aydınlandık ve elbette şu ilkellerden ya da onların kalıntılarından üstünüz" demenin bir yolu… Daha dikkatli bir bakış ise homojen mekânın kırılmasının, yani insan için bir zaman-mekânın mümkün olmasının tek yolunun tam da Atlas örneğinde olduğu gibi ‘kutsala’ dair bir deneyimden geçtiğini görecektir. Mit bu yarılmanın, bu farkın ifadesidir. Ali Rıza Beyin keremiyle bizlere verdiği şey de tam olarak zaman-mekâna dair bu farkın bilgisi. "Ol zaman ki yoğ idi bu kâinat / Zat içinde nihan idi her sıfat" demiyor muydu Kaygusuz Dedemiz? Gerçek velinin sözleri sureti rahman değil mi?

Öne Çıkanlar